30 Mart 2012 Cuma

Young Adult (2011)


Yönetmen: Jason Reitman
Oyuncular: Charlize Theron, Patton Oswalt, Patrick Wilson, Elizabeth Reaser, Collette Wolfe, Jill Eikenberry, Richard Bekins, Mary Beth Hurt
Senaryo: Diablo Cody
Müzik: Rolfe Kent

Diablo CodyJason Reitman işbirliğinin ilk ürünü olan Juno, zekâsıyla ve kendini katmanlara ayırabilmesiyle sevimli bir bağımsız olmanın ötesine geçmiş, komedi/dram alanında belli bir ciddiyet çıtasını aşabilmiş bir filmdi. Gayet kötü Jennifer's Body tecrübesinden sonraki yeni Cody senaryosu Young Adult, lise yıllarının en popüler kızı olan, şimdilerde ise “young adult” tabir edilen kesime yönelik seri romanların hayalet yazarı olarak bir türlü sıçrama gerçekleştirememiş Mavis Gary’nin hikâyesini anlatıyor. Büyük şehirde kendine has bir yaşam standardı elde etmesine rağmen günübirlik ilişkilerle ve mesleki problemlerle umursamaz bir hayat sürdüren Mavis’in birgün aldığı bir mail sonrasında, evlenip kendi düzenini kurmuş olan lise aşkı Buddy Slade’i hatırlayıp onu tekrar elde etmek üzere Mercury kasabasına gidişinden yola çıkan senaryo rengini az çok belli ediyor. Ama bu rengi Juno kadar çeşitlendirip tuvale aktaramıyor.

Diablo Cody, bir zamanların zekâ özürlü American Pie türü yalapşap gençlik komedilerine alternatif olarak gelişen Twilight, The Hunger Games gibi young adult roman uyarlamalarının popülaritesinin uzağında gençliğini yaşayan (ya da yaşı genç, aklı olgun Juno ile yaşı geçkin, aklı ergen Mavis’in bünyesinde kendini arayan) senaryolar yazıyor. Yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyen büyükşehrin özgür kadını Mavis’in yaşadığı yalnızlık ve arayış üzerine, ergen hezeyanlarıyla belirlediği bir amaçla o yumurtaya geri dönme isteği tam da “young adult” bir hissiyat barındırıyor. Kanişinin adı bile “Dolce” olan, sık sık televizyonda Kardashian benzeri reality şovlar izlerken gördüğümüz, lisedeyken ayrıldığı erkek arkadaşını tekrar elde etmek için plân yapan 37 yaşında bir ergenin hissiyatı bu. Böylece Mavis’in geri dönüşü samimi bir öze dönüş hedeflemiyor. Ama Diablo Cody’nin Mavis’in bu şımarıklığını gerçek bir samimiyet duvarına çarptırmaması beklenemezdi. Nitekim filmin dramatik zirvesi olan parti bölümünde Mavis’in yaşadığı patlama, artık onun bir noktadan sonra o özden ne kadar koptuğuna (belki de o öze hiç ait olmadığına) ayna tutar şekilde öfke, kıskançlık, acıma duygularını bir araya topluyor.


Elverişli konusuna rağmen, Cody’nin iliştirmeye çalıştığı yan karakterlerin filmde Juno kadar iyi işlenmediği görülüyor. Zaten sadece lise yıllarında bir yanlış anlama sonucu trajik bir olay yaşayan ve kötü kalpli Mavis’in omzunda biten bir melekten başka fonksiyonu olmayan Matt’in varlığı öne çıkıyor. Lise yıllarında birbirlerinden kuyruk acıları olan şimdinin yetişkinlerinin pek de büyümediklerine vurgu yapmaya çalışan Cody, Mavis’in gerçek hayatta değiştiremediği imajının ve dışlanışının öcünü, yazdığı kitapta kendi kafasına göre kurgulamak suretiyle alma hırsının da altını çiziyor. Aslında bunun gibi daha katmanlı hale getirilebilecek pek çok detayı, Mavis ve onun sahip olma, kontrol etme ihtirasının gölgesinde bırakıyor. Bu bakımdan böyle bir plotun hakkından daha kapsamlı bir yazım ve özellikle Alexander Payne yönetimi gelirdi diye düşünmedim değil. Özellikle Thank You For Smoking ve Juno’daki dinamik üslubuyla çok beğendiğim Jason Reitman’da bir problem yok. Ancak daha dışadönük bir anlatım, daha renkli karakterler ve bu iki filmde kendini çok iyi ayarlamış temponun bir benzeriyle Young Adult daha güçlü hale gelebilirdi.

Dünyanın en güzel kadınlarından biri olan ve Oscar aldığı Monster’daki olağanüstü performansı ile oyunculuk gücünü de tescilleyen Charlize Theron, Mavis’in kendini beğenmiş, bencil, fesat, hırslı ve en önemlisi bunalımlı yönlerini neredeyse hiç özel bir çaba göstermeksizin seyirciye geçirebiliyor. Parti sahnesinde kasaba sakinlerinin önünde öfkesini dışavurduğu bölümde her ne hissettiysek, Mavis’in gerçekte varolduğuna büyük oranda bizi inandırmayı başaran Theron sayesindedir. Orijinal olmasa da iyi bir fikre sahip Young Adult’ın ne yazık ki en pozitif yanı da kendisi. Amerikan bağımsız sinemasının iyi örnekleriyle karşılaştırdığımızda biraz daha ruhu olan, Mavis haricindeki karakterleriyle de ayakta durabilmesine ihtiyaç duyulan iddiasız bir yapım. Hatta kaçırılmış bir fırsat.

24 Mart 2012 Cumartesi

The Grey (2011)


Yönetmen: Joe Carnahan
Oyuncular: Liam Neeson, Dermot Mulroney, Frank Grillo, Dallas Roberts, Joe Anderson, Nonso Anozie, James Badge Dale, Ben Bray, Anne Openshaw
Senaryo: Ian Mackenzie Jeffers, Joe Carnahan
Müzik: Marc Streitenfeld

Ian Mackenzie Jeffers’ın Ghost Walker adlı kendi kısa hikâyesini yönetmen Joe Carnahan ile birlikte senaryo haline getirdiği The Grey, Alaska’da bir petrol şirketinde çalışanların bindiği uçağın bilinmeyen ıssız bir bölgede düşmesinin ardından kurtulan yedi kişinin soğukla ve aç kurtlarla girdiği yaşam mücadelesini layığıyla işlemiş bir yapım. Bu mücadelede benzerleri bulunan bazı insanüstü gayret öykülerinin aksine, kurmaca bir hikâyeyi ucuz kahramanlık numaralarıyla süsleyip, gereksiz aksiyon tantanası yaratmaktan kaçınmış, sürükleyici gerilim faktörleri ve talihsiz karakterleriyle varolmayı seçmiş olması gayet tatminkâr. Uçak kazasından kurtulup kurtlar sofrasına ve dondurucu soğuğa düşen yedi kişinin teker teker avlanması fikri, yaratık slasherlarının sıkça başvurduğu bir yöntem olsa da, The Grey birtakım özellikleriyle bu yöntemi sıkıcılıktan ve tahmin edilebilirlikten bir nebze kurtarmış, hatta bazı sahneleriyle özgün hale getirmiş denebilir.

The Grey, giriş ve gelişme yönünden benzerlerinden kabaca farklılıklar taşımıyor. Ancak stüdyo yerine gerçek mekânlarda çekilen film, bu atmosferin sağladığı tedirgin ruh halini seyirciye giydirmeyi başardığı gibi, kurtlara yem olma korkusunu hep ensesinde hisseden, bunu bize de hissettiren karakterlerle özdeşleşebilmemiz yönündeki avantajını iyi kullanıyor. Bunların üzerine bu karakterlerin geride bıraktığı eş, dost, çoluk çocuk unsurlarını da katınca işini daha da kolaylaştırıyor. Fragman aldatmacasına kapılarak kesintisiz aksiyon bekleyen kitleyi hiç de tatmin etmediği sosyal medyadan anlaşılan film, aslında içinde oldukça iyi çekilmiş sahneler ve derinlik arayışında güçlü bir dram barındırmakta. “Teker teker avlanma” klişelerini doğayla insanoğlunun giriştiği sonucu belli bir yaşam savaşının kaçınılmaz evreleri olarak değiştirme gayreti için bile izlenmesi gereken bir film iken, sürekli üzerine bir şeyler koymaya çalışması, yine kan dolu aksiyon beklentisi içindeki bu kitlenin “kısa hikâyeyi uzatma hamleleri” şeklindeki suçlamalarından kurtaramamış.


Filmin bir tarafında 2007’deki Death Sentence ile yine belli bir rota üzerinde yürümesine rağmen, The Grey’deki fark arayışını andıran oynamalarla güçlü bir intikam romanını uyarlayan Jeffers var. Diğer tarafında ise özellikle 2006 yılı yapımı Smokin' Aces ile aksiyonun anasını ağlatan, buna karşın şaşırtıcı derecede özgün bir çekicilik yakaladığını düşündüğüm Joe Carnahan (The A-Team gereksizliğini saymıyorum) bulunmakta. İşte bu ikiliden beklenen de normalde bu hayatta kalma hikâyesini olabildiğince bol kanlı, efektli, kahramanlık gösterili biçimde perdeye aktarmak olabilir. Oysa can çekişen bir adama “birazdan öleceksin” dürüstlüğünde bulunan, tüm olumsuz şartlar altında bile huzurlu anlar yaratabilen, kazazedelerin geride bıraktıkları hayatlarında özlediklerini samimice dile getiren, güzel bir manzaraya bakarak ölmek isteme ayrıcalığını kutsayan bir derinlik yaratmak istedikleri açık. Ölüme ve ona bağlantılı olarak inanç kavramına yönelik basit felsefi yaklaşımlarıyla da bu derinliği anlamlandırmaya çalışıyorlar.

60’ını deviren Liam Neeson’ın bu tür rollerin altından başarıyla kalkması onu hâlâ aranılan bir oyuncu yapıyor haklı olarak. Senaryoda her ne kadar Ottway’in intihar eğilimli bir keskin nişancıdan yaşam savaşı veren bir grup insanın liderliğine geçişi çok tez görünse de, sık sık hatırladığı karısına olan bağlılığı düşünülünce etrafındakilere “hayatında ölmeyi değil de biraz daha yaşamayı istemeni sağlayan her ne varsa onun için mücadele etmelisin” öğüdü vermesi çok da mantıksız durmuyor. Bunun “survival of the fittest” (güçlü olanın ayakta kalması prensibi) ile birleştirilmeye çalışılması, nihilist çıkışlar ve Tanrı inancının “zaten inanılmayan bir kavrama kızılması” şeklinde klişelenmesi de sakillik yaratmıyor. Çünkü filmin teoride ve pratikte yarattığı soğuk iklim, içinde her türlü mücadele fikrini barındıracak steril ortamlar yaratıyor. Bu yüzden muğlak bırakılmak istenen finalde ayakta kalanın kim olacağının değil, mücadelenin kendisinin önemi, anlamını daha iyi buluyor bana göre. Yazıların bitişinden sonraki gereksiz birkaç saniyelik görüntü bile bu duruşa zarar veremiyor.

20 Mart 2012 Salı

Delhi Belly (2011)


Yönetmen: Abhinay Deo, Akshat Verma
Oyuncular: Imran Khan, Vir Das, Kunaal Roy Kapur, Poorna Jagannathan, Shenaz Treasury, Paresh Ganatra, Vijay Raaz, Kim Bodnia, Bugs Bhargava
Senaryo: Akshat Verma
Müzik: Ram Sampath

Gazetecilik yapan ve yakında güzel ve varlıklı nişanlısı Sonia ile evlenecek olan Tashi, fotoğrafçılık yaparak ona yardımcı olan Nitin ve karikatürist Arup aynı evi paylaşan üç arkadaştır. Birgün Sonia, kuryelik yapan arkadaşı hastalanınca onun yerine bir defaya mahsus Rus kurye Vladimir’den bir paket alır ve paketi gideceği yere teslim etmesi için nişanlısı Tashi’den yardım ister. Tashi bu teslim işini midesi kötüleyip motoru bozan Nitin’e, Nitin’de kız arkadaşı tarafından terk edilen Arup’a yıkınca büyük bir karışıklık yaşanır. Pakette çok değerli elmaslar vardır ve Hint mafyasından Cowboy da paketin peşindedir.

Henüz ikinci filmini çeken Abhinay Deo ile ikinci senaristliği ve ilk yönetmenliğini yapan Akshat Verma’nın beraber yönettikleri Delhi Belly, çok sıkı bir suç/komedi yapımı. Guy Ritchie ve Quentin Tarantino referanslarının (bu film için özellikle Edgar Wright’ı da eklemek isterim) sıkça geçtiği bu tarz filmlerden komedi yanı ağır basanları arasında belki de en işini bilen örneklerden biri sayılabilir. Dostluklarından sual olunmayacak renkli üç ana karakter, karizmatik mafya lideri, onun avanak adamları, Tashi’nin aşkına aday iki kadın, uçkuruna hâkim olamayan sevimli bir ev sahibi, beceriksizlikler, tesadüfler, zeki espriler, birbirine ustaca monte edilen ayrıntılar, şahane müzikler, toz, duman, kovalamaca, elmas dolu bir matruşka ve bir Bollywood yapımının olmazsa olmazı nefis final dansı. Bu malzemeleri elinden gelen en iyi şekilde bir araya getiren hınzır senaryo, hemen her detayı düşünüp varlık sebeplerini komedi gereklerine samimi şekilde uydurmaya gayret eden bir yapıda.


Görüntü işçiliği mükemmel bir jeneriğe sahip film, bu sanatsal işçiliği daha mainstream bir kalıba dökerek, yerinde duramayan senaryosunu da aynı karakterdeki kurgusuyla bir bütün haline getirerek tepeden tırnağa sürükleyici bir hale sokuyor. Delhi’nin arka sokaklarından lüks mekanlarına kaşla göz arasında gelgitler yapan yönetmenler, sadık kaldıkları komedi/suç virajlarıyla örülü hikâyelerinin fonunda sahip oldukları güçlü yönetmenlik becerilerini sergilemekten geri durmuyorlar. Üç arkadaşın Cowboy ve adamlarının elinden kurtuldukları, Arup’un kendisini terk eden sevgilisinin düğününü Disco Fighter olarak bastığını hayal ettiği, Tashi ve Menaka’nın belâlı eski sevgiliden kaçtıkları, yine üç arkadaşın Menaka ile birlikte kendilerini kazıklayan kuyumcuyu soydukları ve kahramanlarımızın mafyayla otel odasında rehine – elmas takası yaptıkları sahneler ve tabiî matrak olduğu kadar romantik öpüşme sahnesi iç dinamiği sağlam komedi/aksiyon duygusu barındıran müthiş anlar.

Bollywood’un 90’lardan beri en etkin oyuncularından, 2000’lerden itibaren de yapımcılarından biri olan Aamir Khan’ın prodüktörleri arasında bulunduğu Delhi Belly, genç ve yetenekli oyuncu kadrosunun her şeyinden faydalanmasını da bilmiş bir film. Özellikle senaryoyu tek başına yazan ve Abhinay Deo ile birlikte yöneten Akshat Verma’nın çok hoş bir ilk filme imza attığını tekrar vurgulamak gerek. Kendi endüstrisini kurup kendi yağıyla kavrulan Bollywood’un böyle filmler çektiğini gören Hollywood’un hasetle tırnaklarını yediğini hayal etmek de zor değil.

16 Mart 2012 Cuma

Cashback (2006)


Yönetmen: Sean Ellis
Oyuncular: Sean Biggerstaff, Emilia Fox, Michelle Ryan, Michael Dixon, Michael Lambourne, Jay Bowen, Stuart Goodwin
Senaryo: Sean Ellis
Müzik: Guy Farley

Hep bir ressam olmayı isteyen Ben Willis, acı veren bir ayrılığın sonrasında uykusuzluk çekmeye başlar. Aklını başka şeylerle meşgul etmek ve boş zamanını değerlendirmek için bir süpermarketin gece vardiyasında çalışmaya karar verir. Sekiz saatlik sıkıcı mesai ile baş etmek için, iş arkadaşlarının her biri “zaman takası” adlı sanatta kendilerini geliştirmiştir. Bu markette en büyük düşman insanın saatidir ve ona ne kadar çok bakılırsa zaman o kadar yavaş akar. Saatlerin çabuk geçmesini sağlamak için Ben'in izlediği yol, zamanı durdurmaktır. Bu yolla çevresindeki birçok güzelliğin farkına varan Ben'in ilgisini, özellikle kasiyer Sharon çekecektir.

Moda fotoğrafçılığından gelme İngiliz Sean Ellis, 2004’te Cashback’i önce kısa film olarak çekmiş, 2006’da Oscar’a aday olmuş, çeşitli festivallerde de tam 6 ödül kazanmıştı. Kısa filmleri uzun metraja dönüştürmek ilk bakışta zor görünebilir. Çünkü yaklaşık 20-25 dakikada anlattığınız hikâyenin öncesini, hatta sonrasını da hesaba katmış olmanız gerekebilir. Aceleci davranmak, kısa süre içinde olay ve karakter yığınakları yaparak hantallaşmak mümkündür. Dillendirilen ya da izleyene hissettirilen alt metin güçlü olmalıdır. Kendine has bir disiplini, yine kendine has bir özgürlükle buluşturan kısa filmlerin başarısız olması için bir neden yoktur aslında. İşte bu yüzden sığ kalmış bir sürü kısa film arasından sivrilenler temelde bu yeteneklere sahip olduklarından, kimilerinin 1,5-2 saatte anlatmak için debelendiklerinden daha kısa sürede, daha etkili biçimde anlatma başarısı göstermişlerdir.

Ancak Cashback için durum biraz farklı görünüyor. Çünkü uzun Cashback’ten önce çekilen kısa Cashback’e baktığımızda, karşımızda gayet iyi bir kısa görünüyorken, tersi durumda o kısayı beğenmeme ihtimali de belirebiliyor. Bunun doğal bir sonuç olması şaşırtıcı değildir. Uzun metrajın avantajları da fazladır. Yine de bu avantajları kullanamayan uzatılmış versiyonların hantallaşıp sıkıcılaşması tehlikesine rağmen uzun Cashback bunu tama anlamıyla avantaja çevirmiş bir film.


Haksız rekabet gibi olacak ama tavsiyem önce uzun Cashback’in izlenmesi yönünde. Çünkü Sean Ellis’in senaryosu o kadar derinlikli ve zengin ki, kısa versiyonda aceleye getirilmiş ve sayfaları atlayarak okunmuş bir kitap gibi bulabilirsiniz. Gerçi kısa filmde Ellis bunu hissettirmemeye çalışmış. Uzun versiyona getirilen eleştirilerden biri, böylesi kişisel bir mutluluk, estetik ve anlam arayışının zamanla klişe romantik komediye kayması, bu sayede film boyunca sarfettiği alımlı sözleri tema yönünden havada bırakması yönünde. İşin romantik komediye dönüşmeye başlaması kısmen doğru olsa da, o romantizmin sulandırılmamış ince bir mizahla yıkanması, özellikle Ben’in monologlarında hissedilen sadeleştirilmiş felsefi metnin sağladığı ayrıcalık, Cashback’i geleneksel romantik komedilerden farklı zeminlere kaydırıyor.

Üniversitede sanat bölümü öğrencisi olan Ben’in kız arkadaşından ayrılması, boşluğa düştükten sonra bir süpermarkette işe girmesi, orada tanıştığı Sharon ile yakınlaşması, yanlış anlamalar, komik yan karakterler hepsi kabaca bu geleneği çağrıştırmakta. Ama gerek Ben’in zengin fantezileri, gerekse bize de yansıtılan geçmişinin beslediği olgunlaşmış hayata bakış şekli güçlü yorumlarla şekilleniyor. Bu ciddi, olgun, aynı zamanda şiirsel havaya eklenen komik, hatta karikatürize edilmiş yan karakterlerin sağladığı denge her filmde tutmayabiliyor. Cashback’teki bu kaynaşma filmin ciddiyetine hizmet eder nitelikte ve bir o kadar da eğlenceli. Üstelik tüm bunlar olurken filmin hücrelerine sinmiş hüznün hep hissediliyor olması da bu keyif veren karışıma ayrı bir renk katıyor.


Cashback'in belli bir süre sergilediği dağınık tutumun aslında ne kadar derli toplu olduğunu kanıtlayabilecek zeki bir hamuru var. Kız arkadaşından ayrılan Ben’in hayatında uykusuzlukla birlikte, onunla geçirdiği saatlerin boşa çıkmasıyla bir boş zaman bolluğu belirmesi ve bu boş zamanı süpermarkette çalışarak değerlendirmek istemesinin ardında yatan sebepler biraz tanıdık gelebilir. Harçlığını çıkarmak, kafasını başka uğraşlarla dağıtmak, bir işe yaradığını hissetmek vs. Belki de hepsi. Ama bir anda kucağında 8 boş saat bulan Ben’in esas amacı, o saatleri kendi güzellik algısı ile takas etmek. İlk bakışta bir film teması için fazla zorlama gibi görünse de Sean Ellis, senaryosunu detaylandırdığında verdiği örnekleri stilize bir komedi dramla çok iyi buluşturuyor. Üstelik zaman kavramı ile ilgili söylemek istediklerini sadece Ben ile değil, süpermarkette türlü çılgınlıklarla vakit doldurmaya çalışan elemanlar yanında, mesaisi içinde tüm saatlere bakmayı kendine yasak eden kasiyer Sharon ile de anlatıyor. Üstelik Ellis’in fantezileri arasında zamanı doldurmak kadar durdurmak da var.

Ben’in istediği anda zamanı durdurabilme fantezisi, özellikle uzun süpermarket sekansı ile filmi büyük ölçüde amacına ulaştırıyor. Ben’in etkileyici monoloğuyla ilerleyen bu bölümle amacının kadın bedenine övgü olarak algılanması kaçınılmaz. Bu kadar övgü dolu bir yaklaşımın Cashback’in geneline hâkim görünmesi, Ben dışındaki erkek karakterlerin saf, karikatür ve güvenilmez oluşlarını sivriltse de, zeki ve olgun senaryonun tamamen Ben odaklı olmasından dolayı bir balans söz konusu. Herhangi bir cinsin diğerine olan üstünlüğü sadece güzellik ve estetik anlamında kendini gösteriyor ki, bu üstünlüğün kadında olduğunu hemen her erkek kabul edecektir. Yine de seyirci benzer çıkarımları ve daha fazlasını filmin satır aralarından bulup çıkaracaktır.


Filmin genç ve sevimli oyuncu kadrosu, büyük performanslar sunmasalar da fiziksel görünümleri ve mütevazi oyunculuklarıyla filmi güçlü duruşunu taşıyabilen karakterdeler. Bu açıdan doğallık kozunu da çok iyi kullanabiliyorlar. Zaman zaman üzerinde fazla ağırlık bulunan Ben’in daha diri bir oyuncu tarafından canlandırabileceği düşüncesi belirse de, Sean Ellis’in yarattığı bu atmosfere giren tüm oyuncuların bir süre sonra yakaladıkları sempati zahmetsizce kabul görüyor. Ama Cashback’te yeşerttiği ümitleri, yine yazıp yönettiği 2008 tarihli The Broken adlı kötü bir fantastik gerilimle beklemeye alan Sean Ellis, tek atımlık bir sinemacı olmadığını kanıtlamak zorunda. 2012’de Metro Manila adlı bir gerilimle dönüş hazırlığındaki Ellis, işin içinde “gerilim” olunca kafa karıştırmıyor değil. Oysa onun için şimdilik en iyi tarz Cashback’in naif komedi üslubu gibi duruyor.

11 Mart 2012 Pazar

Texas Killing Fields (2011)


Yönetmen: Ami Canaan Mann
Oyuncular: Sam Worthington, Jeffrey Dean Morgan, Jessica Chastain, Chloë Grace Moretz, Stephen Graham, Sheryl Lee, James Hébert, Jason Clarke, Annabeth Gish, Jon Eyez
Senaryo: Don Ferrarone
Müzik: Dickon Hinchliffe

Gerçek olaylardan esinlenen filmde, Texas eyaletindeki League City yerel polis dedektiflerinden Mike Souder (Sam Worthington) ve New York'tan gelen ortağı Brian Heigh (Jeffrey Dean Morgan), kadın kurbanlarının bedenlerini çalılıklara atan bir seri katilin izini sürerler. Fakat katil bir anda yön değiştirir ve bu sefer kendisini izleyen polisleri hedef alır. Her cinayet mahallinde kendisinden bir iz bırakır ama dedektiflerden hep bir adım önde olmayı da başarır. Berduş annesi ve yarım akıllı ağabeyiyle yaşayan Anne Sliger (Chloë Grace Moretz) kaçırılınca, iki dedektif küçük kızı öldürmeden önce onu bulmak için seferber olurlar.

Usta sinemacı Michael Mann’ın kızı Ami Canaan Mann’ın 10 yıl aradan sonra yönettiği ikinci uzun metraj olma özelliği taşıyan Texas Killing Fields, 60 yıl kadar önceye dayanan kadın cinayetleri ve bu cesetlerin bulunduğu alanlara verilen isimden esinlenerek yazılmış bir film. İlk senaryosunu yazan Don Ferrarone’un rotası belli seri katil yapımlarından etkilendiği kadar, kara film sınırları içinde özgün durabildiği anlar da mevcut. Ama filmin öyle başarılı bir kurgusu var ki, bu senaryo kendini en iyi biçimde o kurguda ifade ediyor. Başlar başlamaz içine çeken gizem, sanki parçaları sonradan bulunup yerleştirilecek bir bulmaca kokusu yayıyor. Haliyle bu tarza meraklı seyirciyi baştan tavlamayı başarıyor. Soruşturma süreci, şüpheliler, yeni cinayet teşebbüsleri, kendini bu seri cinayetleri çözmeye adamış kanun adamları, bu durumun onların özel yaşamlarına yansımaları, hepsi bu alışıldık senaryo yapısında bir şekilde filmde yerini alıyor.


Fakat Ferrarone’un bu alışkanlıkları eğip bükmek amaçlı birtakım gayretleri, Mann’ın bu gayretleri görerek bağımsız karaktere sahip etkileyici bir sinema diliyle biçimlenen anlatımı, filmi birçok benzerinin yanında daha orijinal kılıyor. Bir süre iyi polis-kötü polis yavanlığı sinyalleri veren dindar Brian ve asabi Mike’ın fazla renk vermediği halde sakince hissettirilen dostlukları, bir kurbanını vahşice öldüreceğini beklerken elinden kaçıran katil, hedef şaşırtma gibi görünen şüpheliler klişesi sandığımız bir başka durumun aslında suç batağına dönmüş League City’nin kötü kaderine vurgu yapması ve tabiî katilin akıbeti, bu gayretlerin olumlu sonuçlarını oluşturuyor. Uğruna Amerika’nın savaşlar çıkardığı petrolün tam ortasında yaşanan sefalet ve kirlenmişliğe tutulan bir ayna olarak film, karakterlerin zaman zaman dile getirdiği o kaosu, yozlaşmayı ve bıkkınlığı (çıkardığı bazı taşkınlıklara rağmen) ağırbaşlı bir üslupla hissettiriyor.

Aksiyon donukluğu bâki olan Sam Worthington, güçlü ve inandırıcı bir oyun çıkaran Jeffrey Dean Morgan, son zamanların aranan aktrisi Jessica Chastain ve geleceğin (hatta şimdinin) etkin yıldızlarından biri olacağına emin olduğumuz Chloë Grace Moretz filmi sırtlayan isimler. The Piano, Once Were Warriors, Lone Star (ki bu filmle Texas Killing Fields arasında ruhani bir bağlılık da hissetmedim değil), In My Father's Den, The Painted Veil gibi hatırı sayılır filmlerin İngiliz görüntü yönetmeni Stuart Dryburgh ve yine İngiliz müzik grubu Tindersticks’in yaylılarından sorumlu Dickon Hinchliffe’in filmin noir ambiyansına tam oturan notaları genel havayı koruyan bütünlükte. Ama film toplamda bir yönetmen filmi sayılır ve Ami Canaan Mann, aynı zamanda filmin yapımcılarından olan babası Michael Mann’ın “big movie” mantığından farklı olarak daha mütevazi bir konumda. Üstelik bu mütevaziliğini gizemli bir hikâyeyi aynı gizemlikte işleyerek gösteriyor. Ruhu olan ve o ruhu elinden geldiği kadar filmine aktaran bir sinemacı kimliği edinmeyi başarıyor Mann.

7 Mart 2012 Çarşamba

Rango (2011)


Yönetmen: Gore Verbinski
Seslendirenler: Johnny Depp, Isla Fisher, Ned Beatty, Abigail Breslin, Bill Nighy, Alfred Molina, Stephen Root, Ray Winstone, Timothy Olyphant, Harry Dean Stanton
Senaryo: John Logan, Gore Verbinski, James Ward Byrkit
Müzik: Hans Zimmer

Animasyon teknolojisinin yükselişiyle birlikte uzun bir süredir hedef kitleleri de farklılıklar göstermeye başladı. Bununla beraber artık senaryolar en az işin teknik ve estetik yönü kadar önem kazandı. Normalde çocuklara yönelik animasyonlarda komik karakterler üzerinden iletilen mesajların daha basit ve doğrudan olması tercih edilirken, yine komik karakterler, konuşan hayvanlar, oyuncaklar, yaratıklar kullanılarak çok daha ciddi, sosyal, politik ve çevreci duyarlılığa sahip mesajlar içeren senaryolar artmaya başladı. Üstelik her şey sadece mesaj vermekten ibaret değil. Konu olarak kendi ayakları üzerinde durabilen, yetişkin filmlerin temsil ettiği türler arası sıçramalar yapabilen, bu filmlere anlamlı göndermeler yapan, hatta profesyonel mimik ve vücut oyunculuğunun tekniklerini uygulayabilen işler ortaya çıktı. İşte Gore Verbinski’nin John Logan ile yazıp kendisinin yönettiği Rango da bu tanımları barındıran yılın en iyi animasyonlarından biri.

Birkaç fanus aksesuarıyla yaşadığı yalnızlığa hapsolmuş evcil bukalemun Rango’nun bir yolculuk sırasında kazara arabadan düşüp kaybolduğu çöl kasabasında halkın umudu haline gelişini anlatan film, hazır bir şablon üzerinden harikalar yaratıyor. Bu şablonun özünde Sergio Leone, Sam Peckinpah, John Huston westernleri, hatta daha geriye gidersek Akira Kurosawa ve Cervantes’in pek çok westerne ilham vermiş klâsik kahramanlık öyküleri bulunmakta. Kahramanlık vasıfları olmadığı halde varmış gibi yapan, fakat içine düştüğü güç durum ve geçtiği zorlu süreç sonrası içindeki potansiyeli keşfederek bu vasıfları elde eden karakterlerle dolu sinema tarihi bu şablondan vazgeçmiyor. Çünkü bu filmlerde zalimin zulmü altında ezilen halkın bel bağladığı umudu seyirci olarak hissetme hazzı hiç eksilmiyor.


Per un pugno di dollari, High Noon, Seven Samurai, ¡Three Amigos!, Matrix, hatta bazı Kemal Sunal filmleri gibi farklı türlere esin kaynağı olmuş “ezilen halkın umudu zoraki kahraman” öyküsünün bu denli popüler oluşunun sebepleri belli. Her zaman ve her türe uyarlanabilecek, içine değişik renkler katılabilecek, siyasi ve sosyal eleştiri zemini sağlam, hem bireyin, hem de toplumun derinine inebilen felsefi okunuşları bulunan bir plot bu. Kahramanın motivasyonları farklılıklar gösterse de buluşulan ortak payda aynı. Matrix’te Neo’nun insanoğlunu köleleştirmek isteyen yapay zekâya, Unforgiven’da William 'Bill' Munny’nin kasabanın zorba şerifine, ¡Three Amigos!’da kasabalıların silahşör sandığı üç şaşkın aktörün Meksikalı çeteye, Yedi Bela Hüsnü’de Hüsnü’nün arazi mafyası Malik ve adamlarına karşı duruşunda hep aynı ortak ruh vardı. Kahramanlığa soyunanların motivasyonları dünyayı kurtarmaktan tutun da sevdiği kızı tavlamaya kadar çeşitlilik içeriyor. Amaç ne olursa olsun, asıl mesele kahramanın başta bir oyun gibi gördüğü ya da ait olmadığı çevre içinde kendi sıradanlığını reddedip, o sıradanlığın içinde kendisine olan saygısını kazanarak hem özünün, hem de ezilen halkın umudu haline gelişinin kutsanması.

İnsanoğlunun yeni bir politik lideri, yeni bir teknik direktörü ya da yeni bir köy muhtarını kurtarıcı olarak görme eğilimlerinden beslenen bu filmler, ait oldukları dönemin sosyal, politik, ekonomik koşullarının yarattığı kötülerin suistimallerine, manipülasyonlarına, baskılarına bu kahramanlar özelinde cevap vermeye çalışırlar. Bu kaynaklardan faydalanan Rango’nun animasyon orijinalliği dışında bu filmlerden farkı yok. Belki fazlaca western klâsiklerinden alıntılar, göndermeler, saygı iletileri mevcut. (Bir dolu Johnny Depp filminin de bu göndermelerden nasibini aldığı görülmekte.) Fakat sahip olduğu bazı avantajlar, gerçek insanların rol aldığı filmlerden daha etkili bile olabiliyor. Çünkü gerçeküstü bir üslup, her iki oyun alanına da rahatlıkla girip çıkabiliyor.


Rango’nun düştüğü Dirt kasabası su sıkıntısı çekmekte ve kasaba sakinleri de haliyle sürüngenler, kemirgenler gibi susuzluğa diğer canlılardan daha dayanıklı hayvanlardan oluşmakta. Ancak onların bile canını burnundan getiren bu sıkıntı, su bankasını ve bankada şahıslara ait açılmış su hesaplarını yaratmış. Bu büyük sermayeyi elinde tutan kasabanın kötü kalpli belediye başkanının rant amaçlı büyük plânları var. Biraz da şansının yardımıyla kasabaya korku salan şahini etkisiz hale getiren kasabanın yabancısı Rango (ki bu adı da barda gördüğü içki şişesinin etiketinden kendine uyduruyor), bir anda halkın güvendiği bir figür haline geliyor. Bu sayede belediye başkanının da dikkatini çekince ve başkan da bu güvene istinaden onu şerif yapınca taşlar yerine oturmaya başlıyor. Başkanın, halkı umut oyuncağıyla oynatsın diye başa getirip iplerini kontrol ettiği Rango, gerçekten halkın umudu olmaya kalkınca başkanın kendi başına açtığı bir belâ haline geliyor. İşte toplumun sosyal yapısındaki birtakım zaaflardan faydalanan, varlık içinde yokluk yaşatarak halkı terbiye etmeye çalışan, onların umut açlığını sömüren, bu açlığı bir kahraman vasıtasıyla kontrol altında tutup istediği gibi at oynatan politikacı figürünün dünyanın hiçbir köşesine yabancı olmaması, her kim olursa olsun, onun karşısındaki kahramanı bizden biri yapıyor.

Rango’nun bir bukalemun oluşuyla “ortama uyum sağlama” dürtüsünün işleniş biçimi sözü edilen avantajlara çok anlamlı bir örnek. Onun başlarda gerçekten ortama uyum sağlamak zorunda bırakılmış bir piyon, sonradan da o ortamı yaratan sistemin karşısına çıkma cesareti bulmuş bir kahramana dönüşmesi, yani fiziksel olarak uyum sağladığı çeşitli ortamlardan birinin mutlaka onun gerçek kişiliğinin uyum sağlayacağı bir ortam oluşu gerçekten çok anlamlı. “Hiç kimse kendi kaderini terk edemez” romantikliği ve kaderciliği de işin sevimli kahramanlık sosu olarak kalıyor. Kahramana kendini keşfetmesi yönünde ipuçları sunan Roadkill’in felsefi öngörüsü, tek başına ezici sisteme karşı dik duran Beans’in arazisini belediye başkanına satmamak için gösterdiği zayıf ama dirençli emekçi kararlılığı, işi bittikten sonra “devrinin kapandığı” gerekçesiyle yine başkan tarafından bir kenara atılan silahşör Jake’in cesarete ve onurlu mücadeleye karşı duyduğu silahşör saygısı, dört kişilik karamsar baykuş mariachi’sinin enfes mânileri ve tabiî haklı mücadelelerinin farkına varan kasaba halkı, epik bir kahramanlık hikâyesinin etrafını en doğru şekilde sarmış diğer unsurları oluşturuyorlar.


En İyi Animasyon dalında haklı bir Oscar kazanan film, Gladiator, The Last Samurai, Sweeney Todd, The Aviator, Hugo gibi senaryolarda ismi geçen John Logan’ın yönetmen Gore Verbinski ile birlikte yazdığı hikâyeden yola çıkmış hoş bir modern western. Modernliği elbette konusundan ve onun artık ezberlenmiş rotasından değil, animasyona dayalı orijinal atmosferinin renk ve karakter cümbüşünü yetişkinliğe dair çok ciddi iyi-kötü, zayıf-güçlü, halk-iktidar, su-petrol ilişkilendirmelerinde takındığı ciddiyeti güçlü bir mizahla yoğurmasından kaynaklanıyor. Tek filmle kalması gerektiğini düşündüğüm Pirates Of The Caribbean serisinin ilk üç filmiyle önceki kariyerini gişe oburluğuna tercih ettiğini düşündüğüm Verbinski, kendisinden beklenmedik bir hamleyle çok şık bir animasyon sayesinde “Oscar’lı Yönetmen” olarak haklı bir başarıya imza atıyor.

Johnny Depp, Alfred Molina, Bill Nighy, Ned Beatty, Ray Winstone gibi fizikleri kadar sesleriyle de birer kimlik sahibi olan aktörlerin seslendirmeleri karakterlerin boyutlarını arttırıyor. Şahane atmosferleriyle WALL•E ve How To Train Your Dragon’a da sinematografik danışmanlık yapan usta görüntü yönetmeni Roger Deakins’ın ve bir başka usta Hans Zimmer’in “Batının Ruhu”nu yakalayan müziklerinin payı da unutulmamalı. Rango sadece yılın en iyi animasyonu değil, aynı zamanda yılın en iyi filmlerinden biri.

4 Mart 2012 Pazar

Tenacious D: The Pick Of Destiny (2006)


Yönetmen: Liam Lynch
Oyuncular: Jack Black, Kyle Gass, JR Reed, Tim Robbins, Ben Stiller, David Grohl, Ronnie James Dio, Meat Loaf, John C. Reilly, Troy Gentile, Amy Poehler
Senaryo: Jack Black, Kyle Gass, Liam Lynch
Müzik: Tenacious D, Andrew Gross, John King

Dünyanın en büyük rock grubu Tenacious D, sinyallerini dünyanın en iyi rock şarkısı olan Tribute için çektikleri ve dünyanın en iyi klibiyle verdikleri, tüm zamanların en büyük filmini nihayet çektiler. JB (Jack Black) ve KG (Kyle Gas)’den kurulu grup kendi isimlerini verdikleri dünyanın en çok satan albümlerinin ardından Tenacious D: Pick Of Destiny başyapıtının müziklerinden oluşan ikinci albümlerini de film ile birlikte piyasaya sürdüler.

Bir zamanlar Oasis’in kendileri için ciddi ciddi kurdukları buna benzer cümleleri, Tenacious D ciddi ciddi kendilerini makaraya sarmak için kuruyor. İkili HBO televizyonu için yaptıkları komedi serisi ile tozu dumana katmış, dillere destan Tribute single’ı ve klibi ile artık bir yerden sonra albüm şart olmuştu. İlk paragrafta abartının gözüne gözüne vuran ifadeler kadar olmasa da Tribute şarkısı ve onun kısa metraj epikomedi klibi MTV kitlesini epey bir salladı. Daimi dalga geçme modunda da olsalar söz ve müziklerinde sıkça kullandıkları hard rock-heavy metal motiflerini, hızlı tüketiciler yerine underground ve alternatif kitle daha fazla bağrına bastı. Biraz eskidiklerinde kült olma ihtimalleri bile var.


İki şişman ve çirkin adamın dünyanın en iyi grubu olmaları, dünyanın en iyi müziğini yapmaları abartısının ardına gizlenmiş son derece sağlıklı ve arızalı bir karışımın müziği. Tenacious D: The Pick Of Destiny de Tenacious D gibi bir film. Tribute efsanesinden sonra (gecikmiş) bir görev. Jack Black, Kyle Gas ve yönetmen Liam Lynch’in ortaklaşa senaryosunu yazdığı film, tutucu Hristiyan babasının baskısından bunalarak küçük yaşta evden kaçıp Hollywood’a giden JB’nin orada tesadüfen KG ile karşılaşıp ona musallat olması ile bir efsanenin temelleri atılıyor. KG başta bu birlikteliğe sıcak bakmasa da bir süre sonra, hele de popolarındaki doğum lekelerini keşfettikten sonra kaderin kendilerini bir araya getirdiğine ve dünyanın en iyi şarkılarını yazacaklarına olan inanç tavan yapıyor. Fakat ne var ki o müzik bir türlü ortaya çıkmıyor. Sonradan anlıyorlar ki işin sırrı, bütün efsane grupların gitaristlerinin elinden geçmiş olan Kaderin Penası’nda. Ama yine ne var ki o pena, olağanüstü güvenlik önlemleriyle korunan (!) Rock & Roll Tarih Müzesi’ndedir. Penayı aşırmak için operasyon başlar.

Tenacious D’nin eş, dost, hayran camiasından ünlü konuklarla iyice matraklaşan filmde JB’nin tutucu babası olarak, bir dönem upuzun senfonik rock şarkılarıyla fenalık geçirten Meat Loaf, JB’ye öğüt veren duvardaki poster rolüyle rahmetli efsane Ronnie James Dio (Tenacious’ın ilk albümündeki “Dio” kanlı ve de canlı karşımızda), Kaderin Penası mitini anlatan gitar mağazası çalışanı olarak Ben Stiller, halüsinasyon sahnesinde JB ile nefis bir şov yapan yaratık kılığında John C. Reilly’yi kısa kısa görüp eğleniyoruz. Harika makyajı ve müziğiyle Tenacious D’nin tek rakibi olan Satan rolünde eski Nirvana, yeni Foo Fighters hiperaktifi Dave Grohl bazı şarkılarda davulunu da konuşturuyor. Daha bitmedi! Penayı ele geçirmek isteyen gizemli şapşal yabancı rolüyle (High Fidelity’deki rolüne biraz benzeyen türde) Tim Robbins’i de izlemek çok hoş. Bu isimler aynı zamanda Jack Black’in söylediğine göre Tenacious D fahri üyeleri. Tabiî filmin başında zaman tünelinden geri gelmiş Jack Black kadar ona benzeyen küçük JB rolüyle hayran kaldığım veleti de unutmamak lazım. Troy Gentile adındaki bu harika çocuk, Nacho Libre’de yine Jack Black’in küçüklüğünü oynamıştı.


Tarafsız davranamadığımız filmler vardır. Bu filmler arasında entelektüel ve sanatsal kaygılar taşımayan kimileri için birileri “rezil, kepaze” türü engin yorumlarda bulunduğunda bu umurumuzda bile olmaz. Tenacious D: The Pick Of Destiny benim için bu filmlerden biri oldu. İçindeki o çok eğlenceli anlar, bu filmi tekrar izlemekten zevk duyacağımı düşündürdü. Küçük JB’nin yemek masasında oturan aile efradına söylediği Kickapoo sahnesi, konser simülasyonu, KG’nin JB ile araları açıldıktan sonra gittiği parti, JB’nin KG ile araları açıldıktan sonra girdiği ormanda yediği mantarlar yüzünden gördüğü matrak halüsinasyon, pena soygunu ve finalde Tenacious D’nin Satan ile karşılaştığı müthiş düello. Aynı zamanda Clockwork Orange, Star Wars ve Ocean’s Twelve gibi filmlere yapılan göndermeler. KG’nin rock yıldızı olmak isteyenler için gerekli kuralları ve daha birçok yaran ayrıntı. Komedi severler bunu sever mi bilmiyorum ama hem komedi, hem de hard rock ve heavy metal seven herkesin mutlaka görmesi gereken bir film.

1 Mart 2012 Perşembe

Apollo 18 (2011)


Yönetmen: Gonzalo López-Gallego
Oyuncular: Warren Christie, Lloyd Owen, Ryan Robbins
Senaryo: Brian Miller

17 Aralık 1972'de Apollo 17 adlı uzay aracı aya insanlı son seyahatini gerçekleştirir. Fakat iddialara göre bundan tam bir yıl sonra, Amerika Savunma Bakanlığı tarafından görevlendirilen üç astronot gizli bir görev için Apollo 18 uzay aracı ile yeniden aya gönderilir ve bu bilgi herkesten gizlenir. NASA'ya ait neredeyse 40 yıllık bir video kayıtları ortaya çıkınca astronotların yaşadıkları dehşet dolu anlar gün yüzüne çıkacaktır.

Rus Timur Bekmambetov’un yapımcılığını üstlendiği, Amerikalı Brian Miller’ın senaryosunu yazdığı, İspanyol Gonzalo López-Gallego’nun yönettiği ABD/Kanada ortak yapımı Apollo 18 filmi, The Blair Witch Project, [Rec], Paranormal Activity, Trolljegeren ve nicesinin iyice yücelttiği “found footage” türünün başarılı örnekleri arasına koyabileceğimiz bir yapım. Apollo 18, Amerikan-Rus çekişmesi, ay taşlarının gizemi ve astronotların içinde yer aldığı psikolojik durumun ağırlığı üzerine kısa süresine rağmen düşündürücü bir “mockumentary” ortaya koyuyor. Oluşturduğu klostrofobiyi sabit ve aktüel kameralar ile harmanlayan, arşivmiş gibi yapan görüntüler ve parazitlerle bilinmezliğini kuvvetlendiren Gonzalo López-Gallego, çok beğendiğim kır gerilimi El rey de la montaña’dan çok farklı bir tarz denemiş.

Sonlara doğru gerilimin tırmanmasıyla birtakım özel efektler, klişe hamleler ve standart “oyunculuk” örnekleriyle bu çiğ footage stilinden sapmalar göstermesi, filmin tevazusunu bir parça zedelemiyor değil. Ancak gizli uzay görevlerinin kamuoyundan gizlenen bilimsel ve bürokratik neticelerinin birer insan olarak astronotlar üzerindeki etkilerine, ayrıca aydan getirilen ve devlet erkânına dağıtılan ay taşlarının akıbetine sessiz sakin dikkat çeken bir yapım olması önemini arttırıyor. Belki bu derin konu arşiv derlemesi bir belgesel kıvamında değil de bol CGI’lı gişe kurnazı bir biçimde de işlenebilirdi. Ama o zaman da bu denli gerçekçi olabilir, amaçladığı paranoyayı yaratabilir miydi şüpheli. Bu haliyle sahte belgesel ailesinin bir ferdi olmayı tercih etmesi takdire şayan.