27 Aralık 2013 Cuma

Düğün Dernek (2013)


Yönetmen: Selçuk Aydemir
Oyuncular: Ahmet Kural, Murat Cemcir, Rasim Öztekin, Devrim Yakut, Barış Yıldız, Şinasi Yurtsever, Zerrin Sümer, Kemal İnci, Burak Satıbol, Korhan Herduran, Yeliz Kuvancı, Cemil Şahin, Erol Aksoy, Basri Albayrak, Kebire Tokur, Reyhan İlhan, Toygun Ateş
Senaryo: Selçuk Aydemir

2011’deki Çalgı Çengi ile kamplara bölünmüş Türk Sineması’nda kendine mütevazi bir yer açmış, daha sonra İşler Güçler dizisiyle adını geniş kitlelere duyurmuş Selçuk Aydemir’in yazıp yönettiği ikinci filmi Düğün Dernek, yönetmenin önceki bu işlerinden dolayı merakla beklenen bir filmdi. Çalgı Çengi’nin özellikle sosyal medyadan aldığı desteği, İşler Güçler’in geniş televizyon kitlesiyle çarpan film, Ahmet Kural – Murat Cemcir faktörünün gücünü kullanarak 2013’ün en fazla gişe yapan yerli yapımlarından biri oldu. Sivaslı Tarık, Letonyalı kız arkadaşıyla aynı ülkede çalışabilmek için alelacele evlenmeye karar verince Tarık’ın babası İsmail, dört dörtlük bir Sivas düğünü yapmak için harekete geçiyor. Maddi imkanlar onu zorlayınca da arkadaşları Fikret, Çetin ve Saffet devreye giriyor. Dört kafadarın aralarında yaptıkları işbölümü gereği düğün hazırlıkları türlü zorluklara rağmen başlıyor. Bu süreci türlü komik olaylar ve karakterlerle ele alan film, kendinden bekleneni vererek hayran kitlesinin salondan mutlu ayrılmalarını sağlıyor.

Tüm bu sağlam komedi altyapısına rağmen Düğün Dernek’in Çalgı Çengi’den daha iyi bir film olduğunu düşünmüyorum. Vaat ettiği komediyi, İşler Güçler’den kalma skeçler sıralaması anlayışıyla karşıladığı, renkli karakterlerin sürüklediği renkli espri anlayışını sürdürdüğü, eş dost arasında konuşulup tekrar tekrar anlatılacak eğlenceli anlar yarattığı bir gerçek. Özellikle dört kafadarın birbirleriyle olan sahneleri keyifli bir komedi sunuyor. Fakat basit bir suç öyküsü üzerine oturtulan teyzeoğulları Salih ve Gürkan’ın hikayesi Çalgı Çengi, türlü komik olayların yanında hüzünlü bir yapıya da sahipti. Düğün Dernek G.O.R.A. ise, Çalgı Çengi Her Şey Çok Güzel Olacak gibiydi. Selçuk Aydemir’in artık daha bilinen bir isim olmasının ve yüksek gişe potansiyelinin getirdiği rüzgarla Düğün Dernek’i şekillendirmesi biraz da beklenen bir durumdu. Yine de ortada Recep İvedik ve türevlerinin sığlığı yok. Hatta kendi kulvarında şu ana dek Düğün Dernek’in tek rakibi Çalgı Çengi olsa gerek.


Çalgı Çengi gibi mütevazi kalmak ve kara komedi unsurları taşımak istemeyen film, bazen aşırı seviyelere ulaşan karikatürize karakterlerini kaliteli olduğu kadar yerel (sadece Sivas’a özel bir yerellik değil) esprilerle donatarak farklı bir renk elde ediyor. Az sayıdaki küfür kullanımını da laf olsun diye değil, yerli sinemada küfüre yaklaşımı yer yer tiye alacak hınzırlıklarla yapıyor. (Hatta bir sahnede “küfür edince böyle edeceksin” diyor). Ama örneğin şu mafya olayı yerine başka bir çözüm bulunsaymış, belki Çetin’in filme çok eğreti duran kavga sahnesi de olmayacakmış. Bu sayede düğün gecesi yaratılan eğlenceli karışıklığın altyapısı da daha sağlam görünebilirmiş. Aydemir, film süresince seyirciyi detaylara takılmamaya alıştırıp da son bölümlerde detaylardan örülü bir kaos oluşturmaya çalışınca kendi komedi kalıplarında belli bir tempo tutturamıyor. Mesela baygın insanların neden bayıldığını kimsenin yardımı olmadan dedektif gibi saniyeler içinde çözen annenin sahnesi gibi zeka pırıltılarını genele pek yayamıyor. Gerçi o pırıltıları genele yaymaya çalışırken abartıp bocalamak ve eskitmek de mümkün. Zaten Aydemir’ın televizyondan kredi sağladığı absürt komedi gibi bir avantajı var.

Düğün Dernek’i Kural – Cemcir ikilisi sürüklüyor gibi görünse de Selçuk Aydemir kadro genişliğini iyi kullanarak diğer oyuncuları silikleştirmiyor. Baba İsmail olarak izlediğimiz Rasim Öztekin ve anne rolündeki müthiş performansıyla Devrim Yakut çok iyiler. Bu ağır oyuncular arasında Muallim Saffet rolüyle Barış Yıldız da hiç ezilmiyor. Karakterler o kadar renkli ki, Tarık’ı oynayan oyuncu böyle bir filmin yerinde duramayan temposu için fazla düz ve özelliksiz kalmış. Filmde herkesin mutluluğu için uğraştığı böyle önemli bir rol için daha iyi bir oyuncu seçilebilirdi. Sırrı Süreyya Önder ve Emel Sayın sürprizlerinin kısa ziyaretlerini de unutmayalım. Her ne kadar kendi adıma istemesem de tıpkı Çalgı Çengi gibi Düğün Dernek’in de devamı gelecek. Onun yerine Zeki Alasya – Metin Akpınar’ın tahtına aday gösterilen ikiliyi aynı filmde farklı projelerde görmek daha güzel olurdu. Tabii bir de yeni TV dizisi hazırlığında olan ikilinin zaten ekranlarda bu kadar sık görünürken bir de film tanıtımları sebebiyle abur cubur TV şovlarında boy göstermeyip yüzlerini eskitmemeleri.

23 Aralık 2013 Pazartesi

Das letzte Schweigen (2010)


Yönetmen: Baran bo Odar
Oyuncular: Wotan Wilke Möhring, Ulrich Thomsen, Sebastian Blomberg, Burghart Klaußner, Katrin Saß, Roeland Wiesnekker, Karoline Eichhorn, Jule Böwe, Claudia Michelsen, Oliver Stokowski, Anna Lena Klenke
Senaryo: Baran bo Odar, Jan Costin Wagner
Müzik: Michael Kamm, Kris Steininger

1986 yılında bir sitenin bekçisi olan Peer Sommer, 11 yaşındaki Pia’ya tecavüz ederek öldürür. Olay anında yanında matematik öğrencisi olan Timo da vardır. Timo, Sommer’a engel olmaz, sadece seyreder. Pia’nın cesedi olay yerinde değil, gölde bulunur. Aradan 23 yıl sonra Pia’nın öldürüldüğü aynı gün ve aynı yerde bu kez 13 yaşındaki Sinikka’nın bisikleti bulunur ama kız yine kayıptır. Aradan geçen zamanda Timo evlenmiş, iki çocuk sahibi olmuş bir mimar olarak karşımıza çıkar. Sinikka davasını televizyondan öğrenince geçmişe döner ve şüphelendiği Sommer’i bulmaya karar verir.

Jan Costin Wagner romanından İsviçreli Baran bo Odar’ın senaryosunu yazıp yönettiği Das letzte Schweigen (The Silence), sürükleyici polisiye dram karakterine rağmen biraz fazla göze batan bazı unsurları yüzünden tam olmamışlık hissi yaratması muhtemel bir film. Odar, pedofili hastalığının nasıl görünmeyen ve tahmin edilemeyen bir illet olduğunu göstermesi, aynı zamanda 23 yıl arayla işlenmiş iki cinayetin izini sürerken yarattığı bazı gerilim anlarını işleyişi yönünden elini güçlendiriyor. Fakat romanın kendisinden mi, yoksa Odar’ın onu senaryoya uyarlayışından mı kaynaklı olduğunu bilmediğim birtakım detaylar aynı eli zayıflatabiliyor. Bir kere neden aynı gün işlenen benzer bir vaka için 23 yıl beklendiği, çeşitli ipuçlarına rağmen neden 23 yıldır olayın aydınlatılamadığı eksik kalmış. Üstelik zamanında Pia’nın davasına bakan, emekliye ayrılana kadar da çözemeyen Mittich gibi başarısızlığını saplantı haline getiren tutkulu bir dedektife rağmen.


Bunun yanında, Sinikka davasına bakan dedektiflerden biri olan, 5 ay önce karısını kanserden kaybetmiş David’in bunalımının filmi şişirdiğini, gerekli değil gereksiz yere filmi gerdiğini düşünüyorum. David gibi önemli karakterlerin benzer filmlerde daha iyi işlendiğini gördük. Bunda aktör Sebastian Blomberg’in kabahati yok tabii. Hatta kendisinden isteneni hakkıyla yaptığı görülüyor. The Killing dizisini izlemiş seyirciler için Sinikka’nın ailesinin yaşadıkları da ciddi şişkinlik yaratacaktır. Bir başka şüpheli durum da, Timo’nun 23 yıl evvel tanık olduğu olaydan sonra adresini, soyadını (DNA taramasından yırtma yöntemi olarak soyad değiştirme), eğitimini değiştirerek olası bir travmayı atlatabilmiş olması. Zira Alman sinemasının bir başka önemli oyuncusu olan Wotan Wilke Möhring’in bizi çok iyi ikna ettiği üzere Timo oldukça zayıf ve vicdan sahibi bir karakter. Bunun gibi biraz daha zorlansa ortaya çıkarılabilecek can sıkıcı ayrıntılar, filmi tartışmalı hale sokuyor.

Filmin en olumlu yanlarından bahsedersek, Möhring ve Blomberg ile birlikte Ulrich Thomsen, Burghart Klaußner, Katrin Saß gibi tecrübeli oyuncuların katkılarını, ayrıca görüntü yönetmeni Nikolaus Summerer’ın, kurgu masasında adı geçen Robert Rzesacz’ın başarılı işçiliklerini sayabiliriz. Mesela hamile dedektif Jana’nın Sommer’i evinde sorguladığı bölümle, David ve Mittich’in Timo’nun evine gittiği bölümü karıştırarak gerilimi tırmandıran kurgu çok başarılı. Das letzte Schweigen final olarak da mutlu son sevenler ve sevmeyenleri doğal olarak ikiye bölmeye hazır bir film. Kaldı ki o noktada da arızalar mevcut. Tüm bunlara karşın izlenmesi kayıp olarak görülmeyecek bir film.

20 Aralık 2013 Cuma

Gözetleme Kulesi (2012)


Yönetmen: Pelin Esmer
Oyuncular: Olgun Şimşek, Nilay Erdönmez, Menderes Samancılar, Laçin Ceylan, Rıza Akın
Senaryo: Pelin Esmer

Pelin Esmer’in yazıp yönettiği ikinci uzun metrajı Gözetleme Kulesi, Tosya’daki bir yangın kulesinde işe başlayan Nihat (Olgun Şimşek) ile, otobüste hostes olarak çalışan üniversite öğrencisi Seher’in (Nilay Erdönmez) yollarının kesişme hikayesi. Bu kesişme son dönem bir Türk filminde gerçekleşiyorsa biliyoruz ki işin içinde bol trajedi, toplumsal mesajlar, minimalist anlar yer alacak. Bu saydıklarımızın hepsi filmde var. Ancak bu basmakalıp unsurlardan her zaman kör göze parmak sokmuş, mesaj niyetine sloganlaşmış veya popülist kaygılara boğulmuş işler çıkmayabileceğinin bir örneği olarak Gözetleme Kulesi, çeşitli faktörlerle amaçlarını gerçekleşitirdiğini düşündüğüm bir film.

Toplumun kadına bakışı, kadının toplumdan ayrı olarak aile içinde karşılaşabileceği trajik olaylar, yaşadığı travmalarda yalnız bırakılışı ve bu çaresizlik içinde yapacağı tercihler Seher’in bünyesinde yerini alıyor. Ancak 3. Sayfa haberlerinde rastlayabileceğimiz, sonucu intiharla bitse bile şaşırmayacağımız böyle bir çıkmaza rağmen yaşamayı sürdüren Seher’in yaptığı bir seçimle “yük”ünden kurtulup kaldığı yerden bir şekilde devam etmek amacında olması işin gerçekliğini biraz arttırıyor. Nasıl ki Seher’in başına gelenleri kabul etmek mümkün olmadığı gibi, onun bu seçimini kabul etmek de mümkün değil. Bir başka trajedi sonucu kendini Tosya’nın yükseklerindeki bir kulede gözcü olarak bulan Nihat’ın da travma sonrası hayata tutunma evresindeki hüzünlü ve gizemli duruşu da aynı gerçekliğe haiz. Bu iki ağır yaralı insanın Nihat’ın çabalarıyla bir araya gelişi, Nihat’ın Seher’i sahiplenişi, Seher’in bu sahiplenmeye tepkisi hep ikilinin geçmişlerinden beslenen davranışlar şeklinde karşımıza çıkıyor.


Pelin Esmer’in, töre kodlarının artık ezberlenmiş sıkıcılığından farklı olarak, herhangi bir coğrafyaya ait olabilecek herhangi bir akrabalık ilişkisinin bile sapkınlık boyutunda yol açtığı çeşitli vahim sonuçlarını aile içinde saklı tutma güdüsüne vurgu yapan kuvvetli bir mesajı var. Esmer, bunu elinden geldiğince istismar etmemeye çalışsa da, zaten meselenin kendisi istismar üzerine kurulduğu için bu acılardan etkilenmemek zor oluyor. Film bunu bir süre sessiz biçimde örmeye çalışsa da, Seher ve Nihat arasında önceki hatalarına dair bir öfke patlaması yaşanması kaçınılmaz hale geliyor. Esmer bu noktayı hakkıyla koyuyor ama hayatın tüm acılarıyla devam ettiğini hatırlatmak için ise finale nokta yerine virgül koyuyor.

Nihat ve Seher gibi hasarlı iki karaktere hayat veren Olgun Şimşek ve Nilay Erdönmez yeterince inandırıcılar. Özellikle Şimşek, Nihat’ın geçmişinden kaçmaya çalışan hüzün ve öfke karışımı ruh halini aktarmakta çok başarılı. Keşke onun bu ruh halinin sebebini telsizden başka bir gözcüye anlattığı sahne olmasaymış. Hatta Nihat’ın neden yaralı olduğundan hiç bahsedilmeyip seyredenlerin doldurması için bir boşluk bırakılsaymış çok daha güçlü bir etki yaratabilirmiş. Filme adını veren, toplum tarafından günahkar gözüyle bakılan bu iki insana evsahipliği yapan gözetleme kulesinin cenneti andıran yüksek ve huzurlu konumu da sembolik bir anlam taşıyor. Ama Pelin Esmer burada da bir denge sağlayarak o doğal güzellikleri ekonomik biçimde filmin karanlık doğasına uygun biçimde yansıtmayı başarıyor. Yağmur yağdırıyor, yıldırım düşürüyor. Abartılı renk ve ışık cümbüşüyle tezatlıklar yaratmıyor. Tekrar izlemeye derman bırakmayacak kadar kendini ifade ediyor.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Elysium (2013)


Yönetmen: Neill Blomkamp
Oyuncular: Matt Damon, Jodie Foster, Sharlto Copley, Alice Braga, Wagner Moura, Diego Luna, William Fichtner, Brandon Auret, Brandon Auret, Faran Tahir, Emma Tremblay
Senaryo: Neill Blomkamp
Müzik: Ryan Amon

2009’da Peter Jackson’ın yapımcılığında çektiği District 9 ile özgün bir bilimkurguya imza atan, En İyi Film dahil 4 dalda Oscar’a aday olan Güney Afrikalı Neill Blomkamp, uzun bir aradan sonra merakla beklenen yeni bilimkurgu aksiyon filmi Elysium ile döndü. 2159 yılında geçen film, Elysium adı verilen devasa bir uzay istasyonunda yaşayan zengin sınıf ile, hastalıklar, suç ve kalabalık yüzünden artık büyük bir viraneye dönmüş Dünya’da yaşamak zorunda kalan yoksul halk arasındaki uçurumdan çıkış alan bir film. Küçüklüğünden beri Elysium’a gitme hayali kuran Max (Matt Damon), çalıştığı fabrikada bir kaza sonucu yüksek miktarda radyasyon alıp 5 günlük ömrü kaldığını öğrenince tedavi olmak için ne pahasına olursa olsun Elysium’a gitmeye karar verir. Orada sadece süper lüks bir hayat değil, tüm ölümcül hastalıkları bile saniyeler içinde tedavi eden yüksek bir teknoloji vardır.

Elysium’a Dünya’dan kaçak göçmen taşıma ağına sahip bir suç şebekesinin başındaki Spider (Wagner Moura), kendisine borcu olan Max’in bu durumundan istifade etmek ister. Spider, Elysium’u inşa eden Armadyne şirketinin CEO’su John Carlyle’ın (William Fichtner) kafasındaki veritabanından kodları, şifreleri ve para getirecek her türlü gizli belgeyi kendi zihnine yükleyip ona getirmesi karşılığında Max’i Elysium’a götürme teklifinde bulunur. Spider’ın teknolojisiyle bir “Siber Ninja”ya dönüşen Max, zorlu bir mücadeleden sonra Carlyle’ın bilgilerini kendi zihnine indirmeyi başarır. Öte yandan acımasız kararları yüzünden Elysium’un başkanı Patel’i karşısına alan Savunma Bakanı Delacourt (Jodie Foster), sinsi planı gereği Patel’e darbe yapmak için Elysium ile ilgili tüm kilit verileri de Carlyle’a yükletmiştir. Böylece Max farkında olmadan Elysium için bir numaralı tehlikeli haline gelir. Onu bulması için Delacourt, Dünya’da görevlendirdiği acımasız casus Kruger’i (Sharlto Copley) görevlendirmiştir.

Konusunu uzun uzun yazdım ki, ortada bilimkurgu seven seyircileri ve yönetmenleri iştahlandıracak ne denli sağlam bir tasarım olduğu anlaşılsın. Neill Blomkamp bu konuyu tek başına yazdığı senaryo ile (District 9’ı Terri Tatchell ile birlikte yazmıştı) ne yazık ki yine kendisi heba ediyor. Bu konu 1999 sonrası Wachowski kardeşlerin eline geçseydi ortaya nasıl bir film çıkardı diye merak etmedim değil. Zira Elysium gibi bir uzay cennetinin, farklı alemlerde yaşanan ve günümüz ideolojilerinin gelecekteki yansımalarını görebileceğimiz kutuplaşmaların, Neo ve Max’in ortak yanlarının farkına varmak hiç de zor değil. Belli bir noktaya kadar (ki o noktayı da hikayenin giriş özeti olarak görebiliriz) gayet iyi ilerleyen film, kopma noktalarında çok sıkıntı yaşıyor. Öyle ki, başlarda olumlu gördüğümüz şeyleri de ziyan ediyor. 2159 yılında geçen bir filmde mantık hataları çok fazla göze batmaya başlıyor. Çünkü haklı olarak böyle bir konu çok daha sağlam bir altyapıyla işlenmeyi bekliyor. Senaryo aşamasında yapılan irili ufaklı hatalar çok sırıtıyor.


Spider’ın elinde iş görür bir teknoloji ve bir sürü adam varken planını uygulaması için neden Max’i seçtiği (üstelik yediği radyasyondan dolayı ayakta bile zor duruyor), hayati Elysium şifrelerinin neden sadece bir kişinin beynine yüklendiği, o kişinin neden yüksek güvenlikli bir kalede korunmayıp Dünya’daki bir fabrikanın başında işçileri gözlemek için görevlendirildiği, yine o kişinin neden sadece iki droid ile Dünya – Elysium arasında gelgit yaptığı, her yerde gözü olan koskoca Elysium Savunma Bakanı’nın neden Dünya’da Kruger gibi salaş bir casusun eline baktığı, Elysium evlerine her elini kolunu sallayanın nasıl girebildiği gibi daha onlarca soru çok can sıkıyor. Film kendini ciddiye almayı sürdürürken ekran karşısında bir süre sonra Robert Rodriguez filmi izliyormuş hissine kapılmanız da çok acı. Aksiyon bile o kadar çapsız ki, bir yığın efekt resmen boş atıp dolu tutuyor. Aşk hikayesi olmaya çalışan Max – Fray ilişkisi de türlü klişelere kurban gidiyor.

Matt Damon, Wagner Moura, hele de Jodie Foster da bu negatif kalabalıkta hepten yalan oluyor. Sadece District 9’da güçlü bir oyun ortaya koymuş Sharlto Copley dikkat çekici bir kötü adam profili yaratabilmiş. O da yeterli değil. Blomkamp, özellikle bilimkurgu janrında üzerinde durmak istediği, yıllar sonra bile süreceğini vurguladığı sınıfsal ayrım meselesini en iyi işleyebileceği habitatı iyi değerlendiremiyor. Zenginlerin Fransızca, fakirlerin ise halen Amerika’da nüfusları 50 milyona dayanan Hispaniklerden dolayı Latince konuştuğu gelecek tasviri isabet kaydetse de, finalden sonra neler yaşanacağına dair hiçbir çözüm yok. Onun yerine Dünya’yı kurtaran Amerikalı’yı izletmek nedense yönetmenin daha çok işine geliyor. Seyirciyi alıştırdığı üzere Luc Besson, The Family gibi berbat bir film çekince kimse şaşırmıyor. Umarız Neill Blomkamp da seyircisine bundan böyle kötü alışkanlıklar aşılamaz.

13 Aralık 2013 Cuma

Zerre (2012)


Yönetmen: Erdem Tepegöz
Oyuncular: Jale Arıkan, Rüçhan Çalışkur, Remzi Pamukçu, Ergun Kuyucu, Dilay Demrok, Sencar Sağdıç
Senaryo: Erdem Tepegöz

Günümüz Türk Sineması kutuplara ayrılmış durumda. Bir yanda tamamen gişeye oynayan, hiçbir sanatsal ve estetik kaygı taşımayan, dizi sektörünün gazıyla kendini nimetten sayan kişiliksiz, ruhsuz filmler, diğer yandan Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim gibi kendi tarzını oluşturmuş yönetmenlerin yapımları ve onların izinden gitmeye çalışan genç sinemacıların sadece festivallerde gösterim şansı bulan filmleri. Adı geçen isimlerin izinden gitmeye çalışırken bocalayan, ağırlaşan, taklit etmeye başlayan ve sönüp giden “festival filmleri”nin sayıları da ne yazık ki arttı. Bir süre sonra her şeyi bu usta yönetmenler gibi yapmaya şartlanmanın sonucu büyük bir “minimal dram çöplüğü” oluşmaya başladı. Daha tuhaf olan ise, bu filmlerden çoğu Türkiye sınırları içindeki festivallerde belli bir kesim tarafından baş tacı haline getirildi. Erdem Tepegöz’ün yazıp yönettiği ilk film olan Zerre’yi bu kötü filmlerden saymak haksızlık olsa da, konu ve işleyiş yönünden farklı ve çok özel bir film olduğu da pek söylenemez.

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi İlk Film, En İyi Yönetmen ve Sanat Yönetimi dallarında, Moskova Film Festivali’nde de En İyi Film ve başrol oyuncusu Jale Arıkan ile En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanan Zerre, bana göre yılın flaş yapımlarından Gravity ile benzerlikler taşıyor. Şu an duyar gibi olduğum gülüşmelere rağmen bunu güldürmek için söylemiyorum. Zaten kötü bir espri olurdu. Nasıl ki Alfonso Cuarón filmi süresi boyunca astronot Ryan’ın uzay boşluğunda hayatta kalma mücadelesini izliyorsak, Zerre’nin başından sonuna kadar da Zeynep’in farklı bir boşlukta yerçekimine karşı verdiği mücadeleyi izliyoruz. Sadece bu anlamda bir paralellik kurmak yetmez. Biri uzayda, diğeri dünyada birer zerre kadar kalan bu kadınlar, bulundukları ortama ayak uydurmak, o ortamın şartlarının önlerine koyduğu seçenekleri çabucak değerlendirmek, olası hatalarıyla yüzleşmek zorundalar.


Ama bu değerlendirmeleri tamamen yabancısı olduğumuz uzay boşluğunda değil, acımasız büyükşehir ambiyansında yaptığımız için Zerre bize daha yakın ve oradaki hayat kavgası daha tanıdık. Zeynep bu mücadelesinde hasta kızı, yaşlı annesi ve iyi kalpli garson Remzi sayesinde yalnız görünmese de, aslında onların Zeynep’in hikayesindeki konumları çok da belirleyici değil. Hayatın koşturması içinde Zeynep gibi iş bulmaya, geçimini sürdürmeye çalışan insanların yaşadıkları zorluklara aşina olanlarla yabancı olanları aynı ölçüde etkilemesi beklenmeyebilir. Belki Zeynep’ten daha kötü durumda olan insanları duymuş, görmüş ve tanımışlığımız vardır. Zerre’de tek amacı çalışıp geçinebilecek kadar para kazanmak olan Zeynep’in yaşadığı ve ilerde karşılaşacağı güçlüklerin kestirilebilirliği, hatta geçmişte Yeşilçam’da farklı suretlere bürünmüş tanıdıklığı filmi zayıflatıyor kanımca.

Çalıştığı köhne atölyeden sebepsiz yere kovulan, kirasını ödeyemeyen, evsahibi tarafından sebebi sonradan anlaşılacak bir gerekçeyle tehdit edilen, lokanta artıklarını sefertasıyla evine götüren, hasta kızı ve annesinin geçiminden sorumlu olan, bu sorumluluk ve çaresizlik duyguları içinde İstanbul dışındaki bir fabrikada çalışmak üzere birkaç günlüğüne evden ayrılan, işgücü yetmiyormuş gibi kadınlığını da sömürmeye çalışanlara karşı dik durmaya çalışan Zeynep’in yaşadıkları ne kadar gerçekçi olsa da, bu gerçeklik sinema filmi haline getirilecek kadar orijinal değil artık. Duygu sömürüsü suçlamasıyla da karşı karşıya kalınabilecek bu durum, Erdem Tepegöz tarafından mümkün olduğunca dinamik hale getirilmeye çalışılmış. Üstelik bu tarzı nedeniyle bazı eleştirilerde haklı olarak Dardenne kardeşler tarzına yakın bir üslup tutturabildiği belirtilmiş. Tepegöz en azından bazı çağdaşları gibi minimal dram çekmek bahanesiyle her şeyi seyirciye bırakan uyuşuk ve kişiliksiz filmler çekenler kervanından biraz uzak durabilmiş. Yönetmen ayrıca yeryüzünde birer toz veya su zerresi olduğumuzun felsefi çağrışımlarını ekonomik bir sinema diliyle ifade edebilmiş. Jale Arıkan da öyle en iyi kadın oyuncu seviyesinde olmasa da, Zeynep karakterini başarıyla ete kemiğe büründürebilmiş.

7 Aralık 2013 Cumartesi

Prisoners (2013)


Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Hugh Jackman, Jake Gyllenhaal, Viola Davis, Maria Bello, Terrence Howard, Melissa Leo, Paul Dano, Wayne Duvall, Dylan Minnette, Erin Gerasimovich, Kyla Drew Simmons, David Dastmalchian
Senaryo: Aaron Guzikowski
Müzik: Jóhann Jóhannsson

En son Incendies ile büyük bir çıkış yakalayan, haklı ödüllere, Oscar’a dayanan adaylıklara ve övgülere boğulan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, ilk kez Amerikan yapımı bir filmle boy gösteriyor. Prisoners, Şükran Günü yemeği için bir araya gelen Dover ve Birch ailelerinin küçük kızları Anna ve Joy’un kaybolmasıyla gittikçe derinlik kazanan bir polisiye gerilim. Baltasar Kormákur’un Reykjavik-Rotterdam filminin kötü Hollywood uyarlaması Contraband’i saymazsak ilk özgün uzun metraj yazım olan Aaron Guzikowski senaryosu, dram, gerilim ve polisiyeyi başarıyla kaynaştıran, gizemli yapısını katlayıp finale kadar taşıyan, bu tip filmlerin vazgeçilmezi sürpriz sonuyla da seyircisini ikiye bölen bir yapıda. Hatta bilmeyen birinin rahatlıkla bu senaryoyu Guzikowski’nin kendi işi değil, çok satan bir polisiye gerilim romanı uyarlaması sanabileceği türden.

Benzer yapımların 2.5 saate yayılmış gerekleri ve doğal olarak klişeleri filme genişçe yedirildiği için kimi seyirciye sıkıcı gelebileceği gibi, yine bu yedirmenin sonucu olarak filmin yere daha sağlam basıp, sırlarını sonuna dek taşıyabilmesinden ötürü Prisoners, 2013’ün en diri yapımları arasında sayılabilir. Denis Villeneuve’ün özellikle Polytechnique ve Incendies ile farklı kanallardan yakaladığı güçlü dramların yanında Prisoners’ın doğal olarak fazla Amerikan kalışı biraz can sıkmıyor değil. Zaten kayıp kızlar konulu Amerkan yapımı bir filmden, aile kavramı konusunda hassas ve korumacı Amerikan sinemasının Villeneuve’e çok özgür bir ortam sunmayabileceği sürpriz olmaz. Nitekim sırlar açığa çıktıktan sonra kritik noktalarda bulunan karakterlerin akıbetleri üzerine Hollywood taslağı dışında bir macera aramamış olması da bu can sıkıntısının başında geliyor.


Prisoners, uzun süresinin Amerikan dram standartlarından nemalanan bölümlerine rağmen, yine bu uzun sürenin evsahipliği yaptığı başarılı gerilim anlarına sahip. David Fincher’ın Zodiac filminde Robert Graysmith’in seri katil şüphelilerinden Bob Vaughn ile buluşma sahnesine benzer birkaç sahne mevcut filmde. Bu çağrışımın sırf Jake Gyllenhaal’dan kaynaklı bir durum olmadığını belirtmek gerek. Zira puslu ve yağmurlu bir Georgia kasabasında esrarı bir türlü çözülemeyen kayıp hikayesinin yarattığı psikolojik gerilimi Villeneuve’ün işleyiş biçimi, Fincher’a çok uzak sayılmaz. Bunun yanında hikayenin ana gövdesinden çıkan kısa rahip ve pedofil hadisesi ile, şüphelilerden Bob Taylor’ın tüyler ürperten konumu filme devinim katıyor. Her iki olayın da ince düşünülmüş yan dallar olduğu muhakkak.

Prisoners’ın ailevi, ahlaki, insani dokusunun da havada kalmadığı söylenebilir. Filmin başlarında Keller’ın oğluna verdiği, ona da babası tarafında verilmiş “en mühim şey hazırlıklı olmaktır” öğütünün, kızının kaçırılması gibi bir durumda hükmünü yitirişi çok manidar. Nükleer savaşlara, hatta kıyamete bile hazırlık yapan insanların kendi başlarına asla gelmeyeceğini düşündükleri olaylarla karşılaşmaları aslında hayata karşı ne kadar hazırlıksız ve çaresiz olduklarının göstergesi. Bu çaresizliği hazmedemeyen, polisten de beklediği çabayı göremeyen, bu yüzden kendi çiğ adalet anlayışını devreye sokan Keller’ın yaralı aslan misali adım adım kontrolden çıkışı filmin en etkili kanallarından biri. Hem olayı çözmek, hem de Keller’ı kontrol altında tutmak için çabalayan Dedektif Loki’nin bezgin ve mesafeli işlenişi de filmin tekinsizliğine katkı sağlıyor. Hazırlıksız yakalanılan bu durum karşısında eldeki tek şüpheli olan genç Alex Jones’a iki ailenin farklı tepkilerinin işkence olgusuyla test edilişi de başka bir tartışma boyutu yaratıyor.

Yöntemi ve gerekçesi kesinlikle tahmin edilemeyecek kaçırma olayının başta Keller olmak üzere ailelerde yarattığı tahribat, olayı yavaş yavaş saplantı haline getiren Loki’ye de benzer zararlar yüklüyor. Hakkında dedektif olduğu ve adının Loki olduğu dışında bir şey bilmediğimiz bu adam ile Keller’ın yaşadığı psikolojik çatışmadan da anlaşılacağı üzere, olayı en derinden yaşayan ile olayı çözmeye çalışırken empati geliştiren arasındaki gerilim filmin bir başka boyutu. Normalde fazla dikkat çekmeyen bu durum, sırf güçlü oyuncular sayesinde daha altı çizili duruyor. Ancak ilk paragrafta da belirttiğimiz gibi, izleyeni ikiye bölen finalden memnun kalanları anlayabilsek de, artık tarzından ötürü çıkmazları, ümitsizlikleri seven bir izlenim uyandıran Villeneuve’ün bu final için prodüksyonun üst kademelerden bir miktar baskı gördüğünü de hissedebiliyoruz ne yazık ki. Film Prisonniers adıyla bir Kanada / Fransa ortak yapımı olsa bu sonla biter miydi tartışılır.


Prisoners, Hugh Jackman, Jake Gyllenhaal, Viola Davis, Melissa Leo, Terrence Howard gibi üst düzey oyuncuları bir araya getiren bir film ve bunun meyvelerini toplamasını da biliyor. Bunlara Paul Dano, Maria Bello, David Dastmalchian isimlerini de ekleyebiliriz. Ama acılı ve ironik biçimde hazırlıksız baba Keller rolünde Hugh Jackman’ın yeri bir başka. Les Misérables ve The Wolverine gibi alakasız projeleri bir arada götürebilen yüksek kapasitesiyle burada da filmin en büyük kozu. Villeneuve ve Jackman ile birlikte Prisoners’taki bir diğer önemli isim de görüntü yönetmenliğini yapan yaşayan efsane Roger Deakins. Özellikle sözünü ettiğimiz gerilim sahnelerinde ustalığını hissettiğimiz bu efsane, 90’lar sonrasında çektiği sinema tarihine damgasını vurmuş bazı filmlerinin görkeminden uzakta daha sade ve boğuk bir anlatım seçerek bu filmin doğası için doğru isim olduğunu kanıtlamış. Son olarak Denis Villeneuve için Ole Bornedal, Chan-wook Park, Guillermo del Toro, Baltasar Kormákur, Fernando Meirelles gibi Hollywood’a transfer olmuş yönetmenlerden çok daha iyi bir Amerikan filmi çektiğini söyleyebiliriz.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Mio fratello è figlio unico (2007)


Yönetmen: Daniele Luchetti
Oyuncular: Elio Germano, Riccardo Scamarcio, Diane Fleri, Angela Finocchiaro, Massimo Popolizio, Alba Rohrwacher, Anna Bonaiuto
Senaryo: Antonio Pennacchi, Daniele Luchetti, Sandro Petraglia, Stefano Rulli
Müzik: Franco Piersanti

1960'laın sonu, İtalya... Accio alıngan, çabuk sinirlenen ve belalı bir tiptir. Her olaya sanki bir savaşa girermiş gibi yaklaşır ve ailesi kendisinden umudu kesmiştir. Kardeşi Manrico ise yakışıklı, karizmatik ve herkes tarafından sevilen, fakat aslında derinlerde kardeşi kadar tehlikeli birisidir. Biri komunist (Manrico), diğeri faşist (Accio) ideolojiye yakın duran iki tutkulu kardeş, taban tabana zıt politik görüşlerine rağmen birbirleriyle dayanışma halindedir. Bunun yanında Accio’nun ağabeyinin kız arkadaşı Francesca’ya ilgi duyup bunu kendi içinde gizlemesi de iki kardeş arasındaki başka bir dramatik açmazdır.

Siyaseten farklı saflarda yer alan iki kardeşin sancılı büyüme hikayesini anlatan sevimli bir İtalyan filmi Abim Evin Tek Çocuğu... Politik metin içeren bir filme “sevimli” yakıştırması pek sık yapılmaz. Ama filmin sağ ve solu derinlemesine politize ettiği de söylenemez. Zira üniversitelerde, sokaklarda ve aile içinde yaşanan karşıt görüş yansımalarından farklı bir söylemi bulunmuyor. Bunu bir handikap olarak görmemek gerek. Çünkü filmin bana göre temel duruşu 70’li yıllar İtalya’sının yoğun siyasi ortamından etkilenen iki kardeşten Manrico’nun sevgilisi Francesca ile, Accio’nun da hem Francesca, hem de faşist kocası hapse düşmüş orta yaşlı Bella ile olan ilişkisi dahil, tümüyle ilişkiler üzerine kurulu bir karakterde. Yani hem siyasetin, hem de aşkın romantizmine kanallar açmış tempolu ve bu temposu sayesinde neredeyse hiç ağırlaşmayan bir dram. Zaten sağ ve sol cephelerden hangisinin tarafında olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım.

Tüm siyasi farklılıklara rağmen birbirlerini gördükleri yerde güreş tutan, birbirleri için gerekirse siyasi duruşlarından bile taviz vermeyi göze alan iki kardeşin kardeşlik olgusunu ele alış samimiyetiyle de ayrı bir övgüyü hak ediyor. Bu samimiyeti de büyük ölçüde genç oyuncular Elio Germano, Riccardo Scamarcio’ya ve Antonio Pennacchi romanını perdeye uyarlayan yönetmen Daniele Luchetti ile birlikte Sandro Petraglia, Stefano Rulli'nin akıcı senaryosuna borçlu.

29 Kasım 2013 Cuma

Frances Ha (2012)


Yönetmen: Noah Baumbach
Oyuncular: Greta Gerwig, Mickey Sumner, Michael Zegen, Adam Driver, Grace Gummer, Patrick Heusinger, Christine Gerwig, Gordon Gerwig, Charlotte d'Amboise, Serena Longley
Senaryo: Noah Baumbach, Greta Gerwig

Amerikan bağımsız sinemasının önemli isimlerinden Noah Baumbach’ın başroldeki Greta Gerwig ile senaryosunu yazıp kendisinin yönettiği Frances Ha, New York’ta bir modern dansçı olarak ideallerini kovalayan, bunu yaparken de zor hayat şartlarında tutunmaya çalışan 27 yaşındaki Frances Halladay’in hayatından kesitler sunuyor. Kulağa ilk başta Flashdance gibi gelse de filmin sıkıcı ana akım dramlarla hiç ilgisi yok. Öte yandan film için yapılan benzetmelerde Woody Allen adının geçiyor olmasının da pek ilgisi olmadığı söylenebilir. New York fonunda hızlı bir kurguyla siyah-beyaz lezzetinden faydalanarak Frances gibi renkli bir karakterin dünyasına giriliyor olması bu benzetmeleri davet ediyor görünse de, Baumbach senaryosu zeka dolu esprilerle gerçekçi olay ve karakter analizleri yapıyor sayılmaz.

Frances ve ev arkadaşı Sophie arasındaki şirin dostluğun yansımaları olan günlük rutinleri hızlı geçişlerle betimleyen Baumbach, daha en başta filmin genel karakterini ortaya koyuyor. Böyle bir filmden ağır bir dram, yersiz duygu sömürüleri, yapmacık bir komedi beklememenin rahatlığı içinde kendimizi doğal akışa bırakmamızı istiyor yönetmen. Bunu yapabildiğimiz ölçülerde filmden keyif alıyoruz. Çünkü Frances’in hayatında bir külkedisi hikayesi veya ibretlik çıkarımlar yok. Sophie’ye verdiği söz yüzünden kendisiyle aynı eve çıkmak isteyen erkek arkadaşından ayrılan Frances ile, erkek arkadaşıyla birlikte yaşamak için Frances’i yüzüstü bırakan Sophie arasındaki bu anlaşmazlığı bile sömürmeden, sadece olumsuzluklara rağmen hayattan keyif alan Frances’in oradan oraya savruluşunu naif bir sinema diliyle anlatan Noah Baumbach, onun dans tutkusunu ekonomik özgürlüğe dönüştürme gayretlerini suistimal etmiyor. Bu bağlamda Frances için Amerika’nın kültür ve sanat başkenti New York’ta farklı ve pozitif ölçütlerde bir hayatta kalma mücadelesinin öznesi diyebiliriz.


27 yaşına ve yaşını biraz fazla gösteren fiziğine rağmen çocuksu neşesi perdeye yansıyan Frances’e yapılan “undateable” vurgusu, olası bir romantizmin önüne geçerek filmi şişirmeden daha gerilimsiz, risksiz ve samimi bir tavır sağlıyor. Gerçi filmin başlarında Frances’in okuduğu bir makalede geçen “bir edebiyat çalışmasını övmek için ona samimi demek, bu çalışmaların estetik veya entelektüel açıdan takdir edilmediğini söylemenin başka bir yoludur” cümlesiyle de “samimi” olarak tanımlanmanın önüne geçilmeye çalışılıyor. Bir edebiyat çalışması olmasa da, filmi ve Frances’i tanımlamak için en çok ihtiyaç duyulan kelimelerden biri “samimi”. Tabii bu samimiyet, New York metropolünde hayatını idame edebilecek kadar bir kazanca, kendisine kucak açan zengin arkadaşlara sahip, kalacak bir ev bulduktan sonra kredi kartıyla da olsa iki günlüğüne Paris’e kaçabilen bir hayat standardını kabullendikçe daha fazla hissedilebilir. Ama Frances’i kabullenmiş seyirci için bana göre filmin aceleye gelmiş ve daha farklı beklentilere cevap verememiş sonu bile, başarıyla ete kemiğe dönüştürülmüş bu karakteri yıpratamıyor.

Filmin neredeyse her karesinde gördüğümüz Greta Gerwig, Baumbach ile birlikte hayat verdiği senaryoda Frances’i oynadığını değil, onu abartısız biçimde bir zamanlar gerçekten yaşadığını kanıtlayan son derece doğal bir performans sunuyor. Onun da bir oyuncu olmadan evvel benzer yollardan geçmediğini kim söyleyebilir? Frances’in aslında çok da iyi bir dansçı olmadığını, içince çenesinin fazla düştüğünü, insanlarla samimi olmak için ergen refleksler sergilediğini, erkek arkadaşından ayrılırken yaşadığı saflığı, filmde kısa bir süreliğine ziyaret ettiği memleketinde yaşadığı biraz da hüzünlü ruh halini (ki orada da Gerwig’in gerçek ebeveynlerini görüyoruz), Paris’teyken onu telefonla arayan Sophie’ye Paris’te olduğunu söyleyerek hava atmayacak kadar olgun davranabildiğini, “çıkılamaz” olmanın onun bilinçli bir tercihi değil, sadece hayatın normal akışında üzerine yapışan bir sıfat olduğunu seyirciye aktarabiliyor. Bunu kimi zaman doğrudan, kimi zaman detaylarla yapıyor. Frances’in hayatı da tıpkı filmin isminin geldiği esprili sahnede olduğu gibi biryerlere sığabilmek için değişecek veya değiştirilecek türden seyretmiyor. En azından finale kadar.

24 Kasım 2013 Pazar

Only God Forgives (2013)


Yönetmen: Nicolas Winding Refn
Oyuncular: Ryan Gosling, Kristin Scott Thomas, Vithaya Pansringarm, Gordon Brown, Yayaying Rhatha Phongam, Tom Burke, Sahajak Boonthanakit
Senaryo: Nicolas Winding Refn
Müzik: Cliff Martinez

Kardeşi Billy ile birlikte Bangkok’ta bir boks kulübü işleten Julian, esas gelirini buradan elde ettikleri uyuşturucu ağından kazanmaktadır. Bir gece Billy genç bir fahişeye tecavüz edip vahşice öldürünce işler sarpa sarmaya başlar. Olay yerinde Billy’yi bulan gizemli emniyet amiri Chang, kızın babasını bularak onun Billy’yi öldürmesini sağlar. Apar topar Amerika’dan Bangkok’a gelen Billy ve Julian’ın annesi, aynı zamanda uyuşturucu işinin patronu Crystal, Julian’ı intikam alması için zorlar. İntikam almaya karar veren Julian’ın işi hiç kolay değildir. Çünkü karşısında kendini Bangkok sokaklarını kötülüklerden arındırmaya adamış Chang vardır.

Danimarkalı Nicolas Winding Refn’i Ryan Gosling ile 2011’deki Drive’dan sonra bir kez daha buluşturan Only God Forgives, ne yazık ki Drive’ın nostaljik ve modern özellikleri harmanlayan karizmatik anlatımından uzak bir film. Tıpkı Drive gibi sıradan bir konuya sahip olan Only God Forgives, yine tıpkı Drive gibi bunu üslup yönünden cilalamaya, farklılaştırmaya çalışıyor. Fakat Refn, bu defa Drive’dan farklı olarak çok daha ağır, kasvetli ve ağdalı bir anlatım tarzı benimsiyor. Senaryo ve oyunculardan önce görüntüye önem verdiği anlaşılıyor. Refn’in Bronson filminde de çalışmış ve çok iyi bir iş çıkarmış görüntü yönetmeni Larry Smith’in işçiliğinde de sorun yok. Hatta bazı sahnelerde Christopher Doyle efsanesini andırdığı bile söylenebilir. Ama asıl mesele bu görsel anlatımın, filmin son derece basit intikam hikayesinin kurgu ve detaylandırma aşamalarında havada kalması. Yani Refn, senaryosunu kendisinin yazdığı filmini yüzlerce benzerinden ayırmak için deyim yerindeyse kılını bile kıpırdatmamış. Yazım olarak her şey şablona uysun, görüntü olarak ben onu yükseltirim diye düşünmüş sanki.


Bu veya buna benzer bir yaklaşım Drive’da işe yaramıştı. Üstelik orada yer yer Tarantino, hatta Terrence Malick referansları kullanan hacimli eleştiriler okuduk. Ev baskını ve asansör sekansları, araba takip sahneleri, karakter sunumları filmin buğulu anlatımı bünyesinde dinamik kalmasını sağlayan nitelikteydiler. Filmin geneline de fazla alakasız düşmediler. Ama oradaki bütünlüğü sağlayan kontrol mekanizması, Only God Forgives’de birçok şeyi süslü mizansene dökmüş. Chang’ın Julian’ın adamına lüks genelevde yaptığı işkence veya Julian’ın kız arkadaşını annesine tanıştırdığı yemek sahnesi gibi daha nice anlar, gösterişli dekorlar eşliğinde her şeyin kameraya çekildiğini bağıran stüdyo samimiyetsizlikleri gibi görülmeye müsait. Belki Refn, senaryoyu kendisi yazmak yerine Drive senaristi Hossein Amini’ye emanet etseydi, elit görüntü kaygılarını da sinemaya adım attığı Pusher üçlemesindeki tekinsiz tarzıyla dengeleseydi bu basit intikam hikayesinden bile mühim bir yapım elde edebilirdi.

Tüm basitliğine rağmen filmin intikam temasını her iki taraf açısından da derinleştirmeye uygun bir taslağı mevcut. Amerika’dan gelip Bangkok’ta yasadışı işlerle uğraşarak etrafa racon kesen bir ailenin Bangkoklu emniyet şefi Chang tarafından kan davalı ilan edilmesi, üstelik kendi yasalarıyla farklı bir intikam kulvarı açması rahatlıkla zenginleştirilebilecek bir konu. Ancak Refn’in zenginlik anlayışı görsel estetiğe, elit minimalliğe daha fazla prim verince Ryan Gosling gibi bir yıldızın hiçbir şekilde parlatamadığı, vicdanını samimi kılamadığı başrolü kendi kalesine gol atıyor. Gosling’e biçilmiş pasif ve ezik Julian rolünün bilinçli bir seçim mi olduğu, yoksa sözünü ettiğimiz yetersizliklerden dolayı mı öyle göründüğü tam kestirilemiyor. Anti kahraman kostümü için sanki daha fazlasına ihtiyaç var. Meydanı boş bulduğu için değil, ahlaki sınırları kişiselleştirerek gerçek bir gizem ve karizma ortaya koyabildiği için Chang rolü ve onu canlandıran Vithaya Pansringarm ise filmin en olumlu yönü olarak beliriyor.

21 Kasım 2013 Perşembe

Kekexili: Mountain Patrol (2004)


Yönetmen: Chuan Lu
Oyuncular: Duobuji, Zhang Lei, Qi Liang, Xueying Zhao, Ma Zhanlin
Senaryo: Chuan Lu
Müzik: Lao Zai

Kekexili’deyiz. Burası Çin’in el değmemiş son bölgesi. Rakımı 4700 metreyi bulan Kekexili aynı zamanda Tibet antilobunun geriye kalan son doğal ortamı. Avcılar, dış piyasada kaliteli yünleri iyi gelir getiren bu antilopları zalimce avlıyorlar. Sayıları 1 milyondan 10.000’e inen bu hayvanlar, avcılara karşı 1993’te kurulan gönüllü korucular tarafından korunmaya başlıyor. Ekibin başında ise filmde Duobuji’nin canlandırdığı emekli Tibet subayı Ri Tai bulunuyor. 1996’da avcılar bu kez bir korucuyu öldürünce Pekin’de bir gazete Kekexili’nin hikayesini öğrenmesi için muhabir Ga Yu’yu gönderiyor. Muhabiri de aralarına alan Ri Tai ve ekibi amansız takibine başlıyor.

Tibetçe anlamının “güzel dağlar ve güzel kızlar” olduğunu söyleyen korucuların Kekexili’ye Pekin’den gelen bir jeologun Kekexili’de bir adım attığında, o güne kadar o noktaya ayak basmış tek kişi sen olabilirsin dediğini ve daha sonra o jeologun kaybolduğunu söylemeleri de çok ilginç. Uçsuz bucaksız Tibet alanlarında gördüklerimiz, bu konuda bırakın haber yapmayı, romanlara, filmlere konu olacak evrensel bir trajediyi önümüze seriyor. Korucularla birlikte iz sürüyor, öfkeli hava şartlarına, kum bataklığı gibi ilginç ötesi doğa olaylarına korucularla birlikte karşı koymaya çalışıyor, yöresel iz sürme tekniklerini öğreniyor, çamura saplanan arabamızı itiyor, korucu karakolunda mola veriyor, böylece antilopların dramatik kaderlerinin yanında, onları koruma idealizmi ile bütünleşmiş bu insanların dramlarına da şahit oluyoruz.

Çevre duyarlılığına sahip olmak, yok olmakta olan türleri korumak için savaş vermek çok erdemli davranışlardır. Bu yola baş koymuş insanlara hayranızdır. Ama bunu popülist yaklaşımlarla şova dönüştürenleri kolayca ayıklayabilir miyiz? Kimi uzmanlar Greenpeace’in bile kendi içinde hala ortak bir çevre bilinci geliştiremediği yönünde birleşebiliyorlar. Tabiat dengesine insan müdahalesi her zaman tartışılır. İyi veya kötü yönde dahi olsa bu müdahalelerin altında hep bir takım komplo teorileri de üretildiğini okuyor, duyuyoruz. Kirletilen hava ve deniz, yakılan orman, yok edilen canlı türleri üzerine akıl almaz oyunlar oynanıyor. Sıra insan nesline ne zaman gelecek diye bir beklenti içindeyiz.



Ama filme bakarak bu noktada bazı etik tartışmalar ortaya çıkabilir. Bir insan, hangi koşullarda kendisinin ve başkalarının hayatlarını antiloplar uğruna feda edebilir? Ri Tai, yakaladığı avcı veya onlara yataklık edenlere para cezası kesiyor. Sırf mecburiyetten onları soğukta bırakmak zorunda kalıyor. Belki ölüme terk ediyor, belki de onlara bir şans daha tanıyor. Ama öldürmüyor. Peki avcılar, ister insan, ister antilop olsun kime şans tanıyor? Bazı hayvanları, bazı insanlara değişmeyebileceğimiz anlar vardır. TV kanallarını gezerken onca ucuzluğun arasında rastladığımız doğa ve hayvan görüntüleri bile içimizi ne kadar ferahlatır. Peki ya o haberlerde gördüğümüz bazı insan müsveddeleri? İnsan olmak, bedenen insana benzemek midir? İnsan hakları denen haklardan faydalanmak için önce insan olmak gerekmez mi?

Birçok filmde insan denen yaratığın aşağılık yönüne tanık olup, üstü kapalı insan yerine hayvan tercihi yapmamızı sağlayan trajedilere rastlıyoruz. Çevre şehitleri denen bazı insanlar, unutulmakta olan “insanın kendi dışındaki canlılara olan yaklaşımı”nı göstererek, tarifi güç bir insanlık örneği göstermişler ve hatta canlarını vermişlerdir. National Geographic katkılarıyla yapılmış Kekexili: Mountain Patrol, trajik bir belgesel dram. Belgesellerin diğer türlerle ne kadar esnek ve güçlü bağlar kurabileceğinin kanıtı. Ri Tai ve diğer korucuların hayatları, izlediğimiz bu mükemmel filmdeki gibi gerçekti. İster kişisel menfaat için, ister savaş ortamından uzaklaşıp görünmez olmak için, ister azalmakta olan milli değerlere idealistçe sahip çıkmak için, ne için olursa olsun, doğayı, onun güzelliklerini can pahasına korumak çok ulvi bir duygu. Şimdiye dek başka yaşanabilecek bir gezegen bulunamadı. Alternatifimiz yok. O kutsal dengeyi bozma hakkımız da yok. Yasalardaki boşlukları gözden geçirmek ve yeniden yorumlamak, Kekexili gibi daha önce hiç duymadığımız hikayeleri tüm dünyaya duyurmak gerek. Dünyamız iyi ve kötüyü, yaşamı ve ölümü bir arada barındıran, (henüz) benzerine rastlamadığımız bir gezegen.

17 Kasım 2013 Pazar

Trance (2013)


Yönetmen: Danny Boyle
Oyuncular: James McAvoy, Rosario Dawson, Vincent Cassel, Danny Sapani, Matt Cross, Wahab Sheikh, Tuppence Middleton
Senaryo: Joe Ahearne, John Hodge
Müzik: Rick Smith

Sanat eserleri konusunda uzman olan müzayede çalışanı Simon, Franck adındaki bir gangster ile birlikte milyon dolarlar değerindeki bir tablonun çalınma eylemine katılır. Olay esnasında oluşan kargaşada başına darbe alır ve uyandığında tabloyu nereye sakladığını hatırlamamaktadır. Franck ve adamlarının tehditleri, işkenceleri fayda etmez. Bunun üzerine Franck, Elizabeth isimli bir hipnoz uzmanı tutarak Simon'un beyninin derinliklerindeki bilgiye ulaşmayı planlamaktadır. Seans ilerledikçe geçmişine dönen Simon’ın sırları tehlikeli boyutlara varmaya başlar.

Joe Ahearne’nin 2001’de yazıp yönettiği aynı adlı televizyon dizisinden uyarlanan Trance, Ahearne ile birlikte John Hodge’un revize ettiği senaryosuyla 2013’te beyaz perdeye tekrar dönüyor. Aynı zamanda yönetmen Danny Boyle’un kadrolu senaristi olan Hodge’un 2013 uyarlamasında ne gibi değişiklikler yaptığını tam bilemiyoruz. Ama Trance, şu yeni haliyle Boyle’un Oscar şampiyonu Slumdog Millionaire ve 127 Hours ile yakaladığı yükselişin yanında sönük kalan bir yapım. Tür sıçramalarını seven Boyle, büyük ölçüde senaryonun handikapları sonucu Inception ya da Memento gibi suç klasiklerinin dahil olduğu kulübün kapısından haklı olarak geri çevriliyor. Zira Trance, kendini karmaşıklaştırmaya, zihnin derinlerine yolculuk ederek karakter analizleri çıkarmaya, bunu da suç öyküsüne monte etmeye çalışan bir film.


Bunları gerçekleştirmeye çalışırken hep eksik bir şeylerin olduğu hissi film boyunca bazı yakaları bırakmayabilir. Kendi açımdan bu his Danny Boyle filmleri arasında A Life Less Ordinary (1997), The Beach (2000) ve Sunshine’da (2007) da başıma gelmiştir. Bu filmlerde duyulan eksikliklerin farklılıkları yanında, çok çabalamalarına rağmen gerilim, romantizm, aksiyon gibi değişik yönlerden bir türlü yükselemeyişleri, ilerlermiş görünürken aslında yerinde saymaları birbirine benzer. Inception ve Memento yanında The Machinist, hatta 12 Monkeys gibi olağanüstü örneklerle birlikte anılmak istemesine rağmen, hikayesinin organize bir soygundan arızalı bir aşk üçgenine dönüşümü esnasında benimsediği kurgu, seyirciye bilerek ve isteyerek kafa yorduracak kıvamda değil. Üstelik Simon’ın zihnindeki kayıp parçalar bulundukça filmin tansiyonu artacağına, mantıksızlıkların ya da boşlukların sebep olduğu homurtular artıyor sanki. Elimizdekinin normal bir film olmasını istemiyoruz belki de.

Bu tarz filmlerin vazgeçilmezi olan sürpriz son Trance’ın elinde kalan en büyük kozlarından biri. Fakat orada ortaya sürülen çözümler de hipnoz olgusuna olan inancın veya bu olgunun suç merkezli bir aşk bilinmezine uyarlanışının tahmin edilebilirliğine kurban gidiyor. Şok etmeye oynayan bir film, finalini şekillendiren twist’i ile uzun süre seyirciyi yerinden kaldırmıyorsa, günler boyunca unutturmuyorsa, en önemlisi de filmin tamamına geri dönme isteği uyandırıyorsa amacına ulaşmıştır. Trance bende en ufak bir geri dönme arzusu yaratamadı. Çünkü geride kendini gizemli kılacak izler, bulmacasını cazip kılacak kırıntılar bırakmamıştı. James McAvoy, Rosario Dawson, Vincent Cassel üçlüsünün gayretleri, yine Boyle’un kadrolu görüntü yönetmeni olan Oscarlı Anthony Dod Mantle’ın sadece birkaç sekansta fark yaratan çekimleri fazla yeterli gelmiyor. Bazı sahnelerde abartılan müzik kullanımı da, filmin kendine olan güvensizliğinin bir ifadesi olarak yorumlanabilir. Trance, bence ne yazık ki Danny Boyle filmografisinin zayıf halkalarından.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Red 2 (2013)


Yönetmen: Dean Parisot
Oyuncular: Bruce Willis, John Malkovich, Helen Mirren, Brian Cox, Mary-Louise Parker, Anthony Hopkins, Byung-hun Lee, Catherine Zeta-Jones, Neal McDonough, David Thewlis, Tim Pigott-Smith
Senaryo: Jon Hoeber, Erich Hoeber
Müzik: Alan Silvestri

Robert Schwentke’nin yönettiği 2010 tarihli grafik roman uyarlaması Red’in ikinci filmi Red 2, ilk filmden aşağı kalmamaya çalışan, yine şamatanın ve mühimmatın bol olduğu bir aksiyon komedi. Morgan Freeman ve Karl Urban haricindeki ilk filmin kadrosuna Anthony Hopkins, Catherine Zeta-Jones ve Byung-hun Lee takviyesi yapan film, yine Jon ve Erich Hoeber’in senaryosunu hayata geçiriyor. Bu kez yönetmen olarak 1988 tarihli The Appointments Of Dennis Jennings adlı kısa filmiyle Oscar kazanmış, Curb Your Enthusiasm, Monk, Modern Family, The Good Wife, Justified gibi sevilen dizilerin birer ikişer bölümünü yönetmiş olan Dean Parisot seçilmiş. Elindeki gişe garantili, acayip zengin kadrolu malzemeyi de ilk filmin izinden gitmek suretiyle çarçur etmemiş. Tabii beklentiler sadece ekran karşısında kafa boşaltmak yönündeyse bu böyle.

İkinci film, artık emekli olan ve biricik aşkı Sarah ile birlikte gününü gün eden Frank Moses’ın, komplo teorileriyle bozmuş Marvin tarafından RED ekibinin ortadan kaldırılacağına yönelik uyarısıyla başlıyor. Her zaman olduğu gibi Marvin haklı çıkıyor ve kendine zekice sahte bir ölüm tezgahlayıp peşindeki FBI ajanlarının dikkatini dağıtıyor. Bu ajanların derdiyse 25 yıl önce kullanılan ve o andan itibaren ortadan kaybolan bir nükleer silahla ilgili bilgi toplamaya çalışmak. “Nightshade” isimli bu görevi araştırmaya karar veren sevimli ekibimiz, silahın mucidi Bailey’i (Anthony Hopkins) kapatıldığı akıl hastanesinden çıkarmak, Frank ile geçmişi olan Rus ajanı Katja’yı (Catherine Zeta-Jones) ekibe dahil etmek ve peşlerindeki dünyanın en iyi kiralık katillerinden biri olan Han’ı (Byung-hun Lee) atlatmak zorunda kalıyorlar. Espriler ve mermiler havada uçuşuyor. Bence ilk film kadar iyi olmasa da, vaat edilmiş eğlence biraz da turistik Londra, Paris, Moskova gezileriyle amacına ulaşıyor.


Kendini fazla ciddiye alamayan, fizik, kimya, biyoloji kurallarını hiçe sayan Red serisinin bu ikinci filmi yine birçok kuralsızlığı beraberinde getiriyor. MI6’in Alfa derecesinde güvenlikli bir Askeri İstihbarat Servisi tesisinde 32 sene boyunca hapsettiği sevimli olduğu kadar tehlikeli bir deliyi oradan kaçırıp, onun Kremlin Sarayı’nda sakladığı nükleer silahı almak üzere gizlice saraya girmeleri, biraz olaylı da olsa silahı oradan alıp çıkmaları bile filmi hangi ölçülerde değerlendirmemiz gerektiğini özetliyor zaten. Kalabalık kadrosu, mantık takmayan aksiyonu, Londra, Paris, Moskova unsurlarıyla iyice dağılan Red 2, ilk filmin yanında biraz sönük kalıyor. Yine de çizgi roman kıvamında aksiyonları sevenler için her zaman gideri olacak bir seri. Üçüncü filmin de anons edildiğini hatırlatalım.

Anthony Hopkins, John Malkovich, Helen Mirren, David Thewlis gibi, bir edebiyat uyarlaması dönem dramında bile yan yana göremediğimiz güçlü oyuncuları buluşturan film, aksiyon sevmeyen bünyeleri bile merak ettirip ucundan izletebilir. Özellikle Bailey karakteri, Hopkins’in ışıl ışıl parlattığı bir sevimlilik abidesi olmuş. Hollywood ve Güney Kore arasında mekik dokumaya başlayan Byung-hun Lee ise, yine Bruce Willis ile birlikte rol aldığı G.I. Joe: Retaliation’daki Storm Shadow gibi saf değiştiren kötü adamı oynamayı sürdürüyor. O kadar kalantor oyuncunun arasında gerek aksiyon becerisi, gerekse karakterini dramatize eden yetenekleriyle ezilmiyor. Şimdi bu filmde neyi nasıl dramatize edebilirsin diye düşünmek mümkün. Ama Han’ın Frank’i öldüremediği sahnedeki kısa Lee performansı bile, onun özel bir oyuncu olduğunu gösterir nitelikte.


Egolarından arınmış, eski dostlarıyla hoşça vakit geçirmek, üzerine de para kazanmak üzere bir araya gelmiş A sınıfı oyuncuların bulunduğu filmler furyasında Red kendine öyle ya da böyle izleyici bulacaktır. Bunları görünce bir zamanlar bizim sinemamızda da Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Ekrem Bora, İzzet Günay, Selma Güneri, Eşref Kolçak, Orhan Günşiray kadrosuna sahip Unutulmayanlar (1981) aklıma gelir hep. Karakter oyunculuklarıyla isim yapmış, ödüller almış ağır aktörlerin absürt komedi ve aksiyonlarda boy gösterişleri, milleti ne olursa olsun başka duygularla izleniyor. O ağırlığın içindeki hafifliği sezmek farklı bir deneyim. Dev oyunculardan fazla bir şey beklemeyeceğiniz fikrinin sevimli ironisi bile yetiyor. Zira dediğimiz gibi onların amacı da ödülleri silip süpürmek, eleştiri çevrelerince yere göğe sığdırılmamak değil, sadece beyazperdede hiç yapamadıkları şeyleri yapabilecekleri bir ortamın keyfini çıkarmak.

5 Kasım 2013 Salı

Lemmy (2010)


Yönetmen: Greg Olliver, Wes Orshoski

Greg Olliver ve Wes Orshoski’nin yönettikleri Lemmy, çeşitli gruplarda çaldıktan sonra 1975 yılından beri kurucusu olduğu Motörhead’de müzik yapan, kendi tabiriyle “% 49 motherfucker, % 51 son of a bitch”, birçok müzisyenin tabiriyle de "The Godfather Of Heavy MetalIan Fraser Kilmister ya da bilinen adıyla Lemmy Kilmister hakkında yapılmış şahane bir müzik belgeseli. Tabii onu şahane yapan en önemli özellik Lemmy’nin bizzat kendisi. Kronolojik bir sıra izlenmemesi ve bazı muhabbetlerin birazcık uzun tutulması dağınık gibi gösterse de, belgeselin yıldızı olan Lemmy, onun rutini, tutkunu olduğu unsurlar, hayata bakış felsefesi, kişilik özellikleri, rock tarihinin derinliklerinden çıkardığı anıları, onları anlatış biçimi ve benzersiz müziği kim tarafından ne şekilde kurgulanırsa kurgulansın her türlü amacına ulaşıyor zaten.

2013 itibariyle 68 yaşında olan Lemmy, diyabet ve tansiyon rahatsızlıkları olmasına rağmen hasta denemeyecek kadar sağlıklı, dede denemeyecek kadar dinç bir adam. Onu anlatmak için kelimeler yetmiyor. Zaten ona hayran olan bir sürü rock yıldızı, belgesel içinde onu anlatabilmek, Lemmy’nin neden kendilerine ilham kaynağı olduğunu ifade edebilmek için acayip benzetmeler, olağanüstü tabirler kullanıyorlar. Onun hayatı, rock tarihine yapılan büyük bir yolculuk gibi adeta. Jimi Hendrix, The Beatles, Little Richard gibi efsanelere yakından tanıklık etmiş, sonra tüm doğallığıyla kendi efsanesini oluşturmuş, onu günümüze kadar taşımış bir adam Lemmy... Hayranları kadar günümüzün saygın rock müzisyenleri de onu tanrısal bir mertebeye yerleştirmekten çekinmiyorlar. O ise boş vakitlerinde video oyunları oynamaktan, Los Angeles’taki Rainbow Bar & Grill’de Jack & Coke & Marlboro takılmaktan, hayranlarına hiç kapris yapmadan imza vermekten, onlarla fotoğraf çektirmekten mutlu olan normal bir adam.


Geçmişi ve şimdisi hakkında Lemmy için türlü yorumlar yapıldı / yapılmakta. Belgeselde bunlara birinci ve en güvenilir elden yanıtlar alıyoruz. Mesela Lemmy’nin 1972-75 arasında üyesi olduğu Hawkwind grubundan kovuluş hikayesini (aynı zamanda Lemmy’nin kendisini kovanlardan intikam alış hikayesini) tüm samimiyetiyle öğreniyoruz. İsteyerek sahip olmadığı fakat tanıdığı günden beri arkadaş gibi olduğu oğlu Paul Inder ile olan ilişkisini de hem Lemmy, hem de Paul açısından aynı samimiyetle dinliyoruz. Belki en önemlisi de, iflah olmaz bir I. ve II. Dünya Savaşı hayranı olan Lemmy’nin sahip olduğu muhteşem koleksiyonun uzantısı olarak kullandığı birtakım kostüm ve aksesuarlarda yer bulan neo-nazi simgelerden ötürü ırkçılıkla itham edilmesine yaptığı yorumlar. Irkçılığa ne kadar uzak bir insan olduğunu “benim 6 tane siyah kız arkadaşım oldu”, “İsrail Ordusu güzel giysiler üretti de toplamadım mı? Ama üretemiyorlar.” ifadeleriyle destekliyor.

Bir zamanların çılgın, vurdumduymaz, hızlı yaşayan Lemmy’si, yıllar geçtikçe müzikal anlamda sürdürdüğü istikrarı ve bir rock yıldızına göre çok mütevazi biçimde sürdürdüğü hayat tarzıyla artık günümüzde olgunlaşmış, ekol olmuş bir insan. Birçok alışkanlığından vazgeçtiği söylenemez. Ama tevazusu, yardımseverliği, açıksözlülüğü, sevimliliği, mizah duygusu ve dahası Lemmy belgeseline çok iyi yansımış. 2000 kadınla yattığı söylentilerini gazetecilerin uydurduğunu, aslında 1000 kadınla yattığını söyleyen Lemmy, etkilendiği isimler olarak Little Richard, The Beatles ve Elvis’i söyleyen Lemmy, sahip olduğu en değerli şeyin oğlu Paul olduğunu söyleyen Lemmy, sahnede mikrofonu boyundan birkaç santim yukarı çekerek içten bir sertlikle şarkılarını söyleyen Lemmy sanki hep aynı Lemmy


“Lemmy ve Motörhead olmasaydı Metallica, Slayer, Megadeth olmazdı”, “Lemmy rock’n roll’dur, rock’n roll da Lemmy’dir” ya da “Sevgilin ve rock'n'roll arasında bir seçim yapacaksın. Seks yaparken bile en güzel an yarım saat sürer. Konser süresi ise bir buçuk saattir” söylemlerini en birinci ya da en samimi ağızlardan duymak, bir müzik belgeselinin kalitesini ortaya koyması açısından önemli. Alice Cooper, Ozzy Osbourne, Henry Rollins, Steve Vai, Jarvis Cocker, Dee Snider, Metallica gibi adamları etkilemiş, onlara ilham vermiş birisi için belgeselde çok çarpıcı şeyler söyleniyor. Lemmy gibi ilham kaynaklarını öldükten sonra değil, ölmeden önce böyle işlerle bilene bilmeyene anlatmak, Lemmy belgeselinin değerini arttırıyor. Öldükten sonra onların bize miras bıraktıkları albümlerden başka, bu tip samimi yapımların da bizlere hediye edilmesi gerekiyor. Böylece farklı bir kültürden bile olsa sanki bizim mahallenin ağır abisi duygusu yaratan figürleri daha iyi anlıyoruz.

31 Ekim 2013 Perşembe

Safety Not Guaranteed (2012)


Yönetmen: Colin Trevorrow
Oyuncular: Aubrey Plaza, Mark Duplass, Jake Johnson, Karan Soni
Senaryo: Derek Connolly
Müzik: Ryan Miller

Seattle’da bir dergi çalışanları olağandışı bir gazete ilanıyla karşılaşır. Dergiden üç kişi alaycılık ve şüpheyle bu ilanın ardındaki haberin peşine düşer. Çok geçmeden, tuhaf ve gizemli bir karakter olan Kenneth’in izini sürmeye başlarlar. Süpermarkette çalışan ve paranoyak eğilimleri olan Kenneth, zaman yolculuğunun sırrını çözdüğünü iddia etmektedir. Hatta çok yakın zamanda yeni bir yolculuğa çıkmak üzere hazırlık yapmaktadır. Verdiği ilanda da yanına kendisiyle birlikte bu yolculuğa çıkacak birini aramaktadır. Karşılığında ise geri döndüklerinde ödeme yapmayı vaat etmektedir.

Sundance, Phoenix ve Independent Spirit organizasyonlarından ödüllerle dönen sevimli bir bağımsız olan Safety Not Guaranteed, hamuruna bilim kurgu ve gizem öğeleri katarak, bunu yavaş yavaş filizlenen bir romantizmle pekiştirerek ilgi çekici hale gelen bir film. İnsanoğlunun en büyük fantezilerinden bir olan zamanda yolculuk mefhumuna esrarengiz, sevimli, kendi mantığı içinde elinden geldiğince gerçekçi, biraz gerilimli, hüzünlü ve romantik pencerelerden bakabilen senarist Derek Connolly ve yönetmen Colin Trevorrow ilk ciddi uzun metraj çalışmalarından yüzlerinin akıyla çıkmışlar. Öyle ki, başrol oyuncuları Mark Duplass ve Aubrey Plaza’nın donuk yüz ifadeleri ve yer yer performanslarına yansıyan soğuk duruşları bile bu içten hikaye içinde yumuşatılmış ve rafine biçimde perdeye yansıyor.

Tuhaf Kenneth’i incelemeye ve onun bu olağanüstü projesine yem olmaya çalışırken ondan etkilenen Darius dışında ilanı araştırmak için görevlendirilen diğer dergi çalışanları Jeff ve Arnau’nun filme eklenmeye çalışan minik yan hikayelerinin pek katkısı ve alakası olmasa da, filmin bu içtenliğine az da olsa farklı kanallardan destek oldukları söylenebilir. Ama özellikle Mark Duplass, depresif olduğu kadar zamanda yolculuk konusunda tutkulu Kenneth rolüne seyirciyi ısındırmakta çok başarılı. Hem beklendik, hem de beklenmedik finaliyle içine dahil ettiği seyircileri farklı duygulara sürükleyen Safety Not Guaranteed, ele aldığı fantezinin final sonrası detaylarını yine seyircilere bırakarak zihinlere hayalgücü jimnastiği yaptırmayı başarıyor. Benzer benzemez yönleriyle, içerik farklılıklarıyla iz bırakan bir başka bağımsız olan Another Earth’ün biraz karikatürize edilmiş ama her yönden kendine sadık bir ruh kardeşi sayılabilir.

26 Ekim 2013 Cumartesi

Nueve Reinas (2000)


Yönetmen: Fabián Bielinsky
Oyuncular: Ricardo Darín, Gastón Pauls, Leticia Brédice, Oscar Nuñez, Ignasi Abadal, Tomás Fonzi, Antonio Ugo, Alejandro Awada, Elsa Berenguer, Ricardo Díaz Mourelle
Senaryo: Fabián Bielinsky
Müzik: César Lerner

Para üstü numarasıyla bir market kasiyerini soymaya çalışan Juan’ı (Gastón Pauls) iş üstünde gören usta dolandırıcı Marcos (Ricardo Darin), çuvallayan Juan’ı zor durumdan kurtarır ve ona birkaç numara öğretmeye karar verir. Birlikte ufak çapta birkaç dolandırıcıık yaptıktan sonra aldıkları bir tüyo sayesinde Dokuz Kraliçe adı verilen bir pul serisinin orijinalini ele geçirme ve bunu zengin bir koleksiyoncuya satma fırsatı elde ederler. Film için bu kadar özet kafi. Zira fazla açıldıkça spoiler verme ihtimali artan bu zeki senaryoyu kaleme alan ve yöneten Fabián Bielinsky’nin 2000 yılında yazıp yönettiği ilk film olarak Nueve Reinas, aradan geçen 13 yıla rağmen hala zeki, akıcı ve zamansız bir suç yapımı.

Nueve Reinas, kendisinden önceki dolandırıcılık temalı Hollywood filmlerinden yer yer izler barındıran, fakat bunlara sadece Bielinsky’nin hayranlık duyduğu o eski yapımlarla aynı atmosfere sahip olma isteği şeklinde düşündüren usta işi bir film. Kurnazlığı yüzünden okunan Marcos’un saf Juan ile ilk karşılaştığı market sahnesinden itibaren temposunu sürekli zinde tutan, zaman içinde ikilinin kapsamlı plan gerektiren büyük bir işi kovalamaya başlamalarıyla iyice ısınan film, arada mühim dramatik duraklara da uğrayarak karakterlerinin insani yönlerini keskinleştiriyor. Juan’ın kurnazlığı ile vicdanı arasındaki mücadelesi, Marcos’un hedefi uğruna her türlü tavizi verebilecek hırsı arasındaki çatışmalar, film içindeki her türlü kurnaz planla birlikte bu güzel senaryonun ana malzemesini oluşturuyor.


Nasıl bir sürprizle bittiği bilinmese de bir filmin sürpriz sonla bittiğini bilmek, film boyunca insanı rahatsız edebilen bir durum. Nueve Reinas’da da sona yaklaşırken kafalarda üretilen teoriler çoğaldıkça bu rahatsızlık nüksedebilir. Ama özellikle Arjantin’deki ekonomik krizi, o sürpriz sona yaklaşırken hikayesine katık eden Bielinsky, son ana kadar ince ince ördüğü suç ağının düğümlerini çözdüğünde filminin geri kalanına ihanet etmeyen çok başarılı bir final tasarlamış. Sürpriz sonlarıyla ünlenmiş filmlerle ilgili bir anket yapılsa, kimlere oy verileceğini az çok biliriz. Bunların birçoğunda da Nueve Reinas adına rastlamışızdır. Artık günümüzde seyirci “sürpriz son” kavramına fazla alıştırıldığı ve efsane örnekler tarafından iyi eğitildiği için, 2000 tarihli bir filmi yeni izlediğinde burun kıvırma eğilimi gösterebilir. Oysa sürpriz bir finalin etkili olup olmadığının sağlamasını en iyi yapabilecek şeylerden biri, o finalin (sonuç artık biliniyor olsa bile) tüm filmi yeniden izleme isteği uyandırmasıdır. Nueve Reinas bence bu sağlamayı yapabilen bir film.

Usta oyuncu Ricardo Darin, genç Gastón Pauls ile uyum içinde. Her ne kadar Pauls fazla sivrilemiyor gözükse de, Darin çoğu sahnede ipleri elinde tuttuğu için onun karşısında hemen her oyuncu Pauls gibi kalırdı büyük ihtimalle. Başta Marcos’ın kızkardeşi Valerie’yi canlandıran Leticia Brédice olmak üzere yan karakterler de iyi yazıldıkları kadar iyi oynanmışlar. Nueve Reinas’ın 2004 tarihli Criminal adında başarısız bir Hollywood yeniden çevrimi de mevcut. Bu filmden sonra 2005’te yazıp yönettiği, yine Ricardo Darin’in ustalığıyla bezenmiş El Aura ile biraz durağan ama kesinlikle güçlü bir suç yapımına daha adını yazdıran Fabián Bielinsky’nin 28 Haziran 2006 yılında henüz 47 yaşındayken São Paulo’da kalp krizinden ölmesi sinema dünyası adına büyük kayıplardan biri. Yaşasaydı daha kimbilir nasıl filmler çekecekti diye iç geçirdiklerimizden biri.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Gravity (2013)


Yönetmen: Alfonso Cuarón
Oyuncular: Sandra Bullock, George Clooney
Senaryo: Alfonso Cuarón, Jonás Cuarón
Müzik: Steven Price

En son yönettiği distopik macera harikası Children Of Men ile bu türün en yenilikçi işlerinden birine imza atan Meksikalı Alfonso Cuarón, tam yedi yıllık bir aradan sonra senaryosunu oğlu Jonás Cuarón ile birlikte yazdığı Gravity’yi görücüye çıkardı. Uzaydaki Amerikalı bir araştırma ekibinin, Rusların bir protokol gereği kendi uydularını yok etmeleri üzerine sebep oldukları zincirleme tepkimeler sonucu felaketle karşılaşmalarını ve aralarından sadece Dr. Ryan Stone (Sandra Bullock) ve tecrübeli astronot Matt Kowalski’nin (George Clooney) kurtulma mücadelesini işleyen Gravity, Children Of Men gibi geniş kitlelerce sahiplenen bir film olmak yerine seyircilerini ikiye bölmüş bir film olarak dikkat çekiyor. Bunun çeşitli nedenleri var elbette. Belki de en bariz olanı, bir roman uyarlaması olarak hem görsel, hem de felsefi metin yönünden dolu dolu bir yapım olan Children Of Men’den sonra hasretle beklenen Cuarón’un kendisi adına yükselttiği çıtanın sinema severler üzerindeki uzun süreli etkisi olsa gerek.

Gravity görsel ve işitsel anlamda gerçek bir şölen. Zaten hakkında yazılan tüm yazılarda ısrarla IMAX teknolojisine sahip salonlarda izlenmesi yönünde tavsiyeler yer alıyor. Buna katılmamak mümkün değil. Alfonso Cuarón ve yüzlerce çalışandan oluşan teknik ekibi olağanüstü yöntemlerle bezeli mükemmel bir atmosfer yaratmışlar. Bunun hakkını vermek için 3D gözlüklerin takılıp 90 dakikalık bu “deneyim”in yerinde yaşanması gerek. Daha ilk saniyelerden itibaren nefesleri kesen, haliyle seyircisini atmosferine dahil etme konusunda hiç sıkıntı çekmeyen Gravity, detayları çeşitli kaynaklarda mevcut kamera arkasından da anlaşılabileceği gibi bilim kurgu türünün en yenilikçi teknikleri sayesinde unutulmaz hayatta kalma sekansları yaratıyor. Mekik dışında kontrollerini yapan astronotların huzur dolu rutinleriyle başlayan ilk dakikaların bize de yansıyan büyüleyici ruh hali, yerini panik ortamına ve dehşet dolu anların başlangıcına götürüyor.


Seyircisini ilk elden avucunun içine alan Cuarón, oksijeni azalmakta olan Ryan’ın panik içindeki nefes alıp verişine yükleniyor, hatta bununla yetinmeyip kendine yakışır bir plan geçişiyle Ryan’ın astronot başlığının içine kadar girip onun gözüyle etrafa bakıyor. Zaten bulunduğu yerçekimsiz ve oksijensiz ortamı kabullenen seyirci için bu olağanüstü durum müthiş bir içselleşmeyi de beraberinde getiriyor. Aşırıya kaçmamakla birlikte Cuarón yer yer bu POV yöntemine başvurarak dizginleri elinde tuttuğunu hatırlatıyor. Filmin önemli bir yüzdesinin panik anlarından oluştuğu düşünülürse, Ryan’ın kendini mekiğe atmasından itibaren yerçekimsiz ortamın insanı hareket olarak nasıl özgürleştirdiği yönünde huzurla karışık müthiş bir kontrast yaratılıyor. Bu huzur öyle bir boyuta ulaşıyor ki, insan kaç yaşında olursa olsun zahmetsizce cenin pozisyonu alıp ana rahmindeki en masum haline bürünebiliyor.

Mekik dışında gerçekleşen ölümcül bir fırtına misali kaos ortamının mekik içinde de sorunlara yol açmasıyla bir türlü huzur bulamayan Ryan, Alien serisinin efsanevi Ripley’ini anımsatmıyor değil. Fakat buradaki fark, Ryan’ın bir yaratıkla veya bilinmeyen bir güçle savaşması değil, insan hatalarının tetiklediği uzay doğasının hırçınlığıyla mücadele ediyor olması. Üstelik Ripley’nin hayatta kalma mücadelesi belki de dünyanın artık dünya olmadığı uzak bir gelecekte geçiyorken, Ryan’ın içinde bulunduğu mekikte oradan oraya uçuşan basit dünyevi nesneler bile bir şeyler anlatıyor. Ryan’ın mekiği kurtarmak için tekrar dışarı çıkıp mermi hızındaki uydu parçalarının uçuştuğu fırtınaya yakalandığı sahne ise tek kelimeyle muhteşem. Elbette olmazsa olmaz şans faktörünü de göz ardı etmeden Ryan’ın hayatta kalma mücadelesinin en görkemli anlarından biri olan bu sahne, dehşetin boyutlarını biraz daha anlamamıza sebep olan, aynı zamanda filmin bilim kurgu lezzetini sürrealist bir tablo misali boyutlandıran nitelikte.

Hakkında yapılan yorumlar neticesinde seyirciyi ikiye bölen Gravity’nin elle tutulur bir senaryosunun olmadığı iddiası, Children Of Men ile yapılan kıyas sonucu çürütülmesi zor görülüyor. Ama bu hatalı kıyas, Gravity’nin sadece bir hayatta kalma serüveni, hatta belki de kapsamlı bir bilim kurgu senaryosu finalinin yaklaşık 70 dakika kadar uzatılmış hali olarak görülmesine yol açabilir. Oysa yaşamın imkansız olduğu uzayda, yaşam ve ölüm arasında kalmış insanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüne yapılan vurguların felsefi verileri inkar edilemez. Belki Cuarón, bazen doğum ile ölüm kavramlarına fazla doğrudan, tahmin edilebilir ve derinliksiz yaklaşıyor görünebilir. Dramatik yönden baş karakterinin kayıplı geçmişinden nemalanan klişe bir altyapıya bel bağlamış olabilir. Ancak üzerindeki ağırlıklardan kurtulunca cenin pozisyonuna geçmenin, kendi gözyaşının boşlukta süzülüşünü görmenin, o gün öleceğini bilmenin, bu bekleme sürecindeki yalnızlaşmanın sonucu telsizde duyulan bir köpekle karşılıklı havlaşmanın insan psikolojisindeki karşılıklarını bulabilmek çok önemli.


Bu aşamaya gelirken bir dolu kötü filmden geçen Sandra Bullock’un tek kişilik performansı göz doldururken, George Clooney’nin Hollywood’daki nüfuzunu kullanarak bir şekilde bu filmin bir parçası olmak için yamandığını düşünüyorum. Zira filme pek bir katkısı olmadığı düşüncesindeyim. Özellikle filmin ikinci yarısındaki Ryan’ın yalnızlığını yıpratma eğilimindeki “geçerken uğrayan” o tek sahnesine gerek bile yokmuş. Gravity’nin destansı görselliğinde önemli pay sahibi usta görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ve yine bu epik yapılanmaya olağanüstü katkılar sağlayan müzikleriyle Steven Price, Alfonso Cuarón’un görkemli dönüşüne eşlik ediyorlar. İnsanoğluna hep çekici gelen yerçekimsiz ortamın tersine, bizi kendine çeken görünmez bir gücün aslında hayatımızda ne kadar değerli olduğunu vurgulayan anlamlı finali ile Gravity, sırtını afili cümlelere, sloganlara bağlamamış, eşsiz görsel / işitsel tasarımlarıyla onları düşünmeyi ve anlamlandırmayı seyircinin zihnine bırakmış filmlerden.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Speed Racer (2008)


Yönetmen: Andy Wachowski, Larry Wachowski
Oyuncular: Emile Hirsch, Susan Sarandon, John Goodman, Matthew Fox, Christina Ricci, Scott Porter, Benno Fürmann, Paulie Litt, Rain, Hiroyuki Sanada, Richard Roundtree, Kick Gurry
Senaryo: Andy Wachowski, Larry Wachowski
Müzik: Michael Giacchino

Pistte fırtına gibi giden, yarış öncesinde, sırasında ve sonrasında toz attıran Speed Racer (Emile Hirsch), direksiyon başında doğal bir yetenektir. Yarış arabalarının içinde doğan Speed, saldırgan, içgüdüleriyle hareket eden, korkusuz biridir. Tek gerçek rakibi, idol olarak gördüğü ağabeyinin anısıdır. Speed efsanevi bir yarışçı olan ağabeyi Rex Racer’ın bir yarış sırasında ölümünün ardından kalan boşluğu doldurmak istemektedir. Ailesinin ve kız arkadaşının desteğiyle, Speed bir zamanlar rakibi olan gizemli Racer X (Matthew Fox) ile işbirliği yapar. Amacı, ağabeyinin canını alan, ölüme meydan okuyan, “Crucible” adlı cross-country rallisini kazanmaktır.

Matrix sonrası Wachowski biraderlerin yeni filmi olan popüler manga uyarlaması Speed Racer, “her film kendi kulvarında değerlendirilmeli” dahilinde değerlendirildiğinde bile eleştirmesi zor bir film. En başta Wachowski’lerin bu filmi bir lunapark eğlencesi olarak tasarladıkları gerçeği ortadayken, tutup orasını burasını çekiştirmek, öküz altında fok balığı aramak gibi olacaktır. Renk ve aksiyon cümbüşünün sağladığı gözkamaştırıcı bir konsept dahilinde bambaşka evrenler tasarlanmasına yardım eden bluebox-greenbox teknolojisinin ulaştığı bir başka nokta olarak Speed Racer, Matrix gibi bir milat değil. Zaten sırf beyin takımı aynı diye Matrix ile kıyaslanacak bir durumu da yok. Ama bunu o beyin takımının kendisi bile inkar edip, promosyon amaçlı Matrix adının kullanılmasına bağıra çağıra izin verince ister istemez elma armut kıyasına zemin hazırlanıyor.

“Devrim niteliğindeki özel efektler” pazarlaması, artık günümüz gelişen teknolojisinde izleyene ne gibi bir farklılık hissettirir bilinmez. Fakat bunun bir devrim olup olmadığını anlayabilmek için artık çok daha belirgin ve aynı zamanda alışılmadık görüntülerin keskinleştirilmesi gerekiyor. Özellikle yarış sahnelerindeki nefes aldırmayan aksiyonun dizayn edilişinde algılanan devrim kavramı, belki bir nebze manga-çizgi roman kaynaşmasının süper hızlı bir kurgusu ile tarifini buluyordur. Lakin izleyicinin bunu tam olarak bir devrim olarak adlandırması için The Lord Of The Rings, Star Wars, Jurassic Park, 300, Sin City ve dahasını hiç izlememiş olması gerekecektir. Kısaca artık dijital teknolojide pek sınır kalmadı ve devrim diye nitelenen numaralar hep başka çağdaşlarını çağrıştırır hale geldi. Yine de büyük konuşmamak gerek. Teknolojide deniz bitmez.



Bunca hengame arasında Speed Racer’ın yücelttiği aile kavramı çizgi film düzeyini pek aşamıyor. Ailecek izlenebilcek, kansız, küfürsüz bir yapım olduğu için her kuşak, kendi beğeni sınırları içinde filmden keyif alabilir. Ancak küçük izleyenler Spritle ve onun şempanzesi Chim Chim ile olan, bir süre sonra sinir bile bozabilen sahnelerde ne kadar eğleneceklerse, büyük yarış kartellerinin birbirlerini alt etme yönündeki ayak oyunlarından, hisse-borsa komplolarından da hiç birşey anlamayacaklardır. Çocuk-yetişkin her kuşağa hitap etme çabası, her iki tarafın da yer yer filmden kopmasına sebebiyet verebilir. Ortak payda ise, hız limitini aşmış fantastik yarış sahnelerinin, artık bir süre sonra hipnotik etkiler gösteren süratinin sağladığı seyir zevki oluyor.

Gençlerle deneyimli popüler oyuncuların çekirdek kadroyu oluşturduğu filmde çeşitli milletlerin (Almanya, İtalya, Japonya, Güney Kore gibi) irili ufaklı oyuncularını kısacık da olsa görmek mümkün. Uzun süresine, beklenmedik biçimde bazı sahnelerde ağırlaşmasına, hemen her yönden abartıyı yüceltmesine karşın Speed Racer, gözalıcı parlak renkleri, yarattığı fantastik atmosferi ve özellikle hız düşkünlerini memnun edecek kitsch aksiyonuyla bir Wachowski meydan okuması. Ama kesinlikle bir Wachowski devrimi veya miladı değil.