7 Aralık 2013 Cumartesi
Prisoners (2013)
Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Hugh Jackman, Jake Gyllenhaal, Viola Davis, Maria Bello, Terrence Howard, Melissa Leo, Paul Dano, Wayne Duvall, Dylan Minnette, Erin Gerasimovich, Kyla Drew Simmons, David Dastmalchian
Senaryo: Aaron Guzikowski
Müzik: Jóhann Jóhannsson
En son Incendies ile büyük bir çıkış yakalayan, haklı ödüllere, Oscar’a dayanan adaylıklara ve övgülere boğulan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, ilk kez Amerikan yapımı bir filmle boy gösteriyor. Prisoners, Şükran Günü yemeği için bir araya gelen Dover ve Birch ailelerinin küçük kızları Anna ve Joy’un kaybolmasıyla gittikçe derinlik kazanan bir polisiye gerilim. Baltasar Kormákur’un Reykjavik-Rotterdam filminin kötü Hollywood uyarlaması Contraband’i saymazsak ilk özgün uzun metraj yazım olan Aaron Guzikowski senaryosu, dram, gerilim ve polisiyeyi başarıyla kaynaştıran, gizemli yapısını katlayıp finale kadar taşıyan, bu tip filmlerin vazgeçilmezi sürpriz sonuyla da seyircisini ikiye bölen bir yapıda. Hatta bilmeyen birinin rahatlıkla bu senaryoyu Guzikowski’nin kendi işi değil, çok satan bir polisiye gerilim romanı uyarlaması sanabileceği türden.
Benzer yapımların 2.5 saate yayılmış gerekleri ve doğal olarak klişeleri filme genişçe yedirildiği için kimi seyirciye sıkıcı gelebileceği gibi, yine bu yedirmenin sonucu olarak filmin yere daha sağlam basıp, sırlarını sonuna dek taşıyabilmesinden ötürü Prisoners, 2013’ün en diri yapımları arasında sayılabilir. Denis Villeneuve’ün özellikle Polytechnique ve Incendies ile farklı kanallardan yakaladığı güçlü dramların yanında Prisoners’ın doğal olarak fazla Amerikan kalışı biraz can sıkmıyor değil. Zaten kayıp kızlar konulu Amerkan yapımı bir filmden, aile kavramı konusunda hassas ve korumacı Amerikan sinemasının Villeneuve’e çok özgür bir ortam sunmayabileceği sürpriz olmaz. Nitekim sırlar açığa çıktıktan sonra kritik noktalarda bulunan karakterlerin akıbetleri üzerine Hollywood taslağı dışında bir macera aramamış olması da bu can sıkıntısının başında geliyor.
Prisoners, uzun süresinin Amerikan dram standartlarından nemalanan bölümlerine rağmen, yine bu uzun sürenin evsahipliği yaptığı başarılı gerilim anlarına sahip. David Fincher’ın Zodiac filminde Robert Graysmith’in seri katil şüphelilerinden Bob Vaughn ile buluşma sahnesine benzer birkaç sahne mevcut filmde. Bu çağrışımın sırf Jake Gyllenhaal’dan kaynaklı bir durum olmadığını belirtmek gerek. Zira puslu ve yağmurlu bir Georgia kasabasında esrarı bir türlü çözülemeyen kayıp hikayesinin yarattığı psikolojik gerilimi Villeneuve’ün işleyiş biçimi, Fincher’a çok uzak sayılmaz. Bunun yanında hikayenin ana gövdesinden çıkan kısa rahip ve pedofil hadisesi ile, şüphelilerden Bob Taylor’ın tüyler ürperten konumu filme devinim katıyor. Her iki olayın da ince düşünülmüş yan dallar olduğu muhakkak.
Prisoners’ın ailevi, ahlaki, insani dokusunun da havada kalmadığı söylenebilir. Filmin başlarında Keller’ın oğluna verdiği, ona da babası tarafında verilmiş “en mühim şey hazırlıklı olmaktır” öğütünün, kızının kaçırılması gibi bir durumda hükmünü yitirişi çok manidar. Nükleer savaşlara, hatta kıyamete bile hazırlık yapan insanların kendi başlarına asla gelmeyeceğini düşündükleri olaylarla karşılaşmaları aslında hayata karşı ne kadar hazırlıksız ve çaresiz olduklarının göstergesi. Bu çaresizliği hazmedemeyen, polisten de beklediği çabayı göremeyen, bu yüzden kendi çiğ adalet anlayışını devreye sokan Keller’ın yaralı aslan misali adım adım kontrolden çıkışı filmin en etkili kanallarından biri. Hem olayı çözmek, hem de Keller’ı kontrol altında tutmak için çabalayan Dedektif Loki’nin bezgin ve mesafeli işlenişi de filmin tekinsizliğine katkı sağlıyor. Hazırlıksız yakalanılan bu durum karşısında eldeki tek şüpheli olan genç Alex Jones’a iki ailenin farklı tepkilerinin işkence olgusuyla test edilişi de başka bir tartışma boyutu yaratıyor.
Yöntemi ve gerekçesi kesinlikle tahmin edilemeyecek kaçırma olayının başta Keller olmak üzere ailelerde yarattığı tahribat, olayı yavaş yavaş saplantı haline getiren Loki’ye de benzer zararlar yüklüyor. Hakkında dedektif olduğu ve adının Loki olduğu dışında bir şey bilmediğimiz bu adam ile Keller’ın yaşadığı psikolojik çatışmadan da anlaşılacağı üzere, olayı en derinden yaşayan ile olayı çözmeye çalışırken empati geliştiren arasındaki gerilim filmin bir başka boyutu. Normalde fazla dikkat çekmeyen bu durum, sırf güçlü oyuncular sayesinde daha altı çizili duruyor. Ancak ilk paragrafta da belirttiğimiz gibi, izleyeni ikiye bölen finalden memnun kalanları anlayabilsek de, artık tarzından ötürü çıkmazları, ümitsizlikleri seven bir izlenim uyandıran Villeneuve’ün bu final için prodüksyonun üst kademelerden bir miktar baskı gördüğünü de hissedebiliyoruz ne yazık ki. Film Prisonniers adıyla bir Kanada / Fransa ortak yapımı olsa bu sonla biter miydi tartışılır.
Prisoners, Hugh Jackman, Jake Gyllenhaal, Viola Davis, Melissa Leo, Terrence Howard gibi üst düzey oyuncuları bir araya getiren bir film ve bunun meyvelerini toplamasını da biliyor. Bunlara Paul Dano, Maria Bello, David Dastmalchian isimlerini de ekleyebiliriz. Ama acılı ve ironik biçimde hazırlıksız baba Keller rolünde Hugh Jackman’ın yeri bir başka. Les Misérables ve The Wolverine gibi alakasız projeleri bir arada götürebilen yüksek kapasitesiyle burada da filmin en büyük kozu. Villeneuve ve Jackman ile birlikte Prisoners’taki bir diğer önemli isim de görüntü yönetmenliğini yapan yaşayan efsane Roger Deakins. Özellikle sözünü ettiğimiz gerilim sahnelerinde ustalığını hissettiğimiz bu efsane, 90’lar sonrasında çektiği sinema tarihine damgasını vurmuş bazı filmlerinin görkeminden uzakta daha sade ve boğuk bir anlatım seçerek bu filmin doğası için doğru isim olduğunu kanıtlamış. Son olarak Denis Villeneuve için Ole Bornedal, Chan-wook Park, Guillermo del Toro, Baltasar Kormákur, Fernando Meirelles gibi Hollywood’a transfer olmuş yönetmenlerden çok daha iyi bir Amerikan filmi çektiğini söyleyebiliriz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder