27 Nisan 2008 Pazar

American Gangster (2007)


 Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Denzel Washington, Russell Crowe, Chiwetel Ejiofor, Josh Brolin, Carla Gugino, Lymari Nadal, Ted Levine, RZA, Ruby Dee, Cuba Gooding Jr., Armand Assante, Common, T.I., John Hawkes
Senaryo: Steven Zaillian
Müzik: Marc Streitenfeld
 
Genelleme yapmadan konuşursak, son yılların en heyecan verici ve cesur yapımlarının Amerika’dan çıkmaya başlaması, zaten sinema sektörüne hakim Amerika’nın adeta kendini yeniden keşfetmesi, muhalif sinemacıların seslerini daha güçlü duyurma girişimleri memnuniyet verici. Üstelik önceleri sıkça propaganda amaçlı yapımlar üreten, piyasa normlarını baz alarak basmakalıp örneklerle gişe başarısını birinci hedef sayan Amerikan sineması, her ne kadar kendi büyüklüğü içinde bu tutumunu sürdüren örnekleri terk etmemiş olsa da, çoğalan örneklerle yeni bir rüzgara kapılmış izlenimi uyandırıyor. Önceleri sadece birtakım bağımsız yapımların veya büyük yapım şirketlerine nazını geçirebilen nüfuzlu sinemacıların sahip olduğu cesaret, artık büyük prodüksyonlara da sıçramış durumda. Bunun sebepleri çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Bush iktidarının çalkantılı dönemi içindeki 11 Eylül saldırıları, ardından Irak’a sözde demokrasi götürme operasyonları, ülke çapında sağlıksız bir milliyetçiliği, paranoyayı körüklediği gibi, etkiye verilmesi elzem tepkinin de ağır sorgusunu beraberinde getirmişti.
 
Amerikan toplumu, Bush yönetimin tutarsız ve saldırgan tutumunun eleştiri konusu olmaya başlaması, ülkeye Ortadoğu’dan giriş yapan asker tabutlarının sayısının artması, ama buna rağmen yıllardır o sözü edilen demokrasinin bir türlü sağlanamaması ile kafası karışık bir toplum haline geldi. Tüm bunların dışında yükselişe geçen dizi sektörü ve onun zaman zaman güçlü biçimde gözlemlediği politik, toplumsal zaaflar sinema sektörünü de etkiledi. İronik biçimde belki de Bush iktidarı sayesinde Amerikan sinema sektörü yakın ve uzak geçmişine daha objektif, daha cesur bakmaya, meydan okumaya başladı. Anıtlaşmış, tabulaşmış, kahramanlaştırılmış değerlerini yüreklilikle deşmeye cüret etti. Bunu yaparken genlerindeki yine kendi içinden kahramanlar yaratma alışkanlığını bırakmasa da kimi zaman onları “anti”ye çevirmeyi başarabildiği, kimi zaman da filmlerin eleştirel omurgasını sağlam tuttuğu için mazur görülmesi de yerinde olur.

Gençlik filmlerinden politik yapımlara kadar Amerikan sinemasının tüm türlerini etkisi altına almaya başlayan bu cesur bakış açısının getirileri, onların çeşitli Avrupa festivallerine davet edilmesi, ödüllendirilmesi ile kendini gösterdi. Önceleri sadece dünya starlarını kendi kırmızı halılarında görmek isteyen birtakım festival zihniyetleri, zamanla gerçek sinema sanatı çerçevesinde önemli boşlukları doldurma yetisindeki Amerikan yapımlarını programlarında görmek istediler. Hatta Amerikan sinemasına önyargısı olduğu iddia edilen, beğeni çıtası yüksek bazı sert eleştirmenler bile, yılın en iyi seçkilerinde yarıdan fazla Amerikan yapımları bulundurdular. Bu rüzgar, muhalif çizgisi zaten belli Amerikalı sinemacılar dışında, gerekli cesareti gösterememiş yönetmenleri, genç yetenekleri ve festival kalitesini gişe endişesine kurban etme eğilimindeki Amerikalı prodüktör/yönetmenleri de etkisi altına aldı. Elbette bunu bir moda şeklinde algılayıp, cahil bir oryantalizm ile, kırılamamış önyargılarla filmler çeken, kendi içine döndüğünde ise hoşgörüsüz bir milliyetçiliği bu rüzgarın getirisi sanan insanlar da oldu. Tabi bunları yorumlamak kişiden kişiye farklılık arz eder. Ama gerçekten samimi olan ya da sırf sinema dili açısından iyi niyetini belli eden yapımlar haklı olarak öne çıktı.


Başında “American” ifadesi bulunan filmlerin fazlalığı, bu filmlerin içerik bakımından duruşları ile kendini bulan bir anlam bütünlüğü taşıyor. Toplumun belli bir kesimindeki yozlaşmayı sert biçimde eleştiren bir filmin “American” oluşuna yapılan ismen gönderme, onun sahiden kendine sıkı bir tokat attığına veya sadece kendi pisliğini yine en iyi kendisinin temizleyebildiğine yönelik bir anafikir barındırıyordur. Bunlardan ilki gerçekten takdir edilecek bir tavırken, ikincisini de o temizlenen pisliğin boyutlarını ele almadaki samimiyeti yönünden değerlendirmekte fayda var. Kaldı ki Amerikan yanlışının her zaman Kurtlar Vadisi’nde olduğu gibi başka bir ülke vatandaşı tarafından düzeltilmesini beklemek fanteziden öte gitmez. Amerikan yanlışının özeleştirisini ve bunun yine kendi içinde düzeltilebileceğini içten ve inandırıcı bir idealizm ile sunma yönünde bu sinemanın pozitif geçiş döneminde olduğunu düşünmek (taklit ve yalancıları dışarıda tutarak) mümkün. Bunun bir geçiş dönemi mi, yoksa daha da sertleşecek ya da netleşecek bir akıma mı dönüşeceğini söylemek için şimdilik erken.
 
American Gangster, 1970’li yıllarda Amerikan suç tarihine damgasını vurmuş iki önemli figürü ele alan, gerçekliğine inanması güç gerçeklere dayalı bir polisiye dram. Dönemin saygın gangsteri (böyle de bir durum var!) Bumpy Johnson’ın 15 yıl boyunca şoförlüğünü, korumalığını ve tetikçiliğini yapmış, bu sayede pişmiş olan Frank Lucas’ın, Johnson’ın ölümünün ardından Amerikan suç tarihinin en tehlikeli uyuşturucu baronlarından birine (hatta kimi otoritelere göre en tehlikelisine) dönüşme sürecini anlatmakta. Lucas yoksullara yardım eden, ailesine, geleneklerine bağlı, tek eşlilik yanlısı, kilisesine giden, her siyah gibi Martin Luther King hayranı, zeki ve çalışkan bir mafya babası. Sicilyalı ailelere benzer bir yapılanmayla kalabalık kardeş-kuzen güruhunun meydana getirdiği ekibi ile 70’lerde farklı bir siyah ikon haline gelmiş.

Bunun yanında diri diri adam yakabilecek, gündüz gözüyle sokak ortasında bizzat infaz yapabilecek ve de en önemlisi uyuşturucu işinin tek patronu olmak adına güçlü rakiplerine rağmen tüm piyasa risklerini göze alabilecek kadar da gözünü karartmış bir adam. Ona tüm raconu öğretmiş olan Harlem’in Robin Hood’u Bumpy Johnson’ın ölümünden sonra onun gibi olmak ile en güçlü olmak arasında kalıp, her ikisi birden olmaya karar veren Lucas kısa zamanda bir numara olmayı başarıyor. Aslında belki bu süre bize kısa bir zaman gibi geliyor. Fakat Lucas’ı bir numara yapan şey, cesareti ve zekası yanında, uyuşturucu piyasasını allak bullak eden akılalmaz yönteminde gizli. Beyazperdede gördüğümüz çoğu mafya babası gibi, yaptığı kötülükleri oturttuğu zemin ile izleyene sempatik gelen, kişisel ilkeleriyle insanlara doğru kanallardan erişebilen, üstelik siyah oluşunun sağladığı “sıfırdan zirveye” izleğiyle ezikliğe meydan okuma sembolü olan bir karakter. Ama prensiplerinden biri olan ve bu kadar büyük oynamasına rağmen uzunca bir süre görünmez olmasını sağlayan "ortamdaki en gösterişli kişi, en zayıf kişidir" savunusuna ters düşme zaafına düşebilecek kadar da elle tutulur bir sembol.


İtalyan aileler, piyasaya mal dağıtımı yapan ufak tefek siyah çeteler, rüşvetle geçinen yoz polislerle dolu kurtlar sofrasında bir numara olabilmek için alınabilecek en çetin riskleri alan Frank Lucas, dönemin kaos ortamını çok iyi kullanıyor. Vietnam savaşının dekorunda yükselişe geçen Lucas, karanlık askeri bağlantıları sayesinde Asya dağıtımcıları ile yüklü miktarda Blue Magic adı verilen %100 kalitedeki eroinin anlaşmasını yapıyor. Yıllar boyu savaşların yarattığı karışıklıklardan karaborsa, yağma, gasp ile yolunu bulmuş zihniyetin bir benzerini burada da görmekteyiz. Lucas, çok büyük miktardaki uyuşturucuyu, sokması asla mümkün görünmeyen Amerika’ya, Vietnam’da ölen askerler için hazırlanan tabutlarla sokuyor.
 
Burada bir parantez açıp yazının başında belirttiğim cesaret/cüret konusunda Amerikan sinemasının eğilimini tekrar hatırlatmak isterim. 70’lerin en büyük uyuşturucu girişinin yapıldığı Lucas dönemi ile ilgili belki de bir numaralı referans olabilecek bir filmin ancak 2007’de önümüze gelmesi de bu tavrın bir örneği sayılabilir. Vietnam’da ülkesi için savaştığını düşünen askerlerin uyuşturucu batağına saplanmasından, ordunun da bu trafiğin içinde oluşundan, kaliteli Asya eroininin ülkeye giriş yönteminden, dönemin emniyet teşkilatının, hatta narkotiğinin rüşvet ve yolsuzluktan başı dönmüş halinden, mafya babalarının kendi görkemli ocaklarını tüttürmek için başkalarınınkini umursamadan söndürmelerinden ve çok acı bir gerçek olarak, uyuşturucunun yarattığı inanılmaz istihdamdan sözünü esirgemeyen bir film American Gangster… Bir dönemin kirliliğine ışık tutma görevi yanında aynı zamanda Lucas’ın “iyi” tarafıyla “kötü” tarafı arasındaki çizgilerden hareketle toplumsal bir yozlaşmanın analizini bireyler bazında da dramatize edebiliyor. Haliyle dram yönü daha keskin hatlarla çizilmiş. Filmin önemli işlevlerinden biri olması gereken bilgi verme riski ise, fonda sürekli açık televizyonlardan alınma çok çarpıcı gerçeklerin kolajlanmasıyla halledilmiş. Böylece bu cümleleri filmin karakterlerine söyletmek için gereksizce kasmamış, dramatik yapıyı bilgilerle akıllıca süslemiş.
 

American Ganster sadece bir mafya babasının doğuş-yükseliş-çöküş hikayesi değil. Bunun yanında çarpıcı bir adalet-cesaret-dürüstlük örneği. Sıradan bir narkotik dedektifi iken ufak tefek uyuşturucu davalarıyla, pisliğe batmış iş arkadaşlarıyla ve boşandığı eşiyle arasındaki vesayet sorunuyla boğuşan Richie Roberts’ın gerçeklere dayalı kesitine tanık oluyoruz. Bu kadar yolunu şaşırmış bir toplumun kanun koruyucularının da aynı yolsuzlukların parçası oldukları bir sistemin içinde debelenen dedektif Roberts, her şeye rağmen mesleki açıdan temiz kalmayı başarmış örnek bir kanun adamı. Hatta gerçek olduğu bize söylenen, fakat böylesi bir iş ahlakına sahip olmasına inanması bazılarına zor gelebilecek derecede bir süper kahraman adeta. Özel hayatının dengesizliğinin ele alınması fazlalık gibi gözükse de, bu dengesizliğin sebebi olarak kendini işine adamış olması vurgusu onun idealist duruşunu pekiştirmekte. Ortağıyla birlikte bir baskında ele geçirdikleri 1 milyon dolarlık uyuşturucu hasılatını götürüp amirlerine teslim eden, bu yüzden rüşvet batağının güllleri haline gelmiş kendi camiasında enayi bir gammazcı olarak mimlenen / dışlanan / efsaneleşen Roberts, çürümüşlüğün boyutları içinde eriyip gitmemiş olmasının ödülünü, Washington’da kurulan özel ve gizli bir narkotik ekibin başına getirilerek alıyor.
 
Yolda para bulsalar bile almayacak bir grup seçilmiş temiz polisten kurulu bu özel birimin görevi ise yükselen uyuşturucu hakimiyetinin kaynağını, kollarını bulup kökünü kurutmak. Kendini meşhur eden baskında bulduğu yüklü uyuşturucu parasıyla kendi teknesinde köpekbalığı avlayabilecek iken, sokaklara zehir saçan köpekbalıklarıyla uğraşmayı seçen Richie Roberts ile Frank Lucas’ın yolları da ağır ama sağlam adımlarla kesişmeye başlıyor. Zorlu virajlarla dolu bu yollar, her ikisi için de tuzakları, sürprizleri, sıkı testleri hazırlamış biçimde bekliyor. Uyuşturucunun sistematik dağıtım ağı, kilit isimlerin takip süreci, birtakım narkotik prosedürleri ve raconları, uyuşturucu mafya patronları arasındaki ekonomik hiyerarşi, yine bu işin ekonomisinde dikkat edilmesi gereken gayri resmi (ya da resmen resmi) kaideler, polislerin ve başka özel narkotik birimlerin rüşvet rutinleri, filmin temposu dahilinde polisiye macera ile belgesel estetiğine yakın bir stil ile kaynaştırılarak elit bir sinema aklıyla sunuluyor. İki buçuk saatlik süresine, bazı beklentilerin aksine neredeyse sadece bir tane ciddi çatışma sahnesine sahip olmasına rağmen son derece akıcı ve tempolu anlatıma sahip bir film American Gangster
 
 
Frank Lucas - Richie Roberts
 
Oyunculuk olarak filmi sırtlayan iki güçlü aktör artık kanıksanmış tarzlarını yine karizmalarıyla birleştirmekteler. Tabi Danzel Washington’ın biraz daha ön planda olduğunu ve özellikle sinirlendiği sahnelerde ustalığını zirveye taşıdığını söylemek gerek. Richie Roberts rolü de Russell Crowe tarafından olması gerektiği gibi abartısız ama içten içe Roberts’ın idealizmini, hırsını hissettiren şekilde yorumlanmış. Film boyunca sadece birkaç kez karşılıklı sahneleri olmasına rağmen, özellikle çok iyi yazılmış sorgu sahnesinde Heat’deki Pacino-De Niro’nun kafe buluşmasına benzer bir havayı hissetmek de olası. Gerçek Frank Lucas ile Richie Roberts’ın sette danışman olarak bulunmaları oyuncuların motivasyonlarını da etkilemiştir muhakkak. İkiyle eşlik eden kalabalık kadro içinde formunun zirvesinde olan Josh Brolin yine göz dolduruyor. Siyah kanatta ise Chiwetel Ejiofor, Joe Morton ve Cuba Gooding Jr. gibi sıkı aktörler ile RZA, Common, T.I. gibi rapçiler var. Elbette en önemliyi sona saklayarak usta yönetmen Ridley Scott’ın tartışılmaz hakimiyetinden de söz etmeli. Bilim kurgudan, romantik dramlara kadar geniş bir yelpazesi, son derece güçlü bir görsel disiplini olan Scott, dönem filmlerindeki titizliğini koruyor. American Gangster, gerek kapsadığı dönem, gerek ele aldığı dönemin atmosferik detaylarını sunuşu, gerekse o döneme damgasını vurmuş ve birçok insanın hakim olmadığı gerçekleri iyi etüd etmiş aydınlatıcı tarzları yönünden Zodiac ve Munich gibi filmlere de yakın duruyor. Amerika bir kez daha sinema kanalıyla gayri resmi tarihine etkileyici temaslarda bulunuyor.

22 Nisan 2008 Salı

In My Father's Den (2004)


Yönetmen: Brad McGann
Oyuncular: Matthew Macfadyen, Emily Barclay, Jodie Rimmer, Miranda Otto, Colin Moy, Jimmy Keen
Senaryo: Maurice Gee, Brad McGann
Müzik: Simon Boswell

In My Father's Den, geçmişe ait bir sandık. Hani desek ki; “Ödüllü savaş fotoğrafçısı Paul Prior, babasının ölümü üzerine memleketi olan bir Yeni Zelanda kasabasına gelir. Bir zamanlar babasının kendini herkesten soyutladığı evinde tek başına kalmaya başlar. Kardeşi Andrew, onun eşi Penny ve oğulları Jonathon kendi çiftliklerinde sakin bir yaşam sürmektedirler. Paul’ün eski kız arkadaşı Jackie ise artık olgun bir anne olarak karşısına çıkar. Celia adında lise öğrencisi garip bir genç kız da, Paul’ün kaldığı evi sık sık ziyaret etmektedir. Ona hayran olduğu bellidir. Zamanla Paul ve Celia arasında bir dostluk filizlenmeye başlar. Fakat geçmişe ait sırlar, hepsi için trajik sürprizler hazırlamaktadır.”

Böyle özetler bile bir insanı o filmi izleyip izlememesi yönünde etkileyebilirken In My Father's Den için bu özetin hiçbir anlamı yok. Hatta çoğu insan bu özeti okuduktan sonra “evet şu şöyle, bu böyle olacak, sonunda herkes mutlu ya da herkes mutsuz olacak” diye tahmin yürütebilir. In My Father's Den, bir babanın karanlık ve gizemli yönüne daha yakın bir film. Film acelesi olmadan, sakince, sıkıcı kasaba atmosferiyle biraz da iç karartarak, tüm taşlarını tahtanın üzerine dikkatle yerleştiriyor. Yukarıdaki özete bakarak pekala kolay olabileceği izlenimi uyandırsa da, kısa kesip sözü filme bırakmak en iyisi diye düşünüyor insan. Çünkü karakterler hakkında yapacağınız yorumların bir çoğu bazı sürprizleri bozma tehlikesi taşıdığından, henüz görmemiş ama görmeyi planlayan insanları o kırılgan dokudan uzaklaştırabilir. Filmi gereksiz yere ileri sarabilir ya da dramatik virajlara karşı önlem aldırabilir. Oysa In My Father's Den önlemsiz, habersiz, hazırlıksız izlenmeli.


Pulitzer ödülüne layık görülmüş savaş fotoğrafçısı Paul Prior’ın (bu meslek de fikir olarak filmin bünyesine uzak gibi gözükse de, aslında çok anlamlı bağdaştırmaları da akla getirebilir) memleketine dönmesinin ardından, aradan geçen yılların eskiden tanıdıklarıyla olan ilişkilerini ne denli uzağa düşürdüğünü, ama bir yandan da o malum sırrın da etkisiyle yarattığı tedirginliği çok ustaca aktarıyor. Kim bu insanlar, geçmişte aralarında neler olmuş, neden Paul’ün geri dönüşü onları az da olsa huzursuz ediyor? Bu soruları ilk anda sordurmadığı, sessizce bir geri dönüş öyküsünün akışına kapılan insanları sade bir anlatımla resmettiğinden olsa gerek, adım adım bir bilinmezliğe doğru kapıp götürüyor. Baş kahramanımız olarak Paul, yavaş yavaş geçmişin karanlığında olup bitenleri anlamaya, araştırmaya çalışırken haliyle biz de onun bildikleri ve bilmediklerini paylaştığımızı sanıyoruz. Ama kahramanımız deyip bağrımıza bastığımız Paul bile bizlerden bir şeyler saklıyor. Böylece içine düştüğümüz yalnızlık hissi biraz daha artıyor.

Paul’ü anlıyoruz. Çünkü o bize sönmüş bir baba ocağına geri dönüşün yaşatacağı bunalım duygusunu kusursuzca sunuyor. Ödüllü bir fotoğrafçı olmanın kasıntılığını hafiften hissettiren, savaşın ortasında şahit olduğu kareleri yüreğine gömmeye çalışmış, o acıları da yüzüne kazımış bir adam. Grozny’de elde ettiği hayati bir bilgiyi kullanmaya vicdanı el vermeyen, ama bu bilginin bir şekilde öğrenilmesiyle bir katliamın yaşanmasına seyirci kalan Paul, kendisine verilen Pulitzer’i reddedecek kadar da idealist. Böyle bir küskünlükle dönmek durumunda kaldığı baba ocağında karşılaştığı davetsiz misafir Celia ile olan aşamalı arkadaşlığı filmin en sıcak sohbetlerini de beraberinde getiriyor.

Karanlık babanın kendisine kurduğu sığınakta geçirilen Janet Frame, Albert Camus kitapları Patti Smith – Horses albümünün de bulunduğu plak arşivi arasında rüyalarla, hayallerle örülü özlem dolu saatler. Ama adam gibi bir dramın böylesi büyülü dostluklar için acı sürprizleri hep cebindedir. Zalimce bedel ödetmeye çalışır. Neyse, ne kadar çok konuşursak, filmi o kadar ele vereceğiz gibi geliyor. Paul rolünde Matthew Macfadyen gerçekten çok iyi. Belki de hayatının rolü budur bilemeyiz. Dengeli, nerede patlayıp nerede söneceğini bilen, ama hep bezgin, hep yorgun. Bosna, Raunda, Ortadoğu tozu yutmuş bir savaş muhabiri nasıl olmalı ise öyle. Baba ocağında güvende olduğunu hissetmek, geçmişin kendisine hazırladıklarıyla pek de mümkün olmuyor. Trajediyi mıknatıs gibi üzerine çekiyor adeta.


"Bir gün, dünyanın ucundaki bir şehirde deniz çekildi ve bir daha geri dönmedi." Tipik bir ergen bunalımı içindeki Celia ise gerçekten çok özel bir kız. Film, onun yerel gazeteye katıldığı kısa öyküsünden alınan bu cümlelerle açılıyor. Öykü satırlarını film içinde ara ara duyuyor, bu şiirselliğe teslim oluyoruz. Paul’e karşı duyduğu hayranlık, bize başta normal gözükse de, Celia için Paul’ün, Paul için Celia’nın kim olduğu, gerçek yaşamda belki daha da trajik örneklerini gördüğümüz, kaderin çözülmesi imkansız bulmacalarından biri olarak yürekleri yakıyor. Bu nasıl talihsizlik diye isyan edesi, bu ne biçim adalet diye sesini yükseltesi geliyor insanın.

In My Father's Den, Yeni Zelanda’lı yazar Maurice Gee’nin romanından uyarlanmış. Gerçek hep tatlı, hep işleri yoluna koyan, hep sizi daha iyi adam eden bir olgu olmuyor. Gerçeğin acı olanı, Celia’nın öyküsüne benzer bir hayal alemine duyduğumuz özlemi körüklüyor. Daha iyi bir yaşamı hak eden milyonlarca genç gibi onun da küçük kasaba sıkışmışlığı, ebeveyn problemleri, okul baskısı ile yüzleşmesi kaçınılmaz. Ama In My Father's Den diye hayattan bir kesitin içinde yer alıyorsanız, sizi vücuda getiren yazarın acı gerçeklerden beslenip karnını doyurmuş acımasızlığına tatlı niyetine kendi trajik kurgusunu da ekleyebileceğini unutmayın. Kendinizi hazırlayın ki bu sayede filmden sonra alabileceğiniz minimum hasarı alıp kurtulun.


“Herkes olmak istediği kişi olamaz” diyor Paul, Celia’ya… Herkes İspanya’da bir kafede denize karşı şarap içemez, herkes Patti Smith gibi bir rock yıldızı olamaz, herkes katıldığı yarışmada birincilik alamaz, herkes yaptığı hatadan geri dönemez. Sadece bazıları bunları yapar. In My Father's Den’de o bazıları yok. Geride kalanların üzerine çöreklenmiş kara bulutlar, ümitsizce çıkışı bulmaya çalışan küçük insanlar, kendi küçük, yüreği kocaman bir genç kız, dünyayı dolaşıp babasız baba ocağına dönen, orada başka bir hayat dersi daha alan bir adam var. Biri ölü, biri diri iki kadın üzerinden yapılan, karda yürüyüp izini belli etmeyen bir din eleştirisi de var. Zaten böyle bir film içine kabak tatlısı eleştirisi de koysanız bir şekilde kayar gider, yönünü bulur, anlam kazanır. Kaliteli kareler, ruh okşayan nefis şarkılar, yitip giden umutlar, parça parça hayatlar. Başrol namına kim varsa hepsinin kendine ait sahneleri var ve hepsi çok iyi. Pek popüler olmayan bu filmi henüz görmemiş olanlar varsa, bırakın öyle kalsın. Durduk yere kimse üzülmesin.

17 Nisan 2008 Perşembe

Into The Wild (2007)

 

Yönetmen: Sean Penn

Oyuncular: Emile Hirsch, Marcia Gay Harden, William Hurt, Catherine Keener, Vince Vaughn, Hal Holbrook

Senaryo: Jon Krakauer, Sean Penn

Müzik: Michael Brook, Kaki King, Eddie Vedder

 

1990’da okulundan mezun olan Christopher McCandless, bir anda her şeyi bırakarak ve ailesi dahil kimseye haber vermeyerek kendini yollara vurur. Amacı, Alaska’ya giderek doğayla iç içe tek başına yaşamaktır. Yolculuğu esnasında da çeşitli insanlarla karşılaşır. Sean Penn’in dördüncü, benim ise çok beğendiğim The Pledge ile izlediğim izlediğim ikinci yönetmenlik ürünü. Gerçek ve sıra dışı bir yaşam öyküsü, usta oyuncunun yönetmenliği ile tıpkı Alexander Supertramp gibi darmadağın, ama kafa karıştırmayan bir sinema dili ile kendini gösteriyor. Fakat ben filmi, belki de benim olmasını beklediğim gibi bulmadığım için beğenmedim. Yani sorun tamamen bende. Yoksa bu filme kötü demek de saçma gibi geliyor bana. Bir kere McCandless’ın filmde de temas ettiği yazarlar yanında çeşitli edebiyatçıların ya da sanatçıların savunusunda bulunduğu izole yaşam biçiminden nasibini almış kertede aşırı bir yoğunluk bekledim. Bunu özellikle Sean Penn’den bekledim. Çünkü onun günümüzde bilerek ve isteyerek yüklenmiş olduğu misyon, böylesi bir doğaya teslimiyet-sisteme lanet (gerçek) hikayesi için bulunmaz nimet sayılabilir. Ama mutlaka böyle bir misyon üstlenme adına McCandless’ın hayata teslimiyetini sıkıcı bir muhalefet güzellemesi haline getirmesini de beklemiyordum. Öyle olmadığı (ya da ara ara hissettirdiği) için de film adına sevindim.

 

Fakat benim filmden esas almak istediğim, iyice derinlemesine bir doğaya teslimiyet hüznüydü. Yolculuğu sırasında karşılaştığı ve bana göre filmin doğal kimliği ile çok da alakası bulunmayan birtakım insan suretleri (ve onların getirdiği içi boşaltılmış/ıska geçilmiş felsefi varoluşları) çoğu yerde zaman kaybı gibi geldi. Hatta bu film, flashback olarak McCandless’ın anne-babasına dokunulmadan tek başına McCandless’ın kendisiyle bile çekilebilirmiş. McCandless’ı, ardında bıraktığı onca maddiyata ve insanlara rağmen hep olmamasını istediğim derecede bir şeylere bağlı hissettim. Doğaya ve hayata olan arzusu değil bahsettiğim. Filmin gereksizleştirdiği kalabalıklaşma. Daha fazla yalnızlık istedim belki. Belki de derin bir saflık arayışı ya da kendi özüne inme amacıyla doğanın kendi içinde çözüm arayan sıradan bir bireyin yolculuğuna inanmak ve hatta ağlamak istedim. Sanırım Half Nelson ve Reign Over Me’de başıma gelen şey oldu yine: Kendimi teslim edemeyeceğimi anlayıp teslim bayrağını çektim…

14 Nisan 2008 Pazartesi

El Orfanato (2007)


Yönetmen: Juan Antonio Bayona
Oyuncular: Belén Rueda, Fernando Cayo, Roger Príncep, Mabel Rivera, Andrés Gertrúdix, Montserrat Carulla
Senaryo: Sergio G. Sánchez
Müzik: Fernando Velázquez

Laura ve Carlos çifti, Laura’nın çocukluğunun geçtiği malikaneye taşınmıştır. Laura orasını yetimhane olarak kullanmak niyetindedir. Çift aynı zamanda küçük Simón’u evlat edinmişlerdir ve hasta olan Simón’un tedavisi için de faydalı olabileceğini düşünmektedirler. Simón görünmez oyun arkadaşları olduğunu, onların kendisiyle oyun oynamak istediklerini, üstelik onların da kendileriyle aynı evde yaşadıklarını iddia etmektedir. Fakat doğumgününde hem evlatlık, hem de hasta olduğunu öğrenen Simón birden ortadan kaybolur. Aradan aylar geçer. Herkes kaçırıldığını düşünürken Laura oğlunun kaybolmasının görünmeyen arkadaşlarıyla alakalı olabileceğinden şüphelenmektedir.

El Orfanato, birkaç video klip ve kısa film geçmişi olan genç İspanyol Juan Antonio Bayona’nın ilk uzun metraj filmi. “Guillermo del Toro Presents” şeklinde sunulan El Orfanato, birçok yönden bu sunumu hak etmekte. Tuhaf maskeler, ilginç çocuk oyunları, yetimhane olgusu, masalsı dokunuşlar gibi tümü birer Toro fetişi olan unsurlar, prodüktörlerden biri olmasının getirdiği kendi filmlerini andıran cilalı prodüksyon, ürkütücü atmosferler yaratan özenli sinematografi, hatta yönetim yönünden de Toro’ya öykünen çarpıcı anlar. Tıpkı Toro gibi kariyerine kısa film çekerek başlayan Bayona’nın ilk yönetimi El Orfanato’ya bakarak kendine has bir stili olduğunu söylemek çok zor. Başlangıç için öyle de olmak zorunda değil. Lakin El Orfanato, Guillermo del Toro’yu fazlasıyla andırıyor. Prodüksyon anlamında bu durum anlaşılabilir. Fakat bu hakimiyetin yönetime yoğun biçimde yansıması başka şeyler de düşündürmüyor değil. Evet, Toro gibi farklı esinlerden kendine has bir stil yaratma yolundaki usta bir yönetmenin kanatları altında çekeceğiniz filmin, kıyıdan köşeden onun izlerini taşıması normaldir. Guillermo del Toro’ya hayran olduğu için bu denli etkilendiğini varsayacağımız Bayona’nın işine karışılmış olma ihtimali de sıkça kendini belli ediyor.

Daha ilk filmini çeken bir yönetmenin bu şekilde yorumlanması (hatta bir nevi suçlanması) adil gözükmeyebilir. Ancak belli ölçülerde Guillermo del Toro kariyerine biraz hakim bir izleyici dahi, bu filmde sırf yönetim anlamında Toro’nun ne zaman kendini gösterip, ne zaman geri çektiğini tahmin edebilir. Örneğin Laura’nın, Simón’un kaybolduğunu fark ettikten sonra kendini dışarı atmasıyla başlayan bölüm, Toro ismi telaffuz edilemeyecek kadar acemice çekilmiş izlenimi uyandırmakta. Bunun yanında anlık korkutma klişeleri de Toro’nun en azından son zamanlarda sıkça rağbet ettiği bir yöntem sayılmaz. Yine de Laura’nın kendini eve kapatıp hayaletleri kendine çekmeye çalıştığı son bölümler gerilimi tırmandıran, bunun yanında belli bir sinema estetiğini de göz ardı etmeyen titizliğe sahip. İşte burada Bayona’nın gelecekteki tarzının bu yönde mi olacağı kafaya takılıyor. Şayet öyle olacak ise, bu tarzın Toro gibi çok yetkin bir uygulayıcısı zaten mevcut.
 
 
El Orfanato, tipik hayalet veya perili köşk hikayesini dayandırdığı doneler yönünden Uzakdoğu korku sinemasından da bir parça faydalanıyor. Gerçi bu doneler tek bir sinemaya ne derece mal edilebilir tartışılır. Kişisel bir gözlem olarak, bir eve veya bir bölgeye korku salan ve başlarda kötü/tehdit konumundaki doğaüstü varlıkların da aslında daha makul bir amaç uğruna geri dönmüş iyiler olduğu meselesinin Uzakdoğu örneklerinin daha fazla olduğunu düşünerek böyle bir çıkarımda bulundum. Geri dönme amacını kah yarım kalmış bir işe, kah intikama, kah salt kötülüğe dayandıran çeşitli filmlere nazaran El Orfanato, kendi amacının ne olduğuna tam karar verememiş görünüyor. Belki de bu noktada estetik bir mesaja ihtiyacı vardı. Mesaj varsa bile daha belirginleştirilmeliydi. Ana amacı uydurma da olsa bir masala, bir mite veya spesifik bir olaya dayalı olmadan, bu tip filmlerin Pan's Labyrinth gibi kök salıp dimdik ayakta durması güçleşiyor. Amacı yeni bir Pan’s Labyrinth olmak olmayan, ama en azından biçim olarak onun ekmek kırıntılarını izlemeyi seçtiği için beklentileri de Toro kalitesine endeksleyen fantastik bir yapım olarak El Orfanato, daha en baştan yükselttiği çıtayı aşmakta güçlük çekiyor bana göre.

Juan Antonio Bayona- Guillermo del Toro teorilerini bir kenara bırakıp El Orfanato’ya kendi kalıbından bakarsak vasatın üzerinde bir gerilim görürüz. Ama bir bütün olarak değil, o bütünü meydana getiren bazı parçaların gücü sayesinde vurucu bir gerilim. Bu parçaları birleştirme açısından da bir ilk filme göre başarılı. Mesela bu parçalardan biri, teknolojik donanıma sahip bir grup hayalet avcısının seansı sırasında kendini gösteriyor. Nefeslerin tutulduğu en heyecanlı anlardan biri. Ama bana göre en heyecan verici olanı, Laura’nın hayaletleri çağırmak için Elim Sende oynadığı bölüm. Şu benzetmede hata olur mu bilemiyorum ama yine bir İspanyol Alejandro Amenábar’ın gerilim harikası Tesis’teki karanlıkta kibrit yakma sahnesi ile az çok aynı frekansta bir tansiyon yükselmesi sağlamaya yakın. O nefis gerilim anından sonra filmin kalan 25-30 dakikalık bölümünü oluşturan stilize anlatım, beklenenin aksine çığrından çıkmadan finalini yapıyor. Fantastik bir finalden herkesin beklediği yükselmeyi karşılamasa da, özellikle optimist seyirciye önceden hissettirdiği bir finali sürprizsiz sunduğu için problemli sayılmaz.

El Orfanato, ne kadarı kendi ayakları üzerinde durduğu tartışılabilir bir film. Yönetmen Juan Antonio Bayona ve yine ilk uzun metraj senaryosuyla Sergio G. Sánchez ile ilgili kesin bir yorumda bulunmak için erken sayılır. Guillermo del Toro’nun himayesinde çalışmayı çok fazla yeni yönetmen ister. İster istemez bu himayede vücuda gelmiş, genel anlamda ilk film gibi durmayan bir ilk filmi prodüktörüyle ilişkilendirme durumu söz konusu. Yine de Toro’nun Pan’s Labyrinth öncesine ait birtakım işlerine yakın duran El Orfanato, aslen dizi oyuncusu olan ve bir başka Alejandro Amenábar filmi Mar Adentro’da da rol almış başrol oyuncusu Belén Rueda’nın güçlü oyunu yanında, özellikle yukarıda sözünü ettiğim başarılı sahneleri için görülmeyi hak ediyor.

10 Nisan 2008 Perşembe

Cidade dos Homens (2007)

 

Yönetmen: Paulo Morelli

Oyuncular: Douglas Silva, Darlan Cunha, Jonathan Haagensen, Rodrigo dos Santos, Camila Monteiro, Naima Silva, Luciano Vidigal, Pedro Henrique

Senaryo: Elena Soarez, Paulo Morelli, Elena Soarez

Müzik: Antonio Pinto

 

"Rio De Jenerio'da 700'ü aşkın kenar mahalle mevcut. Birçoğu uyuşturucu satıcıları tarafından ele geçirilmiş ve tepeden tırnağa silahlanmıştır. Siyahiler'in AR15'i, Pisto, Uzi'si, HK'ları ve bunun gibi bir çok silahı var. Dünyanın başka her yerinde bu silahlar bir savaş sebebidir. Rio'da ise sadece suç sebebi..."

Tropa de Elite bu cümlelerle açılıyordu. Cidade dos Homens ise o mahallelerden birine zoom yaparak, müthiş dramlar yakalıyor. Evli ve bir erkek çocuk babası genç Ace ile kayıp babasının peşine düşen Laranjinha arasındaki sıkı dostluk etrafında vücut bulan bu nefis film, Brazilya varoşlarının içine düştüğü toplumsal bataklığı en iyi tasvir eden filmlerden bir tanesi olmuş. Genç ve karizmatik Madrugadão liderliğindeki bir çete ve onun ait olduğu mahalle, Madrugadão en yakın adamı tarafından ihanete uğrayınca cehenneme dönüyor. İki arkadaş ise özel hayatlarındaki sorunlar yanında yüklüce bir hayatta kalma, hayata olan inançlarını yitirmeme mücadelesi veriyorlar. Brezilya'da tam 4 sezon oynamış bir TV dizisinin uzun metrajı. Keşke izleseydik ama diziyi izlememiş olmak da birşey kaybettirmiyor olsa gerek. Yapımcılar arasında yer alan, yapımcı olarak dizinin de arkasında durmuş olan, efsane başyapıt Cidade de Deus'un yönetmeni Fernando Meirelles için bir saygı duruşu daha. Zaten bu adamın adını nerede görsem içimi bir heyecan kaplıyor. Mükemmel bir prodüksyon, yine o kirli doğal ortamın steril görüntüleri, yine enfes latin ezgileri... Cidade de Deus'un dizlerinin dibine ne de güzel yakışıyor!

8 Nisan 2008 Salı

Tropa de Elite (2007)


Yönetmen: José Padilha
Oyuncular: Wagner Moura, Caio Junqueira, André Ramiro, Milhem Cortaz, Fernanda de Freitas, Fernanda Machado, Fábio Lago, Alexandre Mofatti, Maria Ribeiro
Senaryo: André Batista, Luiz Eduardo Soares, Bráulio Mantovani, José Padilha, Rodrigo Pimentel,
Müzik: Pedro Bromfman

Tropa de Elite akıcı, sert ve çoğu zaman da baş dondüren bir tempoda seyretmesine rağmen çift taraflı eleştiri oklarını yürekli bir biçimde fırlatmış bir yapım. Ateş hattının tam ortasına durup son yılların en cesur filmlerinden birini çeken yönetmen José Padilha'nın 2002 yapımı Ônibus 174 belgeselini şiddetle öneriyorum. Bir otobüs kaçırma eylemini konu alan belgeselde Brezilya polisinin acil durumlarda nasıl hareket ettiğini gösteren çok çarpıcı bir belgeseldi.

O zamandan beri mimlenmiş olan Padilha, Tropa de Elite'in çekimlerinde bu yüzden çok sıkıntı yaşamış. Hem mafya, film ekibinin bir bölümünü kaçırmış, hem de polis, imajlarının zedelendiği gerekçesiyle filmin gösterimini yasaklamaya çalışmış. Kısaca iki tarafa da yaranamamış, zaten yaranmak gibi bir amacı da olmayan mangal yürekli bir film Tropa de Elite... Sırf belgesel havası yaratmamak için kişisel dramlardan da faydalanmış ve bu sayede daha dengeli bir dil elde etmiş. Bir yandan genel anlamda ikili eleştirisini yaparken, diğer yanda da hikayesine sadık biçimde ilerliyordu. Filmin gelip gelip kişisel bir intikam meselesine dayanmasını eleştirenlerin, bu dengeye tam anlamıyla hakim olamadıklarını düşünüyorum. O intikam sayesinde izleyenin tutacağı taraftan ziyade, tutacağı tarafı ne amaçla tuttuğunun şaşkınlığını yaratmayı başarıyor film.

Filmde vicdani açıdan iyi/kötü ile onların temsil ettiklerinin iç içe geçmişliğinin neden olduğu yozlaşma son derece çıplak bir bakış açısıyla ele alınmış. Özellikle Matias karakteri üzerinden ilerleyen bölümler, polis karşıtı/yanlısı tabloyu daha net biçimde göz önüne serer nitelikteydi. Zaten bana göre filmin en önemli oyunculuk başarısı da Matias'ı canlandıran André Ramiro'nundu. Tabi Nascimento'yu canlandıran başrol oyuncusu Wagner Moura'ya ayrıca değinmek gerek. Carandiru ve Cidade Baixa'daki performanslarını çok beğendiğim oyuncu yine sağı solu belli olmayan havası ile elit birliğin en has adamı rolüyle her sahnesinde göz doldurdu. Mutlaka görülmesi gereken bir film.

4 Nisan 2008 Cuma

The Bucket List (2007)


Yönetmen: Rob Reiner
Oyuncular: Jack Nicholson, Morgan Freeman, Sean Hayes, Beverly Todd, Alfonso Freeman
Senaryo: Justin Zackham
Müzik: Marc Shaiman

Kanser yüzünden öleceklerini öğrenen zengin iş adamı Edward Cole (Jack Nicholson) ve araba tamircisi Carter Chambers (Morgan Freeman), karşılaştıkları hastane odasında kısa sürede kaynaşır, sonra da beraberce ölüm onları bulmadan evvel yapmak istediklerinin bir listesini çıkarırlar. Hantal ve klişe bir film ekosu yapıyor. Klişe kısmı doğru olsa da hantallıkla alakası yok. Hani şu "sıcacık bir komedi" dedikleri türden. Dram yönü de kendini unutturmak istemiyor. Fakat bence sahip olduğu potansiyeli iyi değerlendirememiş, aceleci davranmış bir film. Genellikle herhangi bir film için bunu dilemem ama keşke biraz da uzun ve düşük tempoda seyretseymiş. Mesela ikilinin hastanede geçirdikleri kısa sürenin tadı damağımda kaldı. Özellikle en keyifli sahneler olabilecek dünya turu kısmı oldukça hızlı geçilmiş. Sanki bir an önce biteyim istemiş.

Buna rağmen serinletici diyaloglar, şık espiriler, hoş atışmalar, efkarlı homurdanmalar gırla gitmiş. Araya inanç, aile gibi olmazsa olmaz kavramlar da eklenmiş. Aslında demin de bahsettiğim tempo biraz daha yayılsaymış, Rain Man, The Scent Of A Woman örnekleri gibi rahatlıkla Oscar'a oynayabilirmiş. Hele de Nicholson-Freeman ikilisi bu kadar üst düzey ve uyumluyken... Özellikle Nicholson'un yaşına rağmen hala bu kadar komik ve dramatik olabilmesi hayranlık verici. Rob Reiner, benim yangında kurtarılacaklar listemde 3 filmi olan bir yönetmen. Ona ayrı bir sempatim var. "Keşke"leri bir tarafa bıraktığımda ölüm üzerine hayat dersleri vermeye çalışan, lakin aşırı hız kurbanı olduğunu düşündüğüm, keyif verici bir film.

1 Nisan 2008 Salı

3:10 To Yuma (2007)


Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: Russell Crowe, Christian Bale, Ben Foster, Peter Fonda, Gretchen Mol, Logan Lerman, Dallas Roberts, Alan Tudyk
Senaryo: Halsted Welles, Michael Brandt, Derek Haas
Müzik: Marco Beltrami
 
Kanun kaçağı Ben Wade (Russell Crowe) çetesiyle beraber gerçekleştirdiği bir soygun sonrası yakalanır. Wade’in mahkemeye çıkarılabilmesi için 3:10 Yuma trenine canlı olarak teslim edilmesi gerekmektedir. Böylece bir ekip kurulur. Kendi halinde bir çiftçi ve aile babası olan Dan Evans (Christian Bale) de, bu azılı suçluya Yuma trenine kadar eşlik etmeye gönüllü olur. Her ne kadar gönüllü olsa da bu işin sonunda kendisine teklif edilen, mali sıkıntısına biraz olsun iyi gelecek üç kuruş paraya da ihtiyacı vardır. Yuma’ya doğru yapılan yolculuk esnasında Evans ve Wade birbirlerini daha yakından tanıma fırsatı bulurlar. Ancak, Wade’in çetesi ve her köşede bekleyen tehlikeler yüzünden, yolculuk kaderlerine doğru bir göreve dönüşür.
 
Elmore Leonard’ın kısa hikayesinden Halsted Welles tarafından senaryolaştırılan ve Demler Daves tarafından yönetilen 1957 yapımı 3:10 To Yuma’dan bu yana 50 yıl geçti. Ama günümüze uyarlanan filme baktığımızda, zamanın getirdiği belli başlı farklılıklar dışında temel olarak korunan birtakım kalıplaşmış değerlerin yarattığı western ruhunun hala korunduğunu görmek mümkün. İki farklı kuşağa mensup iki filmi karşılaştırmak, iki filmin aynı meseleyi tekrar ele alış ve yorumlayış şekillerine göre gerekli-gereksiz olarak ayrılabilir. 3:10 To Yuma’lar için ise bu karşılaştırma çok gereksiz, hatta zaman kaybı.

İlk filmin siyah beyaz kumaşı içinde Leonard’ın zamanına sığmayan kalemi, Glen Ford-Van Heflin ikilisinin şahane uyumu, onu western klasikleri arasına taşımaya yeterli sebepler. O naif havaya serpiştirilen dönemin gerilim dozu, aksiyon yetersizlikleri ve oyunculuk tecrübeleri, bu klasiklere bakış açımızla şekillenir. Bunları, arasında 50 yıl fark olan iki film için öne sürmek suretiyle kıyasta bulunmak kimi zaman sadece günümüze taşımaya başardığı ruh açısından değerlendirilebileceği gibi, başka pekçok yönden adil olmayacaktır. Taş yerinde ağırdır ve her iki filmde kendi zamanlarının ağır taşları arasında yerlerini almış vaziyetteler. Bunu en başta Elmore Leonard’a borçluyuz. Onun suç öykülerinde rastladığımız klasik iyi ve kötüyü temsil eden karakter dengesinin sürükleyici olaylar zinciriyle yepyeni açılımlara yelken açması, günümüze kadar uzanmış ve geleceğe de uzanacak nice konuya hizmet etmeye devam edecek. Her iki filmin de kendi dönemleri içinde söz sahibi birer western olmalarının bir diğer sebebi de elbette yönetmenleri.


Demler Daves’in filmi ne kadar yokluklardan bir varlık ortaya çıkardıysa, James Mangold da elindeki varlıkları nerede nasıl kullanacağının bilinciyle hareket ederek heyecan verici bir westerne imza atıyor. Mangold’un en önemli özelliği, piyasanın önemli oyuncularından faydalanarak yüksek bütçeli gişe filmleri görünümündeki yapımların ardına gizlediği bağımsız tavrı. Heavy, Cop Land, Girl, Interrupted gibi kaliteli filmlerle bu tavrını ortaya koyan, Kate & Leopold, Identity gibi piyasa işi de olsa farklı kulvarlarda kendini deneyen, en son da efsane Johnny Cash’in biyografisi Walk The Line hoşluğu ile kariyerini başarılı biçimde sürdüren Mangold’un bir western yeniden çevirimine el atması sürpriz olarak görülmemeli.

Mangold tavrına sahip yönetmenlerin ilerleyen kariyerleri boyunca türler arası sıçramalarının taşıdığı risk fazladır. Oyuncu yönünden de oldukça şanslı olan Mangold, bu açıdan tıpkı çağdaşı David Fincher gibi kaliteli aktörlerle oyuncu yükünü hafifletiyor gibi görünse de, gerçekte her iki yönetmen de işin kolayına kaçmayıp, adeta o dünyaca meşhur oyuncuları yeniden keşfetmenin peşindeler. Bunu sadece kişisel gözlemlerimle dile getiriyor olsam da, bu keşif yolculuğunun yalnızca oyuncularla sınırlı kalmayıp, filmin etinden kanına her yerine bulaşmış olması da hissedilir bir durum. Tabii bu bağımsız tavrına rağmen Fincher’ın aksine mainstream ile daha barışık olan Mangold’un derdi daha çok kendiyle. Farklı türlerin üzerine nasıl duracağını merak eden bağımsız ile mainstream arası bir çıtayı yükseltmeye, sonra tekrar atlamayı denemeye çalışan bir disipline sahip.
 
3:10 To Yuma esas itibariyle bir yol filmi. Ancak tehlikelerle dolu bu yolun alışıldık yol filmlerinde bulunan huzurlu atmosferini biraz geri plana itmiş olması da western hassasiyetinin bir sonucu. Yoksa karakterlerin yolun başı ile sonu arasında geçirdikleri dönüşüm yerli yerinde durmakta. Bunu bize fark ettiren iki baş karakterden ilki olan Dan Evans, savaş sonrası bir aile kurup, çiftçilikle ailesini geçindirmeye çalışan, ama bir yandan da karısına güçlü bir erkek, iki oğluna da örnek bir baba olma derdini hep içinde taşıyan bir adam. Bunun Dan için dert olma sebebi mali sıkıntıların belini büktüğü bir pasifleşme. Karısının ilgisini, oğullarının hayranlığını tüketme safhasına geldiği bir anda eline geçen fırsatı değerlendirmek istiyor. Yedi düvele nam salmış kanun kaçağı Ben Wade’in yakalanması sonrası onu mahkemeye götürecek olan 3:10 Yuma trenine kadar küçük bir grupla birlikte eskortluk etme görevine gönüllü oluyor. Ama aslında bu sayede ailesine ve her şeyden önemlisi kendisine ispat edeceği yürekliliğinin yanında bu iş için kendisine teklif edilen 200 doların hiçbir değeri yok. Savaşta geri çekilmek zorunda kalan bir birliğin parçası olmanın, üstelik bir kaza kurşunuyla yaralanmanın getirdiği kahraman olma şansını yitirmiş, özellikle oğullarına babalarının iyi bir insan, güçlü bir baba olduğunu tekrar gösterme fırsatı kapısına kadar gelmiş Dan için kader anı. Bu sebeple Tanrı’ya olan inancında biraz sapma olmasına rağmen tam bir görev ve sorumluluk adamı olan Dan için Ben Wade’i o trene ulaştırmak, hayatının bu aşamasında anlam kazanmasına yardım edecek bir dönüm noktası.
 

Köprünün diğer ucunda ise soygun ve cinayetleri vahşi batıda kulaktan kulağa ulaşan efsaneler halini almış olan Ben Wade bulunuyor. Acımasız katillerden ve hırsızlardan oluşan elit çetesiyle terör estiren, kendine ve adamlarına güveni sonsuz, ama öte yandan belli etmese de o adamların kontrolsüz vahşiliklerinden de bunalmış bir durumda. En önemlisi de bir kötü adam figürüne göre oldukça ilkeli, saygılı ve kişisel adalete inanan onurlu bir karakter. Temsil ettiği kötülüğün verdiği bir kazanımla insan sarrafı olması, onun Dan’a pozitif yaklaşmasına en önemli sebep. Farklı değerleri temsil etmelerine karşın bu iki adamı birbirine yakın tutan en önemli değer erkeklik onuru ve güç için bulunulan fedakarlıklar oluyor. Zaten 3:10 To Yuma, türünün en iyi örneklerinin de dillendirdiği üzere kovboy onurundan ziyade erkek olma sorumluluğunun altını kalın çizgilerle çizen bir yapım. Faşist, seksist ve insan onurunu ayaklar altına alan sözde westernlerden ayrılan yapımlar her zaman bilinçli izleyiciler tarafından el üstünde tutulmuştur.
 
3:10 To Yuma, altını çizdiği değerleri karşı uçlara yerleştirdiği iki güçlü erkek karakterle belirginleştirirken sadece bu değerlere odaklanıp bunları erkek psikolojisine ve duyarlılığına dramatik bir ustalıkla yediriyor. Dan ve Ben’in karşılıklı konuşmalarında görülen bu sorumluluk ve kişilik sahibi yaklaşımlar, iki zıt konumdaki adamın birbirlerinin pozisyonlarında imrendikleri ve imrenmedikleri ile birleşince asla mümkün olmayacak garip bir dostluk kimyasını da beraberinde getiriyor. Her filme nasip olmayan bu kimya, durup dururken ortaya çıkmıyor. Bir kanunsuz olarak Ben’in efsanesine hayranlık duyma sınırındaki Dan’in büyük oğlu William’ın rol modeli arayışı gibi, izleyici olarak bizlerin de bu iki karakter arasında insani ilkeler doğrultusunda gidip gelmemiz mümkün hale geliyor. Ben’in Dan’e kendisini bırakması için teklif ettiği binlerce doları reddetmesi, bu tip bir onur mücadelesi ve doğruluk anlayışından etkilenecek kadar insan olan Ben Wade’i bile etkiliyor, bizi mi etkilemesin! Hareketli finalin sağladığı adalet, kimine adalet gibi gelmese dahi, 3:10 To Yuma diye bir filmin anlatması gereken şey western nostaljisinin yanında, bir erkek, bir baba, bir insan olmanın herhangi bir döneme sığmayacak hassaslığını yansıtmaktı. Onu da gerektiği gibi yansıttığını düşünüyorum.


Filmin en önemli unsurları olan Christian Bale-Russell Crowe ikilisi, iyi ve kötü arasındaki çizgiyi Elmore Leonard kalemiyle çizmenin yanında, eski 3:10 To Yuma’nın iki güzide oyuncusunu da utandırmıyorlar. Cıva gibi iki oyuncu olan Bale ve Crowe, Dan Evans ve Ben Wade’in nesi varsa ortaya koyarak filmin üç boyutlu olması hayati önem taşıyan bu iki baş karakterine anlam katıyorlar. İki oyuncu da 1957’deki Glen Ford’un alaycı tavırlarına ve Van Heflin’in saf ve dürüst inadına günümüzden saygılarını layığıyla sunuyorlar. Fakat boyuttan bahsetmişken bu ikilinin ardından Ben Foster’dan da söz etmek gerek. Ben Wade’in sağ kolu acımasız Charlie Prince rolüyle filmin olmazsa olmaz kötü adam ihtiyacını başarıyla karşılayan genç oyuncu, sağı solu belli olmayan Ben Wade’e göre, sağı da solu da belli bir kötü adam olarak tam bir tehdit unsuru. Usta oyuncu Peter Fonda ve erkek egemen filmin tek kadını olarak Gretchen Mol, geri planda kalmış tanınmış isimler.

3:10 To Yuma, 2000’li yıllarda çekilen az ama öz westernler arasında en iyiler arasında mutlaka telaffuz edilmesi, aynı zamanda son dönemdeki en iyi yeniden çevrimlerden biri olarak da anılması gereken bir film. İyisi, kötüsü, kahramanı, şerifi, kasabası ve vızır vızır uçuşan kurşunlarıyla düzeyli bir aksiyon, dokunaklı bir dram…