17 Nisan 2008 Perşembe

Into The Wild (2007)

 

Yönetmen: Sean Penn

Oyuncular: Emile Hirsch, Marcia Gay Harden, William Hurt, Catherine Keener, Vince Vaughn, Hal Holbrook

Senaryo: Jon Krakauer, Sean Penn

Müzik: Michael Brook, Kaki King, Eddie Vedder

 

1990’da okulundan mezun olan Christopher McCandless, bir anda her şeyi bırakarak ve ailesi dahil kimseye haber vermeyerek kendini yollara vurur. Amacı, Alaska’ya giderek doğayla iç içe tek başına yaşamaktır. Yolculuğu esnasında da çeşitli insanlarla karşılaşır. Sean Penn’in dördüncü, benim ise çok beğendiğim The Pledge ile izlediğim izlediğim ikinci yönetmenlik ürünü. Gerçek ve sıra dışı bir yaşam öyküsü, usta oyuncunun yönetmenliği ile tıpkı Alexander Supertramp gibi darmadağın, ama kafa karıştırmayan bir sinema dili ile kendini gösteriyor. Fakat ben filmi, belki de benim olmasını beklediğim gibi bulmadığım için beğenmedim. Yani sorun tamamen bende. Yoksa bu filme kötü demek de saçma gibi geliyor bana. Bir kere McCandless’ın filmde de temas ettiği yazarlar yanında çeşitli edebiyatçıların ya da sanatçıların savunusunda bulunduğu izole yaşam biçiminden nasibini almış kertede aşırı bir yoğunluk bekledim. Bunu özellikle Sean Penn’den bekledim. Çünkü onun günümüzde bilerek ve isteyerek yüklenmiş olduğu misyon, böylesi bir doğaya teslimiyet-sisteme lanet (gerçek) hikayesi için bulunmaz nimet sayılabilir. Ama mutlaka böyle bir misyon üstlenme adına McCandless’ın hayata teslimiyetini sıkıcı bir muhalefet güzellemesi haline getirmesini de beklemiyordum. Öyle olmadığı (ya da ara ara hissettirdiği) için de film adına sevindim.

 

Fakat benim filmden esas almak istediğim, iyice derinlemesine bir doğaya teslimiyet hüznüydü. Yolculuğu sırasında karşılaştığı ve bana göre filmin doğal kimliği ile çok da alakası bulunmayan birtakım insan suretleri (ve onların getirdiği içi boşaltılmış/ıska geçilmiş felsefi varoluşları) çoğu yerde zaman kaybı gibi geldi. Hatta bu film, flashback olarak McCandless’ın anne-babasına dokunulmadan tek başına McCandless’ın kendisiyle bile çekilebilirmiş. McCandless’ı, ardında bıraktığı onca maddiyata ve insanlara rağmen hep olmamasını istediğim derecede bir şeylere bağlı hissettim. Doğaya ve hayata olan arzusu değil bahsettiğim. Filmin gereksizleştirdiği kalabalıklaşma. Daha fazla yalnızlık istedim belki. Belki de derin bir saflık arayışı ya da kendi özüne inme amacıyla doğanın kendi içinde çözüm arayan sıradan bir bireyin yolculuğuna inanmak ve hatta ağlamak istedim. Sanırım Half Nelson ve Reign Over Me’de başıma gelen şey oldu yine: Kendimi teslim edemeyeceğimi anlayıp teslim bayrağını çektim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder