27 Aralık 2013 Cuma

Düğün Dernek (2013)


Yönetmen: Selçuk Aydemir
Oyuncular: Ahmet Kural, Murat Cemcir, Rasim Öztekin, Devrim Yakut, Barış Yıldız, Şinasi Yurtsever, Zerrin Sümer, Kemal İnci, Burak Satıbol, Korhan Herduran, Yeliz Kuvancı, Cemil Şahin, Erol Aksoy, Basri Albayrak, Kebire Tokur, Reyhan İlhan, Toygun Ateş
Senaryo: Selçuk Aydemir

2011’deki Çalgı Çengi ile kamplara bölünmüş Türk Sineması’nda kendine mütevazi bir yer açmış, daha sonra İşler Güçler dizisiyle adını geniş kitlelere duyurmuş Selçuk Aydemir’in yazıp yönettiği ikinci filmi Düğün Dernek, yönetmenin önceki bu işlerinden dolayı merakla beklenen bir filmdi. Çalgı Çengi’nin özellikle sosyal medyadan aldığı desteği, İşler Güçler’in geniş televizyon kitlesiyle çarpan film, Ahmet Kural – Murat Cemcir faktörünün gücünü kullanarak 2013’ün en fazla gişe yapan yerli yapımlarından biri oldu. Sivaslı Tarık, Letonyalı kız arkadaşıyla aynı ülkede çalışabilmek için alelacele evlenmeye karar verince Tarık’ın babası İsmail, dört dörtlük bir Sivas düğünü yapmak için harekete geçiyor. Maddi imkanlar onu zorlayınca da arkadaşları Fikret, Çetin ve Saffet devreye giriyor. Dört kafadarın aralarında yaptıkları işbölümü gereği düğün hazırlıkları türlü zorluklara rağmen başlıyor. Bu süreci türlü komik olaylar ve karakterlerle ele alan film, kendinden bekleneni vererek hayran kitlesinin salondan mutlu ayrılmalarını sağlıyor.

Tüm bu sağlam komedi altyapısına rağmen Düğün Dernek’in Çalgı Çengi’den daha iyi bir film olduğunu düşünmüyorum. Vaat ettiği komediyi, İşler Güçler’den kalma skeçler sıralaması anlayışıyla karşıladığı, renkli karakterlerin sürüklediği renkli espri anlayışını sürdürdüğü, eş dost arasında konuşulup tekrar tekrar anlatılacak eğlenceli anlar yarattığı bir gerçek. Özellikle dört kafadarın birbirleriyle olan sahneleri keyifli bir komedi sunuyor. Fakat basit bir suç öyküsü üzerine oturtulan teyzeoğulları Salih ve Gürkan’ın hikayesi Çalgı Çengi, türlü komik olayların yanında hüzünlü bir yapıya da sahipti. Düğün Dernek G.O.R.A. ise, Çalgı Çengi Her Şey Çok Güzel Olacak gibiydi. Selçuk Aydemir’in artık daha bilinen bir isim olmasının ve yüksek gişe potansiyelinin getirdiği rüzgarla Düğün Dernek’i şekillendirmesi biraz da beklenen bir durumdu. Yine de ortada Recep İvedik ve türevlerinin sığlığı yok. Hatta kendi kulvarında şu ana dek Düğün Dernek’in tek rakibi Çalgı Çengi olsa gerek.


Çalgı Çengi gibi mütevazi kalmak ve kara komedi unsurları taşımak istemeyen film, bazen aşırı seviyelere ulaşan karikatürize karakterlerini kaliteli olduğu kadar yerel (sadece Sivas’a özel bir yerellik değil) esprilerle donatarak farklı bir renk elde ediyor. Az sayıdaki küfür kullanımını da laf olsun diye değil, yerli sinemada küfüre yaklaşımı yer yer tiye alacak hınzırlıklarla yapıyor. (Hatta bir sahnede “küfür edince böyle edeceksin” diyor). Ama örneğin şu mafya olayı yerine başka bir çözüm bulunsaymış, belki Çetin’in filme çok eğreti duran kavga sahnesi de olmayacakmış. Bu sayede düğün gecesi yaratılan eğlenceli karışıklığın altyapısı da daha sağlam görünebilirmiş. Aydemir, film süresince seyirciyi detaylara takılmamaya alıştırıp da son bölümlerde detaylardan örülü bir kaos oluşturmaya çalışınca kendi komedi kalıplarında belli bir tempo tutturamıyor. Mesela baygın insanların neden bayıldığını kimsenin yardımı olmadan dedektif gibi saniyeler içinde çözen annenin sahnesi gibi zeka pırıltılarını genele pek yayamıyor. Gerçi o pırıltıları genele yaymaya çalışırken abartıp bocalamak ve eskitmek de mümkün. Zaten Aydemir’ın televizyondan kredi sağladığı absürt komedi gibi bir avantajı var.

Düğün Dernek’i Kural – Cemcir ikilisi sürüklüyor gibi görünse de Selçuk Aydemir kadro genişliğini iyi kullanarak diğer oyuncuları silikleştirmiyor. Baba İsmail olarak izlediğimiz Rasim Öztekin ve anne rolündeki müthiş performansıyla Devrim Yakut çok iyiler. Bu ağır oyuncular arasında Muallim Saffet rolüyle Barış Yıldız da hiç ezilmiyor. Karakterler o kadar renkli ki, Tarık’ı oynayan oyuncu böyle bir filmin yerinde duramayan temposu için fazla düz ve özelliksiz kalmış. Filmde herkesin mutluluğu için uğraştığı böyle önemli bir rol için daha iyi bir oyuncu seçilebilirdi. Sırrı Süreyya Önder ve Emel Sayın sürprizlerinin kısa ziyaretlerini de unutmayalım. Her ne kadar kendi adıma istemesem de tıpkı Çalgı Çengi gibi Düğün Dernek’in de devamı gelecek. Onun yerine Zeki Alasya – Metin Akpınar’ın tahtına aday gösterilen ikiliyi aynı filmde farklı projelerde görmek daha güzel olurdu. Tabii bir de yeni TV dizisi hazırlığında olan ikilinin zaten ekranlarda bu kadar sık görünürken bir de film tanıtımları sebebiyle abur cubur TV şovlarında boy göstermeyip yüzlerini eskitmemeleri.

23 Aralık 2013 Pazartesi

Das letzte Schweigen (2010)


Yönetmen: Baran bo Odar
Oyuncular: Wotan Wilke Möhring, Ulrich Thomsen, Sebastian Blomberg, Burghart Klaußner, Katrin Saß, Roeland Wiesnekker, Karoline Eichhorn, Jule Böwe, Claudia Michelsen, Oliver Stokowski, Anna Lena Klenke
Senaryo: Baran bo Odar, Jan Costin Wagner
Müzik: Michael Kamm, Kris Steininger

1986 yılında bir sitenin bekçisi olan Peer Sommer, 11 yaşındaki Pia’ya tecavüz ederek öldürür. Olay anında yanında matematik öğrencisi olan Timo da vardır. Timo, Sommer’a engel olmaz, sadece seyreder. Pia’nın cesedi olay yerinde değil, gölde bulunur. Aradan 23 yıl sonra Pia’nın öldürüldüğü aynı gün ve aynı yerde bu kez 13 yaşındaki Sinikka’nın bisikleti bulunur ama kız yine kayıptır. Aradan geçen zamanda Timo evlenmiş, iki çocuk sahibi olmuş bir mimar olarak karşımıza çıkar. Sinikka davasını televizyondan öğrenince geçmişe döner ve şüphelendiği Sommer’i bulmaya karar verir.

Jan Costin Wagner romanından İsviçreli Baran bo Odar’ın senaryosunu yazıp yönettiği Das letzte Schweigen (The Silence), sürükleyici polisiye dram karakterine rağmen biraz fazla göze batan bazı unsurları yüzünden tam olmamışlık hissi yaratması muhtemel bir film. Odar, pedofili hastalığının nasıl görünmeyen ve tahmin edilemeyen bir illet olduğunu göstermesi, aynı zamanda 23 yıl arayla işlenmiş iki cinayetin izini sürerken yarattığı bazı gerilim anlarını işleyişi yönünden elini güçlendiriyor. Fakat romanın kendisinden mi, yoksa Odar’ın onu senaryoya uyarlayışından mı kaynaklı olduğunu bilmediğim birtakım detaylar aynı eli zayıflatabiliyor. Bir kere neden aynı gün işlenen benzer bir vaka için 23 yıl beklendiği, çeşitli ipuçlarına rağmen neden 23 yıldır olayın aydınlatılamadığı eksik kalmış. Üstelik zamanında Pia’nın davasına bakan, emekliye ayrılana kadar da çözemeyen Mittich gibi başarısızlığını saplantı haline getiren tutkulu bir dedektife rağmen.


Bunun yanında, Sinikka davasına bakan dedektiflerden biri olan, 5 ay önce karısını kanserden kaybetmiş David’in bunalımının filmi şişirdiğini, gerekli değil gereksiz yere filmi gerdiğini düşünüyorum. David gibi önemli karakterlerin benzer filmlerde daha iyi işlendiğini gördük. Bunda aktör Sebastian Blomberg’in kabahati yok tabii. Hatta kendisinden isteneni hakkıyla yaptığı görülüyor. The Killing dizisini izlemiş seyirciler için Sinikka’nın ailesinin yaşadıkları da ciddi şişkinlik yaratacaktır. Bir başka şüpheli durum da, Timo’nun 23 yıl evvel tanık olduğu olaydan sonra adresini, soyadını (DNA taramasından yırtma yöntemi olarak soyad değiştirme), eğitimini değiştirerek olası bir travmayı atlatabilmiş olması. Zira Alman sinemasının bir başka önemli oyuncusu olan Wotan Wilke Möhring’in bizi çok iyi ikna ettiği üzere Timo oldukça zayıf ve vicdan sahibi bir karakter. Bunun gibi biraz daha zorlansa ortaya çıkarılabilecek can sıkıcı ayrıntılar, filmi tartışmalı hale sokuyor.

Filmin en olumlu yanlarından bahsedersek, Möhring ve Blomberg ile birlikte Ulrich Thomsen, Burghart Klaußner, Katrin Saß gibi tecrübeli oyuncuların katkılarını, ayrıca görüntü yönetmeni Nikolaus Summerer’ın, kurgu masasında adı geçen Robert Rzesacz’ın başarılı işçiliklerini sayabiliriz. Mesela hamile dedektif Jana’nın Sommer’i evinde sorguladığı bölümle, David ve Mittich’in Timo’nun evine gittiği bölümü karıştırarak gerilimi tırmandıran kurgu çok başarılı. Das letzte Schweigen final olarak da mutlu son sevenler ve sevmeyenleri doğal olarak ikiye bölmeye hazır bir film. Kaldı ki o noktada da arızalar mevcut. Tüm bunlara karşın izlenmesi kayıp olarak görülmeyecek bir film.

20 Aralık 2013 Cuma

Gözetleme Kulesi (2012)


Yönetmen: Pelin Esmer
Oyuncular: Olgun Şimşek, Nilay Erdönmez, Menderes Samancılar, Laçin Ceylan, Rıza Akın
Senaryo: Pelin Esmer

Pelin Esmer’in yazıp yönettiği ikinci uzun metrajı Gözetleme Kulesi, Tosya’daki bir yangın kulesinde işe başlayan Nihat (Olgun Şimşek) ile, otobüste hostes olarak çalışan üniversite öğrencisi Seher’in (Nilay Erdönmez) yollarının kesişme hikayesi. Bu kesişme son dönem bir Türk filminde gerçekleşiyorsa biliyoruz ki işin içinde bol trajedi, toplumsal mesajlar, minimalist anlar yer alacak. Bu saydıklarımızın hepsi filmde var. Ancak bu basmakalıp unsurlardan her zaman kör göze parmak sokmuş, mesaj niyetine sloganlaşmış veya popülist kaygılara boğulmuş işler çıkmayabileceğinin bir örneği olarak Gözetleme Kulesi, çeşitli faktörlerle amaçlarını gerçekleşitirdiğini düşündüğüm bir film.

Toplumun kadına bakışı, kadının toplumdan ayrı olarak aile içinde karşılaşabileceği trajik olaylar, yaşadığı travmalarda yalnız bırakılışı ve bu çaresizlik içinde yapacağı tercihler Seher’in bünyesinde yerini alıyor. Ancak 3. Sayfa haberlerinde rastlayabileceğimiz, sonucu intiharla bitse bile şaşırmayacağımız böyle bir çıkmaza rağmen yaşamayı sürdüren Seher’in yaptığı bir seçimle “yük”ünden kurtulup kaldığı yerden bir şekilde devam etmek amacında olması işin gerçekliğini biraz arttırıyor. Nasıl ki Seher’in başına gelenleri kabul etmek mümkün olmadığı gibi, onun bu seçimini kabul etmek de mümkün değil. Bir başka trajedi sonucu kendini Tosya’nın yükseklerindeki bir kulede gözcü olarak bulan Nihat’ın da travma sonrası hayata tutunma evresindeki hüzünlü ve gizemli duruşu da aynı gerçekliğe haiz. Bu iki ağır yaralı insanın Nihat’ın çabalarıyla bir araya gelişi, Nihat’ın Seher’i sahiplenişi, Seher’in bu sahiplenmeye tepkisi hep ikilinin geçmişlerinden beslenen davranışlar şeklinde karşımıza çıkıyor.


Pelin Esmer’in, töre kodlarının artık ezberlenmiş sıkıcılığından farklı olarak, herhangi bir coğrafyaya ait olabilecek herhangi bir akrabalık ilişkisinin bile sapkınlık boyutunda yol açtığı çeşitli vahim sonuçlarını aile içinde saklı tutma güdüsüne vurgu yapan kuvvetli bir mesajı var. Esmer, bunu elinden geldiğince istismar etmemeye çalışsa da, zaten meselenin kendisi istismar üzerine kurulduğu için bu acılardan etkilenmemek zor oluyor. Film bunu bir süre sessiz biçimde örmeye çalışsa da, Seher ve Nihat arasında önceki hatalarına dair bir öfke patlaması yaşanması kaçınılmaz hale geliyor. Esmer bu noktayı hakkıyla koyuyor ama hayatın tüm acılarıyla devam ettiğini hatırlatmak için ise finale nokta yerine virgül koyuyor.

Nihat ve Seher gibi hasarlı iki karaktere hayat veren Olgun Şimşek ve Nilay Erdönmez yeterince inandırıcılar. Özellikle Şimşek, Nihat’ın geçmişinden kaçmaya çalışan hüzün ve öfke karışımı ruh halini aktarmakta çok başarılı. Keşke onun bu ruh halinin sebebini telsizden başka bir gözcüye anlattığı sahne olmasaymış. Hatta Nihat’ın neden yaralı olduğundan hiç bahsedilmeyip seyredenlerin doldurması için bir boşluk bırakılsaymış çok daha güçlü bir etki yaratabilirmiş. Filme adını veren, toplum tarafından günahkar gözüyle bakılan bu iki insana evsahipliği yapan gözetleme kulesinin cenneti andıran yüksek ve huzurlu konumu da sembolik bir anlam taşıyor. Ama Pelin Esmer burada da bir denge sağlayarak o doğal güzellikleri ekonomik biçimde filmin karanlık doğasına uygun biçimde yansıtmayı başarıyor. Yağmur yağdırıyor, yıldırım düşürüyor. Abartılı renk ve ışık cümbüşüyle tezatlıklar yaratmıyor. Tekrar izlemeye derman bırakmayacak kadar kendini ifade ediyor.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Elysium (2013)


Yönetmen: Neill Blomkamp
Oyuncular: Matt Damon, Jodie Foster, Sharlto Copley, Alice Braga, Wagner Moura, Diego Luna, William Fichtner, Brandon Auret, Brandon Auret, Faran Tahir, Emma Tremblay
Senaryo: Neill Blomkamp
Müzik: Ryan Amon

2009’da Peter Jackson’ın yapımcılığında çektiği District 9 ile özgün bir bilimkurguya imza atan, En İyi Film dahil 4 dalda Oscar’a aday olan Güney Afrikalı Neill Blomkamp, uzun bir aradan sonra merakla beklenen yeni bilimkurgu aksiyon filmi Elysium ile döndü. 2159 yılında geçen film, Elysium adı verilen devasa bir uzay istasyonunda yaşayan zengin sınıf ile, hastalıklar, suç ve kalabalık yüzünden artık büyük bir viraneye dönmüş Dünya’da yaşamak zorunda kalan yoksul halk arasındaki uçurumdan çıkış alan bir film. Küçüklüğünden beri Elysium’a gitme hayali kuran Max (Matt Damon), çalıştığı fabrikada bir kaza sonucu yüksek miktarda radyasyon alıp 5 günlük ömrü kaldığını öğrenince tedavi olmak için ne pahasına olursa olsun Elysium’a gitmeye karar verir. Orada sadece süper lüks bir hayat değil, tüm ölümcül hastalıkları bile saniyeler içinde tedavi eden yüksek bir teknoloji vardır.

Elysium’a Dünya’dan kaçak göçmen taşıma ağına sahip bir suç şebekesinin başındaki Spider (Wagner Moura), kendisine borcu olan Max’in bu durumundan istifade etmek ister. Spider, Elysium’u inşa eden Armadyne şirketinin CEO’su John Carlyle’ın (William Fichtner) kafasındaki veritabanından kodları, şifreleri ve para getirecek her türlü gizli belgeyi kendi zihnine yükleyip ona getirmesi karşılığında Max’i Elysium’a götürme teklifinde bulunur. Spider’ın teknolojisiyle bir “Siber Ninja”ya dönüşen Max, zorlu bir mücadeleden sonra Carlyle’ın bilgilerini kendi zihnine indirmeyi başarır. Öte yandan acımasız kararları yüzünden Elysium’un başkanı Patel’i karşısına alan Savunma Bakanı Delacourt (Jodie Foster), sinsi planı gereği Patel’e darbe yapmak için Elysium ile ilgili tüm kilit verileri de Carlyle’a yükletmiştir. Böylece Max farkında olmadan Elysium için bir numaralı tehlikeli haline gelir. Onu bulması için Delacourt, Dünya’da görevlendirdiği acımasız casus Kruger’i (Sharlto Copley) görevlendirmiştir.

Konusunu uzun uzun yazdım ki, ortada bilimkurgu seven seyircileri ve yönetmenleri iştahlandıracak ne denli sağlam bir tasarım olduğu anlaşılsın. Neill Blomkamp bu konuyu tek başına yazdığı senaryo ile (District 9’ı Terri Tatchell ile birlikte yazmıştı) ne yazık ki yine kendisi heba ediyor. Bu konu 1999 sonrası Wachowski kardeşlerin eline geçseydi ortaya nasıl bir film çıkardı diye merak etmedim değil. Zira Elysium gibi bir uzay cennetinin, farklı alemlerde yaşanan ve günümüz ideolojilerinin gelecekteki yansımalarını görebileceğimiz kutuplaşmaların, Neo ve Max’in ortak yanlarının farkına varmak hiç de zor değil. Belli bir noktaya kadar (ki o noktayı da hikayenin giriş özeti olarak görebiliriz) gayet iyi ilerleyen film, kopma noktalarında çok sıkıntı yaşıyor. Öyle ki, başlarda olumlu gördüğümüz şeyleri de ziyan ediyor. 2159 yılında geçen bir filmde mantık hataları çok fazla göze batmaya başlıyor. Çünkü haklı olarak böyle bir konu çok daha sağlam bir altyapıyla işlenmeyi bekliyor. Senaryo aşamasında yapılan irili ufaklı hatalar çok sırıtıyor.


Spider’ın elinde iş görür bir teknoloji ve bir sürü adam varken planını uygulaması için neden Max’i seçtiği (üstelik yediği radyasyondan dolayı ayakta bile zor duruyor), hayati Elysium şifrelerinin neden sadece bir kişinin beynine yüklendiği, o kişinin neden yüksek güvenlikli bir kalede korunmayıp Dünya’daki bir fabrikanın başında işçileri gözlemek için görevlendirildiği, yine o kişinin neden sadece iki droid ile Dünya – Elysium arasında gelgit yaptığı, her yerde gözü olan koskoca Elysium Savunma Bakanı’nın neden Dünya’da Kruger gibi salaş bir casusun eline baktığı, Elysium evlerine her elini kolunu sallayanın nasıl girebildiği gibi daha onlarca soru çok can sıkıyor. Film kendini ciddiye almayı sürdürürken ekran karşısında bir süre sonra Robert Rodriguez filmi izliyormuş hissine kapılmanız da çok acı. Aksiyon bile o kadar çapsız ki, bir yığın efekt resmen boş atıp dolu tutuyor. Aşk hikayesi olmaya çalışan Max – Fray ilişkisi de türlü klişelere kurban gidiyor.

Matt Damon, Wagner Moura, hele de Jodie Foster da bu negatif kalabalıkta hepten yalan oluyor. Sadece District 9’da güçlü bir oyun ortaya koymuş Sharlto Copley dikkat çekici bir kötü adam profili yaratabilmiş. O da yeterli değil. Blomkamp, özellikle bilimkurgu janrında üzerinde durmak istediği, yıllar sonra bile süreceğini vurguladığı sınıfsal ayrım meselesini en iyi işleyebileceği habitatı iyi değerlendiremiyor. Zenginlerin Fransızca, fakirlerin ise halen Amerika’da nüfusları 50 milyona dayanan Hispaniklerden dolayı Latince konuştuğu gelecek tasviri isabet kaydetse de, finalden sonra neler yaşanacağına dair hiçbir çözüm yok. Onun yerine Dünya’yı kurtaran Amerikalı’yı izletmek nedense yönetmenin daha çok işine geliyor. Seyirciyi alıştırdığı üzere Luc Besson, The Family gibi berbat bir film çekince kimse şaşırmıyor. Umarız Neill Blomkamp da seyircisine bundan böyle kötü alışkanlıklar aşılamaz.

13 Aralık 2013 Cuma

Zerre (2012)


Yönetmen: Erdem Tepegöz
Oyuncular: Jale Arıkan, Rüçhan Çalışkur, Remzi Pamukçu, Ergun Kuyucu, Dilay Demrok, Sencar Sağdıç
Senaryo: Erdem Tepegöz

Günümüz Türk Sineması kutuplara ayrılmış durumda. Bir yanda tamamen gişeye oynayan, hiçbir sanatsal ve estetik kaygı taşımayan, dizi sektörünün gazıyla kendini nimetten sayan kişiliksiz, ruhsuz filmler, diğer yandan Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim gibi kendi tarzını oluşturmuş yönetmenlerin yapımları ve onların izinden gitmeye çalışan genç sinemacıların sadece festivallerde gösterim şansı bulan filmleri. Adı geçen isimlerin izinden gitmeye çalışırken bocalayan, ağırlaşan, taklit etmeye başlayan ve sönüp giden “festival filmleri”nin sayıları da ne yazık ki arttı. Bir süre sonra her şeyi bu usta yönetmenler gibi yapmaya şartlanmanın sonucu büyük bir “minimal dram çöplüğü” oluşmaya başladı. Daha tuhaf olan ise, bu filmlerden çoğu Türkiye sınırları içindeki festivallerde belli bir kesim tarafından baş tacı haline getirildi. Erdem Tepegöz’ün yazıp yönettiği ilk film olan Zerre’yi bu kötü filmlerden saymak haksızlık olsa da, konu ve işleyiş yönünden farklı ve çok özel bir film olduğu da pek söylenemez.

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi İlk Film, En İyi Yönetmen ve Sanat Yönetimi dallarında, Moskova Film Festivali’nde de En İyi Film ve başrol oyuncusu Jale Arıkan ile En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanan Zerre, bana göre yılın flaş yapımlarından Gravity ile benzerlikler taşıyor. Şu an duyar gibi olduğum gülüşmelere rağmen bunu güldürmek için söylemiyorum. Zaten kötü bir espri olurdu. Nasıl ki Alfonso Cuarón filmi süresi boyunca astronot Ryan’ın uzay boşluğunda hayatta kalma mücadelesini izliyorsak, Zerre’nin başından sonuna kadar da Zeynep’in farklı bir boşlukta yerçekimine karşı verdiği mücadeleyi izliyoruz. Sadece bu anlamda bir paralellik kurmak yetmez. Biri uzayda, diğeri dünyada birer zerre kadar kalan bu kadınlar, bulundukları ortama ayak uydurmak, o ortamın şartlarının önlerine koyduğu seçenekleri çabucak değerlendirmek, olası hatalarıyla yüzleşmek zorundalar.


Ama bu değerlendirmeleri tamamen yabancısı olduğumuz uzay boşluğunda değil, acımasız büyükşehir ambiyansında yaptığımız için Zerre bize daha yakın ve oradaki hayat kavgası daha tanıdık. Zeynep bu mücadelesinde hasta kızı, yaşlı annesi ve iyi kalpli garson Remzi sayesinde yalnız görünmese de, aslında onların Zeynep’in hikayesindeki konumları çok da belirleyici değil. Hayatın koşturması içinde Zeynep gibi iş bulmaya, geçimini sürdürmeye çalışan insanların yaşadıkları zorluklara aşina olanlarla yabancı olanları aynı ölçüde etkilemesi beklenmeyebilir. Belki Zeynep’ten daha kötü durumda olan insanları duymuş, görmüş ve tanımışlığımız vardır. Zerre’de tek amacı çalışıp geçinebilecek kadar para kazanmak olan Zeynep’in yaşadığı ve ilerde karşılaşacağı güçlüklerin kestirilebilirliği, hatta geçmişte Yeşilçam’da farklı suretlere bürünmüş tanıdıklığı filmi zayıflatıyor kanımca.

Çalıştığı köhne atölyeden sebepsiz yere kovulan, kirasını ödeyemeyen, evsahibi tarafından sebebi sonradan anlaşılacak bir gerekçeyle tehdit edilen, lokanta artıklarını sefertasıyla evine götüren, hasta kızı ve annesinin geçiminden sorumlu olan, bu sorumluluk ve çaresizlik duyguları içinde İstanbul dışındaki bir fabrikada çalışmak üzere birkaç günlüğüne evden ayrılan, işgücü yetmiyormuş gibi kadınlığını da sömürmeye çalışanlara karşı dik durmaya çalışan Zeynep’in yaşadıkları ne kadar gerçekçi olsa da, bu gerçeklik sinema filmi haline getirilecek kadar orijinal değil artık. Duygu sömürüsü suçlamasıyla da karşı karşıya kalınabilecek bu durum, Erdem Tepegöz tarafından mümkün olduğunca dinamik hale getirilmeye çalışılmış. Üstelik bu tarzı nedeniyle bazı eleştirilerde haklı olarak Dardenne kardeşler tarzına yakın bir üslup tutturabildiği belirtilmiş. Tepegöz en azından bazı çağdaşları gibi minimal dram çekmek bahanesiyle her şeyi seyirciye bırakan uyuşuk ve kişiliksiz filmler çekenler kervanından biraz uzak durabilmiş. Yönetmen ayrıca yeryüzünde birer toz veya su zerresi olduğumuzun felsefi çağrışımlarını ekonomik bir sinema diliyle ifade edebilmiş. Jale Arıkan da öyle en iyi kadın oyuncu seviyesinde olmasa da, Zeynep karakterini başarıyla ete kemiğe büründürebilmiş.

7 Aralık 2013 Cumartesi

Prisoners (2013)


Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Hugh Jackman, Jake Gyllenhaal, Viola Davis, Maria Bello, Terrence Howard, Melissa Leo, Paul Dano, Wayne Duvall, Dylan Minnette, Erin Gerasimovich, Kyla Drew Simmons, David Dastmalchian
Senaryo: Aaron Guzikowski
Müzik: Jóhann Jóhannsson

En son Incendies ile büyük bir çıkış yakalayan, haklı ödüllere, Oscar’a dayanan adaylıklara ve övgülere boğulan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, ilk kez Amerikan yapımı bir filmle boy gösteriyor. Prisoners, Şükran Günü yemeği için bir araya gelen Dover ve Birch ailelerinin küçük kızları Anna ve Joy’un kaybolmasıyla gittikçe derinlik kazanan bir polisiye gerilim. Baltasar Kormákur’un Reykjavik-Rotterdam filminin kötü Hollywood uyarlaması Contraband’i saymazsak ilk özgün uzun metraj yazım olan Aaron Guzikowski senaryosu, dram, gerilim ve polisiyeyi başarıyla kaynaştıran, gizemli yapısını katlayıp finale kadar taşıyan, bu tip filmlerin vazgeçilmezi sürpriz sonuyla da seyircisini ikiye bölen bir yapıda. Hatta bilmeyen birinin rahatlıkla bu senaryoyu Guzikowski’nin kendi işi değil, çok satan bir polisiye gerilim romanı uyarlaması sanabileceği türden.

Benzer yapımların 2.5 saate yayılmış gerekleri ve doğal olarak klişeleri filme genişçe yedirildiği için kimi seyirciye sıkıcı gelebileceği gibi, yine bu yedirmenin sonucu olarak filmin yere daha sağlam basıp, sırlarını sonuna dek taşıyabilmesinden ötürü Prisoners, 2013’ün en diri yapımları arasında sayılabilir. Denis Villeneuve’ün özellikle Polytechnique ve Incendies ile farklı kanallardan yakaladığı güçlü dramların yanında Prisoners’ın doğal olarak fazla Amerikan kalışı biraz can sıkmıyor değil. Zaten kayıp kızlar konulu Amerkan yapımı bir filmden, aile kavramı konusunda hassas ve korumacı Amerikan sinemasının Villeneuve’e çok özgür bir ortam sunmayabileceği sürpriz olmaz. Nitekim sırlar açığa çıktıktan sonra kritik noktalarda bulunan karakterlerin akıbetleri üzerine Hollywood taslağı dışında bir macera aramamış olması da bu can sıkıntısının başında geliyor.


Prisoners, uzun süresinin Amerikan dram standartlarından nemalanan bölümlerine rağmen, yine bu uzun sürenin evsahipliği yaptığı başarılı gerilim anlarına sahip. David Fincher’ın Zodiac filminde Robert Graysmith’in seri katil şüphelilerinden Bob Vaughn ile buluşma sahnesine benzer birkaç sahne mevcut filmde. Bu çağrışımın sırf Jake Gyllenhaal’dan kaynaklı bir durum olmadığını belirtmek gerek. Zira puslu ve yağmurlu bir Georgia kasabasında esrarı bir türlü çözülemeyen kayıp hikayesinin yarattığı psikolojik gerilimi Villeneuve’ün işleyiş biçimi, Fincher’a çok uzak sayılmaz. Bunun yanında hikayenin ana gövdesinden çıkan kısa rahip ve pedofil hadisesi ile, şüphelilerden Bob Taylor’ın tüyler ürperten konumu filme devinim katıyor. Her iki olayın da ince düşünülmüş yan dallar olduğu muhakkak.

Prisoners’ın ailevi, ahlaki, insani dokusunun da havada kalmadığı söylenebilir. Filmin başlarında Keller’ın oğluna verdiği, ona da babası tarafında verilmiş “en mühim şey hazırlıklı olmaktır” öğütünün, kızının kaçırılması gibi bir durumda hükmünü yitirişi çok manidar. Nükleer savaşlara, hatta kıyamete bile hazırlık yapan insanların kendi başlarına asla gelmeyeceğini düşündükleri olaylarla karşılaşmaları aslında hayata karşı ne kadar hazırlıksız ve çaresiz olduklarının göstergesi. Bu çaresizliği hazmedemeyen, polisten de beklediği çabayı göremeyen, bu yüzden kendi çiğ adalet anlayışını devreye sokan Keller’ın yaralı aslan misali adım adım kontrolden çıkışı filmin en etkili kanallarından biri. Hem olayı çözmek, hem de Keller’ı kontrol altında tutmak için çabalayan Dedektif Loki’nin bezgin ve mesafeli işlenişi de filmin tekinsizliğine katkı sağlıyor. Hazırlıksız yakalanılan bu durum karşısında eldeki tek şüpheli olan genç Alex Jones’a iki ailenin farklı tepkilerinin işkence olgusuyla test edilişi de başka bir tartışma boyutu yaratıyor.

Yöntemi ve gerekçesi kesinlikle tahmin edilemeyecek kaçırma olayının başta Keller olmak üzere ailelerde yarattığı tahribat, olayı yavaş yavaş saplantı haline getiren Loki’ye de benzer zararlar yüklüyor. Hakkında dedektif olduğu ve adının Loki olduğu dışında bir şey bilmediğimiz bu adam ile Keller’ın yaşadığı psikolojik çatışmadan da anlaşılacağı üzere, olayı en derinden yaşayan ile olayı çözmeye çalışırken empati geliştiren arasındaki gerilim filmin bir başka boyutu. Normalde fazla dikkat çekmeyen bu durum, sırf güçlü oyuncular sayesinde daha altı çizili duruyor. Ancak ilk paragrafta da belirttiğimiz gibi, izleyeni ikiye bölen finalden memnun kalanları anlayabilsek de, artık tarzından ötürü çıkmazları, ümitsizlikleri seven bir izlenim uyandıran Villeneuve’ün bu final için prodüksyonun üst kademelerden bir miktar baskı gördüğünü de hissedebiliyoruz ne yazık ki. Film Prisonniers adıyla bir Kanada / Fransa ortak yapımı olsa bu sonla biter miydi tartışılır.


Prisoners, Hugh Jackman, Jake Gyllenhaal, Viola Davis, Melissa Leo, Terrence Howard gibi üst düzey oyuncuları bir araya getiren bir film ve bunun meyvelerini toplamasını da biliyor. Bunlara Paul Dano, Maria Bello, David Dastmalchian isimlerini de ekleyebiliriz. Ama acılı ve ironik biçimde hazırlıksız baba Keller rolünde Hugh Jackman’ın yeri bir başka. Les Misérables ve The Wolverine gibi alakasız projeleri bir arada götürebilen yüksek kapasitesiyle burada da filmin en büyük kozu. Villeneuve ve Jackman ile birlikte Prisoners’taki bir diğer önemli isim de görüntü yönetmenliğini yapan yaşayan efsane Roger Deakins. Özellikle sözünü ettiğimiz gerilim sahnelerinde ustalığını hissettiğimiz bu efsane, 90’lar sonrasında çektiği sinema tarihine damgasını vurmuş bazı filmlerinin görkeminden uzakta daha sade ve boğuk bir anlatım seçerek bu filmin doğası için doğru isim olduğunu kanıtlamış. Son olarak Denis Villeneuve için Ole Bornedal, Chan-wook Park, Guillermo del Toro, Baltasar Kormákur, Fernando Meirelles gibi Hollywood’a transfer olmuş yönetmenlerden çok daha iyi bir Amerikan filmi çektiğini söyleyebiliriz.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Mio fratello è figlio unico (2007)


Yönetmen: Daniele Luchetti
Oyuncular: Elio Germano, Riccardo Scamarcio, Diane Fleri, Angela Finocchiaro, Massimo Popolizio, Alba Rohrwacher, Anna Bonaiuto
Senaryo: Antonio Pennacchi, Daniele Luchetti, Sandro Petraglia, Stefano Rulli
Müzik: Franco Piersanti

1960'laın sonu, İtalya... Accio alıngan, çabuk sinirlenen ve belalı bir tiptir. Her olaya sanki bir savaşa girermiş gibi yaklaşır ve ailesi kendisinden umudu kesmiştir. Kardeşi Manrico ise yakışıklı, karizmatik ve herkes tarafından sevilen, fakat aslında derinlerde kardeşi kadar tehlikeli birisidir. Biri komunist (Manrico), diğeri faşist (Accio) ideolojiye yakın duran iki tutkulu kardeş, taban tabana zıt politik görüşlerine rağmen birbirleriyle dayanışma halindedir. Bunun yanında Accio’nun ağabeyinin kız arkadaşı Francesca’ya ilgi duyup bunu kendi içinde gizlemesi de iki kardeş arasındaki başka bir dramatik açmazdır.

Siyaseten farklı saflarda yer alan iki kardeşin sancılı büyüme hikayesini anlatan sevimli bir İtalyan filmi Abim Evin Tek Çocuğu... Politik metin içeren bir filme “sevimli” yakıştırması pek sık yapılmaz. Ama filmin sağ ve solu derinlemesine politize ettiği de söylenemez. Zira üniversitelerde, sokaklarda ve aile içinde yaşanan karşıt görüş yansımalarından farklı bir söylemi bulunmuyor. Bunu bir handikap olarak görmemek gerek. Çünkü filmin bana göre temel duruşu 70’li yıllar İtalya’sının yoğun siyasi ortamından etkilenen iki kardeşten Manrico’nun sevgilisi Francesca ile, Accio’nun da hem Francesca, hem de faşist kocası hapse düşmüş orta yaşlı Bella ile olan ilişkisi dahil, tümüyle ilişkiler üzerine kurulu bir karakterde. Yani hem siyasetin, hem de aşkın romantizmine kanallar açmış tempolu ve bu temposu sayesinde neredeyse hiç ağırlaşmayan bir dram. Zaten sağ ve sol cephelerden hangisinin tarafında olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım.

Tüm siyasi farklılıklara rağmen birbirlerini gördükleri yerde güreş tutan, birbirleri için gerekirse siyasi duruşlarından bile taviz vermeyi göze alan iki kardeşin kardeşlik olgusunu ele alış samimiyetiyle de ayrı bir övgüyü hak ediyor. Bu samimiyeti de büyük ölçüde genç oyuncular Elio Germano, Riccardo Scamarcio’ya ve Antonio Pennacchi romanını perdeye uyarlayan yönetmen Daniele Luchetti ile birlikte Sandro Petraglia, Stefano Rulli'nin akıcı senaryosuna borçlu.