4 Kasım 2018 Pazar

Burning (2018)


Yönetmen: Lee Chang-dong
Oyuncular: Yoo Ah-in, Jun Jong-seo, Steven Yeun
Senaryo: Lee Chang-dong, Oh Jung-mi-I
Müzik: Mowg

Part time bir işte çalışan genç Jong-soo, teslimat yaptığı mağazada liseden arkadaşı Hae-mi ile karşılaşır. Jong-soo onu ilk başta tanımasa da kısa sürede aralarında bir ilişki başlar. Afrika'ya seyahate gideceğini söyleyen Hae-mi, yokluğunda Jong-soo'dan kedisi Buhar'a bakmasını ister. Jong-soo her gün Hae-mi'nin evine giderek kediye yiyeceğini verir. Ama kediyi bir türlü göremez. Bir süre sonra Hae-mi Afrika'dan döner. Ama yanında Ben adlı yakışıklı ve gizemli bir adam vardır. Hae-mi ile bir ilişkiye yelken açacağını düşünen Jong-soo, karşısında yeni bir ilişkiye yelken açmış Hae-mi - Ben çiftini bulur. Çaresizce kaderine razı olur. Ama bu çift sürekli Jong-soo'yu da gittikleri yerlere götürmek, onu evinde ziyaret etmek ister. Uçarı bir karaktere sahip Hae-mi, ne iş yaptığı belirsiz lüks bir yaşam süren 30'larındaki Ben ve öfke kontrolü yüzünden gözaltındaki çiftçi babasının köhne evinde kalan Jong-soo kendilerini tuhaf bir aşk üçgeni içinde bulurlar.

Sadece Güney Kore'nin değil, artık dünya sinemasının en güçlü auteurlarından biri olan Lee Chang-dong imzalı Burning, Haruki Murakami'nin ilk kez The New Yorker'ın 1992 baskısında yayınlanmış "Barn Burning" adlı kısa hikayesinden Lee Chang-dong ve Oh Jung-mi-I ortak senaryosu olarak perdeye uyarlanmış bir yapım. 1997 tarihli ilk filmi Green Fish haricinde senaryo yardımı almayıp tüm filmlerini kendisi yazıp yöneten Chang-dong, kendine özgü anlatımından milim oynamamış vaziyette bu kısa hikayeyi kendi içinde katmanlandırarak modern bir epiğe dönüştürüyor. Fakat epik kelimesinin bilinen anlamına henüz ad konmamış alternatif bir anlam çatısı altında Burning de bütün Chang-dong filmlerinin sade, akıcı, muğlak ve bağlayıcı özelliklerini yoğun biçimde taşıyan bir film. Bugüne kadar aşk, yalnızlık, ümitsizlik, inanç, geçmişin yükleri gibi daha da sayabileceğimiz onlarca hassas duyguya yaptığı yolculuklarla sinema sanatına benzersiz filmler katmış Chang-dong, bunların hiçbirinde sabit bir temaya takılıp kalmamış, onları adeta bir nehrin doğal akışına bırakmışçasına serbest, öte yandan ne zaman yüzeye çıkacaklarını, ne zaman boğulacaklarını da ustalıkla tasarlamış bir yönetmen.


Bu noktada Burning de diğer Lee Chang-dong filmlerinden farklı sayılmaz. Burning için "tuhaf bir aşk üçgeni" tanımlaması kimi yönleriyle uygun düşse de, bir yandan buna bir aşk üçgeni denmesinin önünde ciddi engeller de mevcut. Hae-mi, Jong-soo ve Ben ayrı ayrı üzerine analizler yapılabilecek karakterler. Ama bu onları çok ayrıksı, görülmemiş veya beyaz perde için dizayn edilmiş sunilikte karakterler yapmıyor. Tam tersi, onlar bir barda şuh kahkahasını duyduğumuz, spor bir araba içinde görüp gıcık olduğumuz ya da asık suratıyla sokakta yanımızdan geçip giden insanlar. Onları analize değer kılan, kendi arzuları içinde veya dışında kurulan denklemdeki rolleri. İçimizden birileri oldukları için, her gün gördüğümüz veya hakkında konuştuğumuz insanlar oldukları için, kısacası aslında birer film karakteri olmayacak kadar gerçek oldukları için analiz etmemiz çok daha kolay. Chang-dong'un bütün kahramanları tam da bu insanlar. Gerçeklikleri yüzünden kestirilemeyenler. Bir aşk üçgeni klişesini garipleştirecek farklı ruh hallerinin biraraya getirilmiş, bu sayede olağanüstü bir duygusal gerilim atmosferi kurulmuş mayın tarlasına Burning diyoruz.

Fakat burada mayın tarlası yerine sera metaforu var. Artık kullanılmayan, işe yaramaz seraların yakılıp yok olmasını isteyen Ben'in bir "sera seri katili" olduğu bilgisi bizzat bu güvenilmez adam tarafından bize verildiğinde önce bununla ne yapacağımızı bilemiyoruz. Çünkü film bizi sürekli güvenilmez bilgilerle dolduruyor. Bir pandomim etkinliğine gittiğini öğrendiğimiz Hae-mi'nin olmayan bir portakalı soyup yemesiyle başlayan bu süreç, Jong-soo'nun Hae-mi'ye ait küçücük evde bir türlü göremediği kedi, yine Jong-soo'nun çocukluğuna dair bir türlü hatırlayamadığı bir kuyu, geceleri Jong-soo'ya gelen sessiz aramalar, Jong-soo'nun Muhteşem Gatsby benzetmesi yaptığı, ne iş yaptığı bilinmeyen genç zengin Ben diye sürüp gidiyor. Kayboluşlar, ortaya çıkışlar, üst üste bindirme yapan gizemler, başta bize gösterildikten sonra tekrar karşımıza çıkan, bu defa hiç fark etmeden onlara birer fonksiyon yüklendiğini anladığımız objeler birer puzzle parçaları gibi önümüze yığılıyor. Bu paranoya hali, yazar olmak isteyen ama bir türlü yazamayan Jong-soo'nun en sevdiği yazar olan William Faulkner'ın hangi eserlerinin Burning bünyesine nasıl yansıdığını merak ettiğimiz referanslar bilinmezliğiyle sürüp gidiyor. Çiçek gibi açılan, ama açıldıkça yeni açılımlar gerektiren olay örgüsü, cevapsız sorular, sorularının nasıl sorulacağı kestirilemeyen, yeni sorular yaratan cevaplar, birbiriyle organik bağlar kurmayı başaran alakasızlıklar... Gerçek bir senaryo şöleni.


Gerek doğal tasarımları, gerekse geçmişleri ve akıbetleriyle üçü de birbirinden esrarengiz karakterlerin her birine gereken itina gösterilmiş olsa da, biz Burning'i baştan sona Jong-soo'nun peşinde izliyoruz. Böylece Chang-dong, kendi geleneğini bozmayıp tek bir karakter üzerinden koskoca bir filmi boyutlandırma ustalığını yine tekrarlıyor. Yeri geliyor kendi filmini tek kelime etmeden kendi sekanslarıyla yorumluyor. Herkes kendi işine geldiği, kendi ruhunu doyurduğu veya aç bıraktığı ölçülerde bu sekansları elden geçiriyor. Bu sekanslar seyircilere, yorumculara, eleştirmenlere bambaşka kapılar açıyor. Daha önce izlediğimiz bir Lee Chang-dong filmi bittiğinde o kapıları sonsuza dek kapatabildik mi burası göreceli. Ama Burning bittiğinde o kapıları kapatmak her zamankinden çok daha zor hale gelecek. Bunu en iyi Chang-dong ile çok fazla vakit geçirmiş seyirci kitlesi anlayacaktır. Vladimir Nabokov'un artık bir klişeye dönmüş olan "bir romanda asıl olaylar karakterler arasında değil, romanı yazanla okuyan arasında geçer" sözü milyonlarca nitelikli filmde kendine karşılık bulabilir. Chang-dong filmlerinde ise tek bir karakterin odağından yansıyan olaylar filmin kendisiyle seyircisi arasında geçer her zaman.

Lee Chang-dong'un oyuncuları genellikle gösterişsizdir. Film başlar, gelişir, biter. Bir de bakmışızdır ki o oyuncular, canlandırdıkları karakterden sıyrılmadan, sadece o filmin sınırları dahilinde asıl gösterişlerini sergilemişlerdir. Geçmişte yaşadıkları, şimdide hissettikleri, finalde yaptıkları hakkında ser verip sır vermeyen, ama öte yandan filmin taşıdığı türlü ruh halini onun gözünden, zihninden, ketum vücut dilinden yaşadığımız Jong-soo'yu Yoo Ah-in canlandırıyor. Hae-mi rolüyle henüz ilk filminde rol alan Jun Jong-seo, iki erkek arasındaki elektriği kızıştıracak bir arzu nesnesi olmaktan uzak sade güzelliği yanında, kafasına göre kıta değiştiren, dans eden, soyunan, uyuyan tuhaf enerjisiyle filme farklı duygular katıyor. Chang-dong, onu gösterdiği sahneler kadar göstermediği sahnelerle de yaşatan bir auraya buluyor adeta. Ben rolünün gösterişli olması gerekliliğinin bilinciyle seçilmiş Steven Yeun, yakışıklılığı, karizması, film boyunca yüzünden eksilmeyen sinir bozucu gülümsemesi ve neye yorulacağı bilinmeyen gizemiyle üçgeni tamamlıyor. Fakat bu o kadar orantısız bir üçgen ki, hiçbirinin birbirine uzaklığı, yakınlığı, kurduğu açı yüzde yüz belli değil. Evet, Burning'in bir finali var. Hem de yıllarca unutulmayacak, yıllandıkça demlenecek, yıllar içinde aynı zihinde farklı biçimlerde yorumlanabilecek, aslında bitmemiş bir final bu. Filmin kendisi zaten bitmemiş, hayatın ortasında bir yerden başlamış, belki de o hayatlara iz bırakmış iki buçuk saatlik bir finalden ibaret. Her izlendiğinde bir yangının külünü yeniden yakıp geçecek bir film Burning.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder