28 Aralık 2009 Pazartesi

Zombieland (2009)


Yönetmen: Ruben Fleischer
Oyuncular: Woody Harrelson, Jesse Eisenberg, Emma Stone, Abigail Breslin, Bill Murray
Senaryo: Rhett Reese, Paul Wernick
Müzik: David Sardy

Zombieland, zombilerin istila ettiği bir dünyada hayatta kalmanın bir yolunu bulan bir grup insanın öyküsünü beyazperdeye taşıyor. Columbus (Jesse Eisenberg) zombiler karşısında hayatta kalabilmek için kendine özgü kurallar belirlemiş, biraz da korkak bir gençtir. Tallahassee (Woody Harrelson) ise türlü silahlarla zombi avlayan, tek amacı yeryüzündeki son Twinkie kekini yemek olan sert biridir. Yine hayatta kalmak için kendilerince eşsiz yollar bulan Wichita (Emma Stone) ve Little Rock'la (Abigail Breslin) güçlerini birleştirdiklerinde, neyin daha kötü olduğuna karar vermeleri gerekecektir: Birbirlerine muhtaç olmak mı, zombilere teslim olmak mı?

Bu yıl Watchmen’den sonra gördüğüm en harikulade jeneriğe sahip Zombieland, artık türün referans ve klişe yüklü sonradan görme örnekleri arasından çeşitli yönleriyle sivrilmesini bilen bir yol/zombi filmi. Birtakım referans ve klişeler Zombieland’de de mevcut. Zaten bu saatten sonra kilometresini sıfırlamış bir zombie filmi çekmek ne derece mümkündür tartışılır. Film en azından hazıra konmayan, kendine özgü pek çok tespit barındıran bir yapıda. Üstelik bunu yaparken kendinden keyif alıyor adeta. İşin gırgırında olduğu baştan belli. Fakat yine de hiç olmazsa o gırgırın hakkını verme yönünde gayet zeki hamlelerle ve monolog/diyaloglarla şekillenmiş bir mizah anlayışı var. Bir zombie komedisi çekiyorsanız absürdlük olmazsa olmazdır. Absürdlüğünü bile boşa sallamıyor neredeyse.



Gerek zombi salgını sonrası Amerika’nın hayalet şehir tasviri, gerek bu tasvirin sağladığı bazı fantezileri ve şakaları, gerekse bunları sıkıcı olmadan ciddi mesajlara bağlama becerisi Zombieland’in hiç de boş bir film olmadığının kanıtları. Öyle ki birçok zombi filminde bir türlü dile getirilemeyen insanî duyarlılığı dört ana karakteri vasıtasıyla sanki basit bir refleksmiş gibi söyleyip çekiliyor. Evet bu insanlar zombilerden kaçıyorlar ama zombi olmadan önce o insanlardan başka şekillerde yine kaçıyorlardı mesela. Zombiler yokken veya varken insanoğlunun bazı davranışları, beklentileri, saplantıları hiç değişmiyor. Columbus’un zombi tedbirleri (ve sonradan bu kurallara zombilerle ilgisi olmayan başkalarını eklemesi), Tallahassee’nin Twinkie saplantısı (ve bu saplantının aslında kendisinin insan kalabildiğini hatırlamanın bir yolu olduğu vurgusu), dolandırıcı Wichita ve Little Rock kardeşlerin Pasifik Lunaparkı hayali (ve müthiş dolandırma teknikleri), terk edilmiş bir Hollywood’da yapılacaklar, seksi komşu 406, zombi-palyaço ve tabiî yaşayan efsane Bill Murray’nin konuk olduğu harika bölümler, Zombieland’in Shaun Of The Dead’den sonra izlediğim en iyi zombi parodisi olduğu yönünde tereddüt bırakmadı. (Gerçi bu parodilerden de fazla yok!)

İlk uzun metraj yönetmenliğiyle Ruben Fleischer, bugüne dek çıkış yapamamış Rhett Reese ve Paul Wernick ikilisinin matrak senaryosunu aynı matraklıkta filme almış. Dört asıl karakter arasından Tallahassee tiplemesi, Woody Harrelson’ın tecrübesiyle bariz üstünlük sahibi. Genç oyuncular Jesse Eisenberg, Emma Stone ve 10 yaşında Oscar’a aday olduğu sarı minibüsten sarı Hummer’a terfi eden Abigail Breslin de bu tecrübenin altında ezilmemeye çalışıyorlar. Onların filmdeki rollerini oynamalarından önce film zaten onları oynuyor. Lost dizinin 25 bölümünde görüntü yönetmenliği yapmış Michael Bonvillain’ın çekimleri, film boyunca sık sık araya giren şarkılar ve zombilerden kurulu figürasyon da unutulmamalı.

“Diğer insanlar olmadan bizim de zombiden farkımız kalmaz” gibi dışarıdan kulağa biraz sıkıcı gelen mesaj kaygısının altını aile, aşk, dostluk temalarıyla keyif veren biçimde dolduran, yolculuğunu yarım bırakmış bir film. Bu yüzden uzun vadede Zombieland 2’nin geleceği de duyurulmuş. Genelde devam filmlerine sıcak bakmam ama 85 dakika üzerine bir 85 dakika daha olsa bayıla bayıla izlerim diye düşündüğüm bir filmin devamının çekilmesi sevindirici. Tabiî bu ekip yine aynı olursa!

24 Aralık 2009 Perşembe

Mayıs Sıkıntısı (1999)


Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Muzaffer Özdemir, Emin Ceylan, Fatma Ceylan, Mehmet Emin Toprak, Muhammad Zımbaoğlu, Sadık İncesu
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan

Gezegenimizde Yenice isminde ne çok yer varmış. Aydın ilçesi, Zonguldak ilçesi, Tekirdağ’da bir belde, Muğla’nın bir köyü, Adana’nın bir köyü, Mersin-Tarsus’ta bir kasaba, Edirne-Enez’de bir köy, Karabük ilçesi, Amasya’da bir belediye bunlardan bazıları. Çanakkale ilçesi Yenice ise Nuri Bilge Ceylan sayesinde ayrı bir değer taşıyor. Yönetmenin çocukluğunun geçtiği, Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı filmlerinin doğal mekanı. Öyle ahım şahım bir yer değil, hatta ondan çok daha güzel beldeler var. Ama bu üç film, Yenice’nin insanına, doğasına, şivesine, o sade ve sıradan güzelliğine düzülmüş sanatsal birer methiyeler dizisidir. Mayıs Sıkıntısı, bunlardan en olgunu olsa gerek. Yarıdan çoğu gerçek, kurgu kısımları ise başka gerçekliklerin filme dahil edilişi ile kotarılmış film, akılalmaz dinginliği içinde aslında yüreklerindeki ateşi, umudu ve güzellikleri canlı tutmaya çalışan insan manzaraları ile dolu. Hepsinin öyküsünde bizden, bizim öykülerimizde onlardan izler o kadar fazla ki. Yenice, Ceylan’ın kişisel seçimi. Ancak orası aslında sevapları-günahlarıyla insanın elinin dokunduğu gezegen parçalarından sadece biri.

Filmin konusu tek cümleyle bile özetlenebilir. Muzaffer’in çekeceği film için İstanbul’dan, anne babası ve çevreden birkaç kişiyi filminde oynatmak için doğduğu Yenice’ye gelmesi. Ama esas bahsedilmesi gereken, o insanların her biri kendine has öyküleri ve onların önderliğinde anlamamız, düşünmemiz gereken evrensel boyut. Bunları düşündürmek için Ceylan özel bir çaba sarfetmiyor. Çektiği eşsiz planlar, kurgu ve sükunet, zaten bize yeterince düşünme fırsatı tanıyor. Şimdi o öykülere bakalım. İtalik cümleler Nuri Bilge Ceylan’ın bir röportajından alınma, kendi sözleridir.


Emin Amca, Ceylan’ın gerçek babası, Fatma Teyze de gerçek annesi. Fatma Teyze başlarda filmde gözükmeye pek yanaşmasa da sonra razı oluyor. Sıcakkanlı, sevimli ve aynı zamanda oldukça fotojenik. Ama hikaye filmin başrolü Emin Amca’da... Onun hikayesi gerçek. Orman İdaresi’nden ağaçlarını kurtarmaya çalışan, bu uğurda tüm kanunları araştıran, ezberleyen, saf duruşunu aydınlığı ile dengeleyen bu güzel insan, gerçekte bir ziraat mühendisiymiş. Amerika’da master yapmış. Hatta küçük Ali evde halasını beklerken duvarda asılı sertifikasını da görüyoruz. Arazisindeki bakıp büyüttüğü ağaçlarına tutkuyla bağlı Emin Amca, kağıt üzerinde yasal görünen, ama ona göre haksız bu girişim için gardını alıyor. Sık sık okuduğu kanunları, ezberlediği maddeleri duyuyoruz. Kendine göre, o ağaçlara kesilmek için el konduğunu gösteren boyayı vurdurmamak için bir an olsun ağaçlarını yalnız bırakmak istemiyor. Yasadaki kadastro geçmemiş yerde köy senedi muteberdir cümlesine uyulmasını istiyor. Zaten tüm hak arayışlarını yasalara uygun şekilde yapmak istiyor. Esas amacı ağaçları korumak mı, sahiplenmek mi diye bir ikileme girilebilir. Ama gerçek olan bir şey var. Ağaçlar köylünün elinde olsa çoktan kesilmişlerdi. “Onlar kesiyorlar, yok ediyorlar, biz ise koruyoruz. Ama devlet gelip bizim yakamıza yapışıyor.” Olağanüstü bir karizması var aslında. Duvarda bir ara birkaç saniye gözüken gençlik resmini Çehov’a benzettim. Babasını biraz da oğlundan dinleyelim:

"Babam eskiden çok idealist bir insandı. Çocukluğumda bütün köylere giderdik. Köy kahvelerinde geceyarılarına kadar nasıl tarım veya ilaçlama yapılması gerektiğini anlatırdı. Bir noktada ideallerinin yavaş yavaş azaldığını, köreldiğini gördüm. İçine kapandı, hayal kırıklığına uğradı. Bu geçiş çok yumuşak oldu. Belki de yaşlanmanın etkisiyle oldu bilemiyorum. Amerika’dan, doğup büyüdüğü topraklara faydalı olabilmek, orada öğrendiklerini uygulamak, insanları eğitmek için dönmüştü. Sürekli verdiği için ödülünü alamamış, karşılık bulamamış gibi bir duyguya saplandı. Babam gibi okumuş bir insanın, köylülerin kafasında belli davranışlara sahip olması gerekiyor. Bunlara sahip değilse hemen aşağılamaya başlıyorlar. Eğer köylülere yukarıdan bakmıyorsa, iyi giyinmiyor, herkes arabayla giderken o, tarlaya bisikletle gidiyorsa bunlara alay konusu oluyor. Bütün dünyada köylüler böyle herhalde. Çehov’un hikayelerinde de çok rastlıyorum böyle şeylere."


Mayıs Sıkıntısı, Saffet’in (Mehmet Emin Toprak) postacıdan üniversite sınav sonucunu öğrenmesiyle başlıyor. Onun hikayesi de gerçek. Bütün arkadaşlarının sınavı kazanıp onun kazanamaması, Yenice’de yapayalnız kalması onu boğuyor. Muzaffer’in ona İstanbul’da iş bulma vaadi üzerine, babasının rica minnet bulduğu fabrika işçiliğinden ayrılması, daha sonra Muzaffer’in bu sözünden dönmesi Mehmet Emin’in gerçeklik ve kurgu arasındaki duruşunu iyice solgunlaştırıyor. Sessiz ama çok derinden yaşanan bir dram daha... Mehmet Emin, Bilge Ceylan’ın yeğeniydi. 28 yaşında Yenice’de geçirdiği elim bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu filmle birlikte Kasaba ve Uzak’ta da rol aldı. Ödül kazandı. Aslında onun ki oyunculuk değil, bir haysiyet duruşuydu. Hep umut vaad eden diye bahsedildi ondan. O zaten umudun ete kemiğe bürünmüş hallerinden biriydi. Erken ölümün getirdiği bir mitleştirme durumu yok burada. Nuri dayısının ricasıyla oynadığı filmlerde kazandığı başarı, onun yaşındaki biri için tevazu göstermesi zor bir durumdur. Saflığı, utangaçlığı, mütevaziliği, güzelliği onu Mehmet Emin’den başkası olmasına izin veremezdi. Jeff Buckley, Kurt Cobain, James Dean ve daha niceleri gibi gezegenden vakitsiz göçüp gitmesi yürekleri parçalayan bir durum. Ama arada daha düşündürücü bir fark da yok değil. Bu saydığımız isimlerin boy boy posterleri, adına yazılı şarkıları, kitapları varken, Mehmet Emin ardında sadece 3 güzel film bıraktı.

"Ben üniversite çağında Yenice’de değildim. Ama, o rolü oynayan Emin’in yaşadığı bir şeydi. Kasabada şöyle olur: Liseden sonraki ilk sene, mezunların yarısı bir okulu kazanıp gider. İkinci sene diğer yarısı gider. Üç sene üst üste kazanamayan yalnız kalır. Emin’in yaşıtı kalmamıştı kasabada, bu yüzden ekstra bir yalnızlık çekiyordu."


Dayıoğlu Ali’nin hikayesi, filmin tek kurgulanmış hikayesi. Aslında o da gerçek. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin geçtiğimiz günlerde hayata veda eden yönetmeni Mehmet Uluçay’ın başından geçmiş bir olay. Fatma halası ile, bir yumurtayı kırmadan 40 gün çebinde taşıyabilirse babasından müzikli saat isteyeceği yönünde pazarlığa giren Ali’nin bu sorumluluğun altından kalkıp kalkamadığını izlemek, filmin hikaye dolu içeriğine çok ayrı bir renk katıyor. Çocuk masumiyetinin zirve yaptığı domates taşıma bölümü, küçükken yaşadığımız yürek burkan umutsuzluklara ne kadar benziyor. Lekesiz, tertemiz dürüstlüğü de ayrı bir olay. Muzaffer, çekeceği film adına Saffet’i İstanbul’da iş bulma vaadiyle kandırdığı gibi, Ali’ye de yumurtayı kaynatmasını veya bir yere saklamasını öneriyor. Küçük Ali “hilelik olur” diye bunu kabul etmiyor. Gerçek adı Muhammed Zımbaoğlu olan bu dünya tatlısı ufaklık, hem fiziki uygunluğu, hem de özellikle domates bölümü ve Muzaffer’in yaptığı deneme çekimlerinde harikalar yaratıyor. İlkokul önlüğünün sol cebinde tuttuğu yumurtayla sürekli eli cebinde gezen, çok düzgün bir Türkçe’ye sahip, çok zeki, saf, ama daha sonra müzikli saat-müzikli çakmak kurnazlığına gidebilecek kadar da zararsız bir kurnazlığı da olan bu çocuk, filmin farklı kuşaklardan oluşan perspektifindeki en ufak kuşağı kusursuzca temsil ediyor.

"Hilelik bir yöre ağzı değil, çocuğun kendi ağzı. Ben ona konuyu anlattım, o da kelimeyi kendi buldu. Filmde arayıp bulduğumuz tek oyuncu Muhammed’di. Yüzlerce çocuğa baktık. Yöredeki tüm okulları dolaştım, sınıflara tek tek baktım. Sadık onları konuşturdu, ben de kamerayla ilgimi çekenlerle röportaj yaptım. Kafamdaki hayale sadece 2. sınıfların uyduğunu gördüm. 1. sınıflar oynayamadı. O bir sene okumuş olmak sanki onları biraz rahatlatmış, çok fark ediyor."


Muzaffer, Nuri Bilge’yi canlandırıyor. Filmin saflığına, İstanbul tozu yutmuş bir filmci olarak bir parça ayrıksı duruyor. Ceylan, çok açık olmasa da kendisi ile hesaplaşıyor. Muzaffer Özdemir’in bezgin hali, Ceylan’ın öykülerinde anlatmak istediği anti-kahraman ile birebir örtüşüyor. Havada yine Çehov kokusu alınıyor sanki. Çirkin, kırgın, yılgın bir görüntü, ama o sakinliğin ardındaki söylenmemişlikler.

"Onun oyunundan çok memnun kaldım. Zaman zaman kendi ruhuma bakar gibi oldum. Kendisini yönteme alıştırdıktan sonra filme çok katkısı oldu. İşimi kolaylaştırdı. Bazen karşısındaki oyuncuyu da denetledi. Ama filmin olası başarısı veya başarısızlığı oyununu etkiliyordu. Yani rezil olma korkusu.. Bu konuda korkuları gelişmiş bir insan. Kasaba’da deliyi oynuyordu ama çok ufak bir roldü. Filmin başlarında çok kötüydü. Sesi bile çıkmıyordu neredeyse."

Nuri Bilge Ceylan, sinemamızın yüzakı. Star olmaktan o kadar uzak ki. Onun konumundaki birinin bundan uzak durmayı başarabilmesi zor aslında. Bir bardak suda fırtına koparanların bile kolayca star olabildiği bir rüzgarı reddetmek için Ceylan’ın formülü sanırım oradaki “red” sözcüğünden kaynaklanıyor. Bir yol çizecek, bir plan yapacak ve ona bağlı kalacaksınız. Ya da hesapsız kitapsız o duyguyu içeride, içinizde arayacaksınız. Bach, Hendel, Schubert tınılarını çok dipten hissedip, Bergman, Antonioni, Ozu ve Çehov’un ayak izlerinden girdiğiniz yola, kısa ve anlamlı molalarla devam edeceksiniz. Bach, Antonioni, Çehov bilmeseniz bile, onun çok sevdiği Pink Floyd’u hiç dinlememiş olsanız bile Ceylan’ı anlayabilirsiniz. Biraz kapıp koyvermek gerek sanırım. Nuri Bilge Ceylan bir değerdir. Onu anlamak, birazcık da olsa insanı, kendimizi ve doğayı anlamaktır. Film yapma aktivitesini, doğal bir çevre ortamı yaratma aktivitesi haline getirmiştir. İçimizdeki sıkıntıdan bile başyapıt çıkarmak, geldiğimiz yerden gideceğimiz yere kadar karşılaşacağımız nice sıkıntıya, akıllara durgunluk vermesi gereken bir sakinlikle cevap vermek, çocuk-yaşlı her bireyin sıkıntısını hayallerle alt etmeye çalışmak artık Ceylan sinemasının bir karakteristiği. Ve illa ki masumiyet!

18 Aralık 2009 Cuma

The Boat That Rocked (2009)


Yönetmen: Richard Curtis
Oyuncular: Bill Nighy, Philip Seymour Hoffman, Nick Frost, Tom Sturridge, Kenneth Branagh, Rhys Ifans, Chris O'Dowd, Katherine Parkinson, Jack Davenport, Rhys Darby, Ralph Brown, Talulah Riley, Tom Wisdom, Tom Brooke, Emma Thompson, January Jones
Senaryo: Richard Curtis
Müzik: Steven Price

“1966'da İngiliz Rock & Roll'u altın çağını yaşıyordu. Ama BBC radyosu günde en fazla 45 dakika pop müzik yayını yapıyordu. Neyse ki korsan radyo istasyonları Kuzey Denizi'nde demir almışlardı. Günün 24 saati rock ve pop müzik çalıyorlardı ve 25 milyon insan ki İngiltere nüfusunun yarısı her gün korsanları dinliyordu.”

Bu harika konuyu ilk öğrendiğimde aklıma gelenlerden biri de 1987 tarihli Mitch Markowitz, Barry Levinson, Robin Williams harikası Good Morning Vietnam filmi oldu. Birçok yönden birbirine benzeyen yönleri olabileceği gibi, belki de 2000’li yılların Good Morning Vietnam’ı olabilecek potansiyele sahip bir filmdi. Öyle olmasa bile kendi döneminin The Boat That Rocked’ı olması bile yeterliydi. Böyle bir seviye umduğum The Boat That Rocked, ne yazık ki birçok yönden bunu karşılamakta zorlanan bir film bana göre. Sözü edilen seviye beklentisi bu filmi değerlendirme yönünde adil durmasa da, konu ve işleyiş olarak müzik üzerinden 60’lı yıllar düşünüldüğünde sansür kavramına getirilecek eleştirinin, ciddiyetini de muhafaza edebilen komedi kalıplarıyla ele alınacak olması bu bağlamda ister istemez birtakım seyirci beklentilerini ve filtrelerini de devreye sokabiliyor.

The Boat That Rocked; Four Weddings and A Funeral, Notting Hill, Bridget Jones's Diary, Love Actually ile hafızalarda iz bırakan romantik komedileri yazmış, bunlardan Love Actually’yi de ilk denemesi olarak yönetmiş olan Yeni Zelanda asıllı Richard Curtis’in elinden çıkma bir dönem filmi. Bu kalıplardan biraz uzak görünen yazıp yönettiği bu ikinci filmine dışarıdan ve içeriden ayrı ayrı bakmak gerekiyor. Vitrinine dönemin kılık kıyafet, saç baş ve en mühimi müzik gereklerini kusursuza yakın biçimde yerleştirmiş bir film denebilir The Boat That Rocked için. Vitrinin cazibesi, mağazaya girildiğinde de kendini gösteriyor. Bill Nighy, Rhys Ifans, Kenneth Branagh, Nick Frost, Ralph Brown, Jack Davenport gibi usta İngiliz aktörleri, Amerika’yı temsilen Philip Seymour Hoffman unsurunu, beğenilen İngiliz dizisi The IT Crowd oyuncularından Chris O'Dowd ve Katherine Parkinson’u, kısa rollerle filme konuk olan Emma Thompson ve January Jones’u bir arada görmek gerçekten heyecan verici. Bunun yanında The Count, Midnight Mark, Gavin Kavanagh, The Dawn Treader, Doctor Dave, Simple Simon gibi karizması yüksek DJ tiplemeleri filmi ekstra çekici hale getiren etkenler. Bu kadar zengin bir oyuncu / karakter kadrosu olunca, film içinde birçoğuna ait özel bölümleri ufak skeçler şeklinde serpiştirme ihtiyacı beliriyor. Bana göre bu noktada filmin ciddi arızaları mevcut.



Tasarlanan bazı skeçlerin filmden ve ana temadan tamamen kopuk yanları bulunmakta. Elbette filmin her anında Kuzey Denizi'nden yayın yapan korsan radyomuzun sisteme karşı duran özgürlükçü yanından veya DJ’lerin sansüre karşı gerilla tavrından dem vurulması beklenmiyor. Bu kadar renkli karakter yelpazesine sahip olmasından dolayı, bir gemi dolusu müzik âşığının geri kafalı İngiliz hükümetinin gayretlerine rağmen hayranlarını arttırmaya devam etmesinden başka, o karakterlerin kendileri ve birbirleriyle olan ilişkilerinde de ayakları yere daha sağlam basan küçük hikâyeler umuluyor. Hatta bu hikâyeler istense filmin olduğunu iddia ettiği sistem/sansür karşıtı duruşuna didaktikleşmeden önemli katkılarda bulunabilir diye düşünülüyor. Oysa film, ne yazık ki Carl’ın bekâretini yitirme çabalarını American Pie ucuzluğunda uzattıkça uzattığı, Gavin ve The Count’ın geminin tepesine çıkarak birbirlerine meydan okudukları, Simple Simon’ın bekârlığa veda öncesinde eğlendikleri ikinci sınıf müzikalleri andıran sahnelerle ve güvertede fazla “İngiliz” espiriler eşliğinde ettikleri sohbetlerle sürekli zaman ve kan kaybediyor. Karada ise onlar için en büyük tehdit unsuru olması gereken Sir Alistair Dormandy’nin fazla “karikatür” oluşu da başka bir mesele.

Richard Curtis, yazıp yönettiği Love Actually’de komedi ve romantizmi çok iyi birleştirmiş, karikatürize hale getirilmiş karakterlerin bile o romantizm içinde kendilerine yer bulabildiği bir denge sağlamıştı. Halbuki bu filmde karikatürize edilmiş olan, sonuna kadar öyle olmaya mahkum edilmiş neredeyse. Romantizm dozu ve ana gâyesi Love Actually’den farklı olsa da, böylesine malzemesi bol bir başka konunun imkânlarını tam kapasiteyle kullanamıyor. Radyo yayınları esnasında çeşitli kesimlerden dinleyicileri bazen ekranı bölerek gösterdiği enfes sahneleri, bazıları çizgi film kahramanı gibi cıvıl cıvıl kadrosunun yetenekleri, dönemin retro dokusunu cilâlayan kostüm/makyaj işçiliği ve tabiî harika müzikleriyle bu eksikliklerinin üzerini örtmüş gibi göründüğünden, hafif komedileri seven kitleye kendini sevdirecektir. Hatta alttan alta zekice espriler, tespitler, göndermeler yapabilecek potansiyelde olduğunu da hissettirmiyor değil. Fakat filmin bu konu ve malzemeyle şu halini gördükten sonra kendi kendime sormadan duramadım: Neden sırf komedi?


Şu sıralarda MySpace ve Last FM’in kapatılmasıyla bizi olduğu kadar, daha farklı boyutlarda tüm dünyayı ilgilendiren sansür sorununa karşı korsanın doldurduğu önemli boşluğu irdeleyen bir film için büyük umutlar beslenmesi doğal. Söyleyemediklerimizi veya söylemekte yetersiz kaldıklarımızı popüler platformlarda dile getirme işlevine soyunan yapımlar, bir yanlarıyla kara mizahtan türeyen veya türemeyen komedi etiketi taşısalar dahi, dramatik hassasiyetteki noktalara dokunmayı, iğnelemeyi, eleştirmeyi unuturlar ya da çok gerilere atarlarsa ciddiye alınmaları tehlikeye düşebilir. Her zaman şaka yapan birinin bir süre sonra samimi ve ciddi bulunmamasına benzer bir durumla karşılaşabilirler. The Boat That Rocked, bence bu anlamda kendine biçtiği “komedi” rütbesine rağmen hiç komik olmadığı gibi, karizmaları gayet iyi yedirilmiş karakterlerin fazla komikleştirilmeye çalışılmasıyla, sansüre karşı özgürlüğün sembolü haline gelmiş bir geminin sansür karşıtı kahramanları olarak benimsenmelerini de güçleştiren bir senaryoya sahip. “Hükümet olmanın en güzel yanı, bir şeyi beğenmezseniz, kolayca onu yasadışı yapacak yeni bir yasa çıkarabilirsiniz” gibi gösterişli cümleler filme bol geliyor, biraz da ıkınarak atılan özgürlük çığlıkları cılızlaşıyor.

İşte bu sebeplerden dolayı The Boat That Rocked’ın dengesi sağlanmış daha güçlü bir senaryoyla tekrar çekilmesini dilerdim. Yönetimdeki becerilerine rağmen Richard Curtis’in senaryosu, filmin birçoğu dış görünüşe ait güçlü özelliklerinin yanında tâkatsiz, eksik ve ciddiyetsiz. Bence bu film, müziğe olan tutkusu bilinen, senaryosuyla Oscar kazandığı Almost Famous ile yazı boyunca sürekli dile getirmeye çalıştığım o dengeyi kurabilmiş Cameron Crowe’un kalemiydi tam da. Benzer işlere imza atmış başka orijinal senaristler de var tabiî. Böyle bir filmde dramatik unsurlar bu derece törpülenmemeli veya hiçe sayılmamalı. Belki bu manada kıvamı tutturulmuş tek küçük hikâye, Carl’ın radyo personelinden biri olduğunu öğrendiği babasını arayışındaki kısa giriş, gelişme ve müziği de içine katarak çok şık bir mizahla bitirilmiş sonuç eksenine sahip olandı. Filmin ana finalinden bahsetmiyorum. Zaten orada da hissettiğim tatminsizlik, filmin genelinden farklı değil. Keşke film de 37 şarkılık efsanevi soundtrack albümü gibi sürekli özleyip yeniden dönmek istediğim bir özgünlüğe sahip olsaydı.

15 Aralık 2009 Salı

The Departed (2006)


Yönetmen: Martin Scorsese
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Matt Damon, Jack Nicholson, Mark Wahlberg, Martin Sheen, Ray Winstone, Vera Farmiga, Alec Baldwin, Anthony Anderson, David O'Hara
Senaryo: William Monahan
Müzik: Howard Shore

Yıl 2006 ve Infernal Affairs, The Departed adıyla William Monahan tarafından yeniden senaryolaştırılıp, önceki yıllarda hak edip alamadığı Oscar’ı kafasına fena takıp hırs yapan, bu yüzden zamanında yükselmiş çıtasına sahip çıkamayan Martin Scorsese tarafından yeniden yönetildi. Hong Kong starlarının yerini bu kez Hollywood starlarından Jack Nicholson, Matt Damon, Mark Wahlberg, Alec Baldwin, Martin Sheen ve tabi ki Scorsese’nin fetişi haline gelen Leonardo DiCaprio aldı. Yeniden çekim konusunda Cape Fear gibi kötü bir sabıkası bulunan Scorsese’nin The Departed’ını da aynı kötülükte buldum. Elit gözükme çabasında laf kalabalığı yapan, hatta bazı yerlerde çok konuşup hiçbirşey söylemeyen senaryo anlayışı direk Oscar’ı hedef alan manasız dolaylı anlatımlarla dolu. Infernal Affairs’dan birebir alınmış sahnelere bakarsak, filmin bu kilit noktalara muhtaç olmasına rağmen, “o filmin diyaloglarına, sözlerine ihtiyacım yok, bende daha iyi numaralar var” ukalalığı da gözden kaçmamalı.

Scorsese’nin Casino ve Goodfellas gibi gangster klasiklerinde kullandığı hızlı olay anlatımı, tempolu yüz zoomlamaları, kan, küfür vb. elementlerine geri dönme çabası, zaten orjinali üzerinden 4-5 yıl geçmiş bir filmi yeniden çekerken çok eğreti duruyor. Şahsen kopya çekerken çok fazla yakalandığını, çekmediği anlarda da sorulara doğru cevap veremediğini düşünüyorum. Özellikle Nicholson ve DiCaprio’ya Oscar adaylığı sağlama endişesi, bu ikilinin şansını yükseltme amaçlı hazırlanmış zorlama sahneler, haliyle filmin gereksiz yere şişirilmesine yol açmış. Jack Nicholson’un canlandırdığı Frank Costello, eski Scorsese’nin kötü adam anlayışına binayen fevkalade özelliksiz. Elindeki çok güçlü Nicholson yumruğunu boşa savurma başarısını Taxi Driver, Raging Bull, Goodfellas filmlerinin unutulmaz yönetmeninin göstermesi, artık işlevselliğini yitirmeye başladığına mı işaret yoksa? DiCaprio, Matt Damon, hatta bu filmdeki performansıyla diğer aslardan rol çalma başarısı gösteren Mark Wahlberg kötü oyuncular değil. Ama hikayeniz ne kadar güçlü olursa olsun, ona sizi ikna edecek oyuncular bulup, onları etkili biçimde kullanmazsanız, onların bebek yüzleriyle yapabilecekleri de sınırlıdır. DiCaprio kendi tarihinde parlak performansları olan iyi bir aktör. Ancak Scorsese’nin onu sürekli inandırıcılık ile boğuşmak zorunda kalan roller için kullanıp gişesini sağlama almaya öncelik veren tutumu daha ne kadar sürecek bilinmiyor.


Infernal Affairs’den birebir alınan sahneler, ilk kez The Departed izleyenler için şüphesiz heyecan verici olacaktır. Ama The Departed’ın kendi başına bazı yenilikler kullanmaya yeltenmesiyle bazı arızalar çıkıyor. Mr. French (Ray Winstone), Ellerby (Alec Baldwin), Dignam (Mark Wahlberg) gibi fazladan eklenen oyuncular arasında elle tutulur oyunuyla Wahlberg dışında diğerleri kadroda şişkinlikten başka bir işe yaramıyor. Psikolog Madolyn (Vera Farmiga) vasıtasıyla Infernal Affairs’in hiç denemediği aşk üçgeni fikri de gayet amaçsız ve suni. Meşhur çatı katı sahnesi ve devamındaki final açısından Infernal Affairs’ten daha aktif, şişirme ve kanlı bir çizgi izleyen The Departed, yine ilk kez izleyenler için etkileyici olabilir. Peki o tamamen uyduruk ve amatör ikinci finale ne demeli?

Tamam belki Infernal Affairs gibi bir The Departed üçlemesi düşünülmüyor olabilir. (Düşünülmesin de zaten!) Ama yeniden çekim bir filmin kodlarını ya araya kopya kağıdı koymuş gibi, ya da Amerikan kalıbına uyduralım mantığıyla değiştirirken eski Scorsese, şimdiki Scorsese gibi davranır mıydı tartışılır. Zaten o Scorsese böyle bir remake yapar mıydı orası da tartışılır.. Sonuç olarak Infernal Affairs’i izlemeyenlere belli ölçütlerde çekici ve sürükleyici gelebilecek, izlemiş olanlara ise, o filmin üzerine bazı yeniliklere soyunduğu halde hiçbir şey katmayan bir film olarak gözükebilecektir.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Infernal Affairs (2002)


Yönetmen: Wai-keung Lau, Alan Mak
Oyuncular: Andy Lau, Tony Leung Chiu Wai, Anthony Wong Chau-Sang, Eric Tsang, Sammi Cheng, Elva Hsiao, Chapman To
Senaryo: Alan Mak, Felix Chong
Müzik: Kwong Wing Chan

Wai Keung Lau ve Siu Fai Mak ikilisinin yönettiği 2002 Hong Kong yapımı Infernal Affairs (Mou Gaan Dou), günyüzüne çıktığı andan itibaren Asya sinemasının önemli yapımlarından biri olmuştu. Gerek ticari, gerek sinemasal bazda elde ettiği başarının ardından Lau ve Mak, Infernal Affairs 2 ve 3’ü çektiler. Bu filmler de kendi çaplarında oldukça olumlu etkiler bıraktılar. Ancak ilk filmin ilk oluşundan başka, diğerlerine göre çok daha nitelikli oyuncularla kotarılması onu özel kılan etkenlerdendi. Full Time Killer ve House Of Flying Daggers filmlerinden tanıdığımız Andy Lau, bir mafya babasının gizlice sıfırdan polis akademisine yerleştirdiği ve köstebek olarak kullandığı dedektif Lau’yu canlandırıyor. Polis teşkilatının mafyaya casus olarak yerleştirdiği Chan Wing Yan rolünde ise Hero’da izlediğimiz, özellikle Won Kar Wai filmlerinin önemli oyuncusu Tony Leung Chiu Wai oynamakta. Bu filmlerden bazıları 2046, In The Mood For Love, Chunking Express, Ashes Of Time’dır. Bu iki starın sürüklediği film, yine de sırtını tamamen onlara dayamıyor.

Infernal Affairs, tek taraflı köstebek denklemlerine, çift taraflı bir denklemle farklı bir formül getiriyor. Bu formül, çözülmesi gereken pek çok denklemi de beraberinde getiriyor. Mafyaya sızan polis tiplemesi standartlara fazlasıyla uyan bir kahraman profili iken, polise sızan gangsterin kötü adam potansiyeli daha fazladır. Infernal Affairs, hayati görevinin ve çift kişiliğinin getirdiği psikolojik sıkıntılarıyla boğuşan legal köstebeğin kahramanlık vasıflarını muhafaza ederken, illegal olanı ise sadakat, sorgulama, vicdan süreçlerinden geçirerek salt “kötü” yaftası yapıştırmıyor.


İyi-kötü kavramlarını yorumlamak için farklı bir vizyon belirleyen, izleyenin kafasında kemikleşmiş bu iki olgunun konumları üzerinde yaptığı hamlelerle, farklı tarafların omuzları üzerinden bakmayı sağlayan Michael Mann filmi Heat ilhamı söz konusu olabilir gibi gözükse de, Infernal Affairs’in kendine ait orjinal fikirleri epey fazla. John Woo filmi Face/Off’daki iyi ve kötünün fiziksel yer değişimini, iyi ve kötünün daha gerçekçi bir üslupla mesleki ve buna bağlı olarak ahlaki değiş tokuşu üzerine kafa yoran bir film Infernal Affairs. Bunu yaparken B sınıfı Hong Kong aksiyonlarının baş döndüren atmosferinden farklı bir biçimde, daha elit, stilize ve dengeli suları tercih ediyor.

İki ana karakterin içinde bulundukları ters-yüz durum yüzünden yaşadıkları kimlik ve doğru-yanlış bunalımı, iki usta aktör tarafından başarıyla yansıtılmışken, yan karakterlerin dramatik anlamdaki katkılarında teorik eksiklikler göze çarpmıyor değil. Cebinde uygun hamleleri bulunan film, çoğu zaman aksiyonunu törpülemiş bir görüntü verirken, polisiye gerilim kulvarına daha bir itina gösteriyor. Köstebeklerin girdikleri deliklerin sahipleri olan kurt amir ve kaşarlanmış mafya babası için de güzel bir yer açılmış vaziyette. Fakat serinin bu ilk bölümünde aynı yer, dedektif Lau’nun eşi ve Chan Wing Yan’ın güzel psikoloğu için biraz dar tutulmuş sanki. Sonuç olarak Infernal Affairs, oyuncuları ve performanslarıyla, Christopher Doyle’un da aralarında bulunduğu güçlü bir görüntü ekibiyle, tıkır tıkır işleyen senaryosuyla ve heyecanıyla çok sağlam bir film.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Largo Winch (2008)


Yönetmen: Jérôme Salle
Oyuncular: Tomer Sisley, Kristin Scott Thomas, Miki Manojlovic, Mélanie Thierry, Gilbert Melki, Karel Roden, Steven Waddington, Anne Consigny
Senaryo: Jérôme Salle, Julien Rappeneau
Müzik: Alexandre Desplat

İş adamı Nerio Winch ölünce, şirketinde iktidar savaşı başlar. Yönetim kurulu üyeleri eski patronlarının herkesten gizlediği Largo adında bir oğlu olduğunu öğrenince şaşırırlar. Maceraperest, isyankâr ve savaşçı bir ruha sahip Largo, tehlikeli bir yaşam sürmektedir. Babasının öldüğünü öğrenince, şirketin kontrolünü ele geçirmek için amansız bir mücadeleye girişir.

Uzun bir aradan sonra film izleme fırsatı bulduğum zaman diliminde gördüğüm (görmek zorunda kaldığım!) Largo Winch adlı Fransız aksiyonu, o zaman dilimini "vakit geçirmek" yönünden tatmin etti diyebilirim. Sinema elbette genel anlamda bir vakit geçirme sanatı değil. Zaten bu film de sanatsal yönleriyle değerlendirilecek türden değil. Çizgi romandan TV dizisine kadar uzanan bir geçmişi varmış. Filmi çekildiğinden de yakın zamana kadar haberim bile yoktu. Sürüklemesi, aksiyonu, entrikası, şunu bunu derken suya sabuna dokunmadan kendini izleten bir yapıda. Sinema tarihine damgasını vursun diye çekilmemiş, daha çok bir grup insanın "Cumartesi akşamı sessiz sinema geyiğine girmeyelim, oturup kuruyemiş eşliğinde 100 dakikalık bir film izleyelim, sonra da normal hayatlarımıza geri dönelim" zihniyetine hitap eden bir film.

Saydığım özelliklerden özellikle "entrika" kısmını cımbızlamak isterim ki, filmin olabildiği kadar en yağsız, kemiksiz kısmı da orasıydı sanırım. Film entrika yönünden öyle tekinsiz bir ortam yaratıyor ki, Largo Winch rolündeki Berlin asıllı başrol Tomer Sisley dışında kimseye güvenemeyecek hale gelebiliyorsunuz. Bir süre sonra sürprizleri adeta otomatiğe bağlayan filmin aksiyon ıvır zıvırlarını, dramatik klişelerini dahi fazla takmamaya başlıyorsunuz. Çizgi roman oluştururken belki borsa simsarlarından veya işletme mastırı yapmış takım elbiselilerden de yardım alınmış olabileceğini düşünüyorsunuz. Miki Manojlovic, Kristin Scott Thomas, Karel Roden gibi çok beğendiğim oyuncuların, oyunculuklarını değil de karakter dolduruşlarındaki yeterliliği görüp filmi daha izlenilir kılmalarına yakınlaşabiliyorsunuz. Gerisi zaten malum.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Pandorum (2009)


Yönetmen: Christian Alvart
Oyuncular: Dennis Quaid, Ben Foster, Antje Traue, Cam Gigandet, Cung Le
Senaryo: Travis Milloy, Christian Alvart
Müzik: Michl Britsch

Uzay yolculukları sırasında uyutulan Yüzbaşı Payton (Dennis Quaid) ve Onbaşı Bower (Ben Foster), uyandıklarında kendilerini derin bir karanlığın içinde bulurlar. Etraflarında kimse yoktur ve uzay gemisinin alarmı dışında herhangi bir ses duyulmamaktadır. Daha da kötüsü astronotlar kim ve görevlerinin ne olduğunu hatırlamamaktadırlar. Astronotlar terk edilmiş bir gemide ne işleri olduğunu sorgularken, aslında yalnız olmadıklarını kısa bir süre içinde anlayacaklardır.

Çok beğendiğim Alman filmi Antikörper’in yönetmeni Christian Alvart bu yıl iki filmle birden Amerika’ya transfer oldu. Bunlardan biri olan Pandorum, klişelere başvurmayı çaresizlik olarak değil, hikâyesini ve onu işlemeyi destekleyecek ciddi kinetik unsurlar olarak gören başarılı bir bilim kurgu/gerilim örneği. Event Horizon, The Descent, Resident Evil, Alien ve daha birçok yapımdan, hatta bazı bilgisayar oyunlarından izler taşıyor olması, fakat bu izleri kendi distopik tasvirlerine hizmet eder nitelikte sabitlemesi filmi dağıtmıyor. Aksiyona dayalı gerilim kadar olmasa da, psikolojik gerilimden de beslenen karanlık yapı, kumanda odası ve geminin geri kalanı olarak ikiye bölündüğünde çift taraflı bir işlev kazanıyor.



Filmin belki de en başarılı olduğu noktalardan biri, nerede ve hangi zamanda durduğu belli olmayan uzay gemisinde kapalı kalmanın yarattığı klostrofobiyi iletebilme başarısı. Uyku kabinleri, ucundan sesler gelen uzun ve karanlık koridorlar, gizli bölmeler, dar geçitler, hızlı ve aç yaratıklardan saklanmak için seçilen yerler o sıkışmışlık duygusunu tetikleyebilmekte. Karanlığa sadık kalmak suretiyle (bazı aydınlık sekanslar haricinde) filmin geneline hâkim usta ışık ve renk işçiliği bu atmosferin oluşmasında çok etkili. Filmin geleceğe dair öne sürdüğü teorilerin de, nüfus artışının sonucu olarak insanoğlunun dünyayı yaşanması güç bir gezegen haline getirmesinin yeni yaşam alanları bulmaya yönelik fantezilerini besler nitelikte olduğu söylenebilir. Kimi zaman avantüre bulandığını hissettirse de, özellikle bilim kurgular vasıtasıyla verilmeye çalışılan “yaşadığımız dünyanın kıymetini bilme” mesajlarının klostrofobi, belirsizlik ve mutasyona uğramış şiddet kanallarıyla aktarımına en uygun zemini yine bilim kurgular sağlıyor. Fragmandaki “dünyanın sonundan değil, sonrasından korkun” mottosu, bu türün başkalarına göre ne kadar ileriyi görebileceğine ve sinemanın bu öngörüye ne kadar farklı boyutlarda eğilebileceğine işaret ediyor.

Pandorum’un bu öngörülere hangi boyutlarda eğilebildiği, belki de felsefî derinliğini törpüleyen birtakım unsurlar yüzünden tartışılabilir hâle geliyor. Oysa sonlara doğru tahmin edilmesi oldukça zor iki önemli sürprizi ve bambaşka bir devam filmine davetiye çıkaran görkemli finaliyle Pandorum, bu yılın kayıtlara geçmesi gereken yapımlarından birisi bana göre. Yapımcılar arasında Event Horizon’a yönetmen, Resident Evil serisine de yazar (aynı zamanda serinin ilk filmine de yönetmen) olarak adı karışmış Paul W.S. Anderson’ı görmek şaşırtıcı değil. Oyuncu kanadı da hafife alınmamalı. Dennis Quaid en azından Val Kilmer gibi ayağa düşen çağdaşlarından farklı olarak hâlâ belli bir çıtaya sahip filmler için tercih edilen aktörler arasında yer alan tecrübesini koruyor.

En ağır yük ise yeni nesil oyuncular arasında en güçlü isimler arasında sayılabilecek Ben Foster’ın omuzlarında ve o da gücü sayesinde rolünün hakkını vermekte zorlanmıyor. Ümit veren iki oyuncu olarak Amerikalı Cam Gigandet ve Alman Antje Traue isimleri de filme önemli katkılar sağlıyorlar. Ayrıca bu filmde Christian Alvart, Antikörper’de şahane oyun çıkaran Alman aktörler Wotan Wilke Möhring ve André Hennicke’ye de diyalogsuz saniyelik birer sahne vermiş. Bilim kurgularda her karede mantık aramayı şiar edinmemiş ve adı geçen referanslardan memnun kalmış izleyici kitlesi için Pandorum, yepyeni olmasa da bir soluk sayılabilir. Beklediğimin aksine, bana göre endüstrinin Avrupa transferlerinde hüsranla sonuçlanan örneklerinden biri değil kesinlikle.

29 Kasım 2009 Pazar

Music Box (1989)


Yönetmen: Costa-Gavras
Oyuncular: Jessica Lange, Armin Mueller-Stahl, Frederic Forrest, Michael Rooker,  Cheryl Lynn Bruce, J.S. Block
Senaryo: Joe Eszterhas
Müzik: Philippe Sarde

Mahkeme filmleri... Sevgili Amerika, her serüveninde işin içine şov katmadan duramaz. Pek çok sisteminde olduğu gibi, kendi adalet sistemini de öyle bir inşa etmiştir ki, kalantor bir hakim, savunma, iddia makamı ve çeşitli zümrelerden toplanmış, “ne işim var burada benim” dercesine alıklaşmış jüri üyelerinden kurulu bir kumpanyadır adeta. Tabi önce mahkeme filmleri böyledir ama hiç gerçek bir Amerikan mahkemesi tozu yutmadığımızdan gayrı, sistem de bu şekilde olduğuna göre, filmlerin gerçeği yansıtma yüzdesi temelde fazladır. O zaman şov devam eder. İnsanlar bilet alıp sıraya girer ve tecavüz, izale-i bikir, yolsuzluk, cinayet, boşanma ve benzeri icatlarının sonuçlarını görmek üzere seyre koyulur. O.J. Simpson davasının yaptığı devasa reyting düşünülürse, Amerika’nın hukuki seyir zevki hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.

Şahsen iyi ellerden çıkma şartıyla bu kumpanyayı perdede izlemek bana hayli keyif verir. Özellikle avukat ve savcı ile, tanık/sanık sandalyesine kitaba el basarak oturmuş bulunan şahıs arasında yaşanan akıl dolu diyaloglardan kurulu bir mahkeme filmi tam bir temaşadır. Bahsettiğim sistem, hınzır senaristlerin eline geçtiğinde o kadar zevkli bir hal alıyordu ki, haklı-haksızı bulabilmesinden öte, evvela seyir zevki içeriyordu. Basket maçı seyreder gibi o pota senin, bu pota benim. İtiraz ediliyor, hakim tarafından kabul veya reddediliyor. Üslup ona göre değişiyor. Hakimin altında oturan şahıs öyle bir sıkıştırılıyor ki, usta bir hukukçunun karşısında hiç şansı yok, doğruyu konuşacak. Ama bizim adalet sistemimiz bize doğrudan suçluyu-suçsuzu “yerseniz” şeklinde sunarken, (ya da maçı bile izletmeden direk sonucu söylerken) bu sistem, işlenen kabahatin evrelerini bizim gibi olayın dışındakilerle de paylaşıyordu. Belki gerçek yaşamda yapmıyor ama hiç olmazsa filmlerinde davanın anadan üryan halinden, giyinişine tanık oluyorduk. Üstelik bu sistem, filmlerle kendi yargı sisteminin ve diğer tüm sosyal, kültürel, politik sistemlerinin eleştirisini de cesurca yapıyordu.



Bizim mahkeme filmimiz, mahkemelerimizin halini gördükçe nasıl olurdu kimbilir. Bir kere bizim filmlerin mahkeme sahnelerindeki, suçlunun her iki yanında duran ve muhtemelen o an şafağında kaç gün kaldığını düşünen o iki jandarma erinin işi ne, veya hakim-savcı-avukat ağabeylerimiz pelerin misali o cübbeleri niye giyiyorlar diye düşünmüşüzdür. Buna da şükür, peruk da takabilirlerdi. Elbet sebebi vardır, ancak bu durum işin artistik bölümüne iyice bir sekte vurur. Esasen bu sıkıcılığa sebep olan, ülkemizde bırakın adam akıllı bir mahkeme filmini, olayın sürecini anlatan bir iz sürme filmi bile yapılamamasından kaynaklıdır. Zemin müsait olsa, o pelerinli amcaları süperman yahut eli tokmaklı Bela Lugosi’ler gibi göstermek de gayet mümkün!.

Politik sinema denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Yunan yönetmen Costa Gavras’ın 1989 filmi Music Box, sıkı bir mahkeme filmidir. İzlediğim filmleri arasında Missing (1982) ve Betrayed (1988) için de çok olumlu fikirler besliyorum. Gavras, herhangi bir filminin görünen ana başlığının altında, daha çarpıcı meselelere değinmesiyle ünlüdür biraz da. Mesela 2002’deki Amen’de Yahudi soykırımının rüzgarını arkasına alarak müthiş bir Hristiyanlık eleştirisi yapmıştı. Music Box’ta da konu, soykırım sonrası nazi avı. Ama özellikle günümüz hassasiyetinin verdiği Yahudi antipatisinin gölgesine koymamamız gereken çok sarsıcı bir güven bunalımı filmi aslında. Bu bunalım, her ne kadar filmin yan başlığı olsa da, soykırım hadisesinin önüne öyle bir geçiyor ki, eski subay baba ile avukat kızı arasında yaşanan, güven-şüphe halesi tam da mahkemelik bir durum.
 

Avukat Ann Talbot’un 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Macaristan’dan Amerika’ya göçen öz babası Mike Laszlo, savaş sırasında ülkesinde nazilerle birlikte savaş suçları işlediği iddiasıyla sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve ona dava açılır. Kızı Ann ise tereddüt etmeden babasının savunmasını üstlenir. Çünkü kimseye güvenmediği kadar babasına güvenmektedir. Mahkemeler, tanıklar, sürprizler. Jessica Lange’in 1990’da Oscar’ı adaşı Jessica Tandy’ye kaptırdığı performans, usta işidir. “Guilty or not guilty” olduğunu finalde tokat gibi anlayacağımız baba rolünde Alman-Rus karışımı aktör Armin Mueller-Stahl var. İzlerken sonunu tahmin edebilirsiniz belki ama asla sandığınız yöntemle değil.
 
Son olarak politik sinema denince ne anladığımdan bahsetmek istiyorum. İsminden mütevellit, politik hususlara, hayali veya gerçek kişilikler eşliğinde eleştirel ve yeri geldiğinde objektif bakabilen, yorumunu esirgemeyen, mümkünse elinden geldiğince sert olan film güzelliği. Tarihten, savaş sonrası kaotik ortamlardan ve iktidar hırslarından beslenirler. Nazilere veya yahudilere ne ölçüde objektif bakabileceksek artık, bizi biraz da zamana uydurması gereken filmlerdir bunlar. Mesela nazi gerçeği kadar, yahudi gerçeğini de aynı potaya koyup aklıselim davranmak ne kadar engebeli olsa da, günümüz hassasiyetine binaen, Yıllar öncesinden Solingen ve aylar öncesinden Lübnan’ın eşit siyasi düzlemde değerlendirilmesi (ölü sayısı farklı bir boyuttur) yapılmalıdır. Zira şimdiki hassasiyet, Hitler yanlısı söz ve davranışlara prim vermeye başlayınca, (-ki bazı yazı ve söylemler bunu doğruluyor) bir şeylerin ucu bize değiyor, silahı kendimize doğrultmuş olmuyor muyuz?

Nazi, Yahudi, Lejyoner, Sırp, Yankie neyse değişmez, kasap kasaptır. Schindler’s List, The Pianist, Come and See ve niceleri çok sarsıcı tecrübelerdi. Günümüzün gerçekleri ortada. Göğsümüze kat kat tuğlalar ören sağduyumuza dönersek, kendi içimize de dönmüş oluruz. Ama öte yandan artık madalyonun diğer yüzüne de bakma zamanı geldi de geçiyor. Şimdilerde 11 Eylül üzerine bir şeyler yapılıyorsa, burnumuzun ucunda tarih olmaya başlayanlar için de birilerinin bir şeyler yapması kaçınılmaz olmalı. Oliver Stone gibi adamların aksine, ruhunu şeytana satmamış yönetmenlere ihtiyaç doğacak.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Wonderland (2003)


Yönetmen: James Cox
Oyuncular: Val Kilmer, Kate Bosworth, Josh Lucas, Dylan McDermott, Lisa Kudrow, Janeane Garofalo, Tim Blake Nelson, Ted Levine, Louis Lombardi, Carrie Fisher, Natasha Gregson Wagner, Christina Applegate, Eric Bogosian, M.C. Gainey
Senaryo: James Cox, Captain Mauzner, Todd Samovitz, D. Loriston Scott
Müzik: Cliff Martinez

Yaşanmış bir olaya dayalı Wonderland filminden söz etmeden önce, filmin baş kahramanı John Holmes’dan bahsetmek gerek. Aslında “gerek” kısmına pek gerek de yok. Ama Holmes’un yol açtığı, Amerikan kamuoyunda “Wonderland Cinayeti” olarak bilinen vahşeti konu alan filmin, Holmes’ün bahsedeceğimiz özellikleriyle pek ilgisi bulunmuyor. Filmde üstünkörü geçildiği üzere John Holmes ilk erkek porno yıldızıydı. Yaklaşık 13 inch’lik alameti farikası ile 1000’den fazla (bu sayının 2000 küsür olduğu da iddia edilir) filmde rol almış, 14.000 kadınla yatmış (ki bir yerlere çizik mi attıysa artık, bunu da kendisi iddia etmektedir), daha sonra kazandığı inanılmaz paralara rağmen bir baltaya sap olamadığı gibi, alkol ve uyuşturucu batağına saplanarak, haliyle oynadığı sınır tanımayan filmlerin sayesinde 1944’de doğduğu dünyaya 1988’de AIDS’den dolayı veda etmiştir. Ölümü arpadan olan Holmes’ün yükseliş hikayesini biraz da süsleyerek kurgulayan Paul Thomas Anderson filmi Boogie Nights’ı izleyenler, Dirk Diggler karakterinin Holmes’den fazlaca esinlendiğini biliyorlardır. Sorunlu ergenlik ve keşfedilme döneminin ardından gelen yer altı şöhreti Boogie Nights’ta işlendiğinden belli noktalarda biraz farklıdır. Hatta filmin bir yerinde Dirk Diggler’in ağzından Holmes’e dair bir yorum bile duyarız. Yine Boogie Nights’ta Diggler ve arkadaşları, ellerine geçen uyuşturucuyu zengin, çılgın ve eğlence düşkünü bir mafya babasına okutmaya kalkınca başları belaya girer. İşte Wonderland, Holmes’ün porno sektörüne vedasından yaklaşık iki yıl sonra gerçekleşen bu süreci anlatan bir film.

Kendi branşında bir efsane haline gelen Holmes’ün içinde olduğu bir film deyince, bel altının sinemaskop ekranda nasıl boy göstereceğine veya etkili performanslarını bu filmde de canlandırıp canlandırmayacağına olan merak artabiliyor. Ama Wonderland, Holmes’ün o parlak yıllarından ve efsaneleştiği dönemden iki yıl sonrasında cereyan ettiği için, sadece birkaç yerde efsane vurgusu yapılan bir film. Çünkü artık düşmüş bir John Holmes izliyoruz. O vurgu da zaten alaycı bir üslupla kendini buluyor. (Kalabalık içinde “hadi amcalara göster” şeklinde.) Hatta efsane mefsane dediğimiz bu adamı tanımayanlar bile çıkıyor haliyle. Zaten porno sektörü erkeklerden ziyade hep kadın starlar çıkarmış bir sektör. Sektörde erkek olarak ünlenenlerin de bel altları vesilesiyle tanınıyor olmaları da oldukça trajik. Dediğimiz gibi Wonderland, sadece Holmes’ün sebep olduğu entrikaların zıvanadan çıkması sonucu işlenen cinayetler ve onun öncesinde yaşanan karışık ilişkiler ve bağlantılar yumağını anlatan iyice bir macera. Meseleye porno filmler çekmenin etiğinden, ahlâki ve vicdani sorgusundan, bu filmleri yapmanın doğru veya yanlışlığından yaklaşmak, Holmes’ü farklı bakış açılarıyla değerlendirmelere, dolayısıyla farklı “iyi” ve “kötü” tanımlarına yol açabilir. Ama meseleye Wonderland Cinayetleri yönünden yaklaşmak, her ne kadar cinayetlere fiilen katılmamaış olsa da Holmes’ü “kötü” yapmaya yeter.


John Holmes’ün takılıp uyuşturucu ihtiyacını giderdiği Ron Launius adındaki bir dostu, küçük çetesiyle kendilerine ait bir parti-uyuşturucu-silah-suç organizasyonunun başında bulunmaktadır. Yaptıkları türlü işlerle kazandıkları ganimetleri kendi partilerinde sevgilileri, dostları ve fahişeleriyle tüketerek günlerini gün etmekte, bir yandan da yeni işler kovalamaktadırlar. Sevgilisi Dawn ile orada burada sürten eski porno yıldızı Holmes ise bu gruba sıkça girip çıkmakta, onların uyuşturucularını sömürmekte, Ron ise buna sesini çıkarmamaktadır. Ama çetenin diğer elemanları, özellikle de David Lind, Holmes’ü hiç sevmemektedir. Wonderland olayından sonra polis Lind’i bulur ve sorguya çeker. Her şey Ron’un eline geçen antika silahları satmak istemesiyle başlar. Silahları bir “arap”a okutabileceğini, karşılığında da kokain alabileceğini söyleyen Holmes, Ron’u ikna eder. Ama Holmes silahlarla birlikte ortadan kaybolur ve Ron deliye döner. Sekiz saat sonra eliboş halde çıkagelen Holmes “arap”ın silahları aldığını söyler ama ikna edici olmaz. Ron, Holmes’a iki gün içinde silahları getirmesini, yoksa onu öldüreceğini söyler. Bir süre sonra tekrar eliboş dönen Holmes’ün yine bir hikayesi vardır. “Arap”ın evinde sanıldığından çok daha fazla uyuşturucu ve ganimet vardır. “Arap” ile olan dostluğundan dolayı rahatça evine girip çıkabilen Holmes, Ron ve adamlarına bu ganimete sahip olabilmeleri için “arap”ın evinin bir kapısını açık bırakacak, böylece soygun gerçekleşecektir. Nitekim gerçekleşir de.

Ama Ron ve çetesinin soyduğu sözü edilen “arap”, gerçek adı Adel Nasrullah olan Eddie Nash’den başkası değildir. 1953’de beş parasız halde Filistin’den gelen bir uçaktan inen Nash, bir yıl sonra Hollywood Bulvarı’nda küçük bir sosis arabası sahibi olmuş. Ünlü Seven Seas lokantasının önünde çalışan Nash, 1960’da da bu lokantanın sahibi olmuş. Söylentilere göre, kısa zamanda servet sahibi olan Nash’in gece klüpleri, bu sayede yüksek bağlantıları ve çölde dişleri sökülmüş insan kafatasları ile dolu 40 hektar arazisi varmış. İşte Ron ve ekibi, Holmes’ün de yardımıyla bu Eddie Nash’i soymuşlardır. Ama türlü oyunlar ve tehditlerle ikili oynamaya meyilli Holmes’ün yardımıyla tersine dönen rüzgar ile, kimilerine göre Charles Manson ve müritlerinin1968’deki yönetmen Roman Polanski’nin hamile karısı Sharon Tate’in katli kadar vahşi olduğunu söylenen Wonderland olayı patlar. (-ki bence Tate cinayeti daha dehşet vericidir.)


Görüldüğü gibi bu kez kötüyü sevimli gösterme gibi bir çabadan söz etmek pek mümkün gözükmüyor. Val Kilmer’ın sevimliliği hesaba katılabilir mi yoruma açık. Ama Kilmer’ın sergilediği yavşak John Holmes performansı da bu sevimliliği sevimsizliğe döndürme başarısı taşıyor. Lakin tip olarak gerçek John Holmes’ün sevimsizliği tüm ihtişamıyla gözler önünde. Böyle bir adama güvenip aralarına kabul edenlerin de belalarını bulması kaçınılmazmış zaten. Val Kimler yanında filmde irili ufaklı rollerde fazla ünlü olmayan, ama biryerlerden aşina olduğumuz yüzlere de rastlıyoruz. Dylan McDermott (David Lind), Josh Lucas (Ron Launius) gibi iyi performanslar yanında, Holmes’ün sevgilisi Dawn rolüyle Kate Bosworth, dedektif Sam Nico olarak, Judy Foster’in peşinde olduğu Silence Of The Lambs’in sapık katili olarak hatırlayacağımız karizmatik Ted Levine, John Holmes’ün vefakar karısı Sharon Holmes rolüyle Lisa Kudrow ve Eddie Nash’i canlandıran Eric Bogosian, Carrie Fisher, Tim Blake Nelson, Janeane Garofalo şeklinde renkli bir kadroya sahip.
 
Bir dönemin underground efsanelerinden biri olan, fakat zamanla bu efsanesiyle alay konusu haline gelerek şamar oğlanı edilen, yine 80’li yıllar içinde işlenen bir dizi suç yumağı içinde kilit isim olan John Holmes hakkında biyografik özellik taşımayan bir film Wonderland. Amerikan kamuoyunu bir süre meşgul etmiş bu olaylar zincirini izlemek farklı bir deneyim değil kesinlikle. Ama yer yer iyi performansları ve kamuoyu meşguliyetinin üzerimizdeki etkileri hatırına görülse de olur. Çoğu gerçek olaylara dayalı film gibi filmn sonunda yazılarla ifade edilen Hasan uzun süre tanık koruma programında hayatını sürdürdükten sonra 19XX’de sirozdan öldü, Hüseyin mahkemeye çıkarılarak tutuklandı, halen Bayrampaşa Cezaevi’nde yatıyor veya Fatma olaydan sonra Kuala Lumpur’a taşındı, evli ve iki çocuğu var” şeklindeki açıklamalar, izlediğimiz olayları daha da enteresan hale getiriyor. Bu insanların gerçekten var olduklarına biraz daha şaşırabiliyoruz.

22 Kasım 2009 Pazar

Polytechnique (2009)


Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Maxim Gaudette, Sébastien Huberdeau, Karine Vanasse, Evelyne Brochu, Johanne-Marie Tremblay
Senaryo: Jacques Davidts

6 Aralık 1989'da Montreal'deki École Polytechnique de Montréal üniversitesinin mühendislik bölümünü Marc Lépine adlı gencin basıp 14 kadını öldürmesi, daha sonra üniversitede bulunan 14 kişiyi yaralamasının ardından intihar etmesini konu alan Kanada yapımı Polytechnique, ülkesinde etki kadar tepki de yaratmış bir yapım. Gerçek isimlerin kullanılmayıp, kan görünmemesi için siyah beyaz çekilen film, olaydan sağ kurtulan Jean-François ve Valérie adlı iki öğrencinin katliam günü ve sonrasında yaşadıklarına temas eden anlatımıyla 75 dakikalık etkileyici bir dram. Bu iki karakter yanında, katliamı gerçekleştiren gence de bir parça yakından bakabilen, bu sayede çift taraflı bir dram/gerilim yaratmayı başarabilen yapıda olduğu söylenebilir. Bu elim olayın trajik boyutlarını çarpıcı biçimde yansıtmasından başka, yönetmen Denis Villeneuve’in siyah beyaz tercihi, film bitince etkileyici bir fotoğraf sergisinden çıkmış hissi yaratıyor.

Açılışta fotokopi odasında rastgele kurşunlarla vurulanları izledikten sonra olayın sabahına dönüş, ünlü Picasso tablosu Guernica göndermesi, sınıf baskınını önce Jean-François, sonra da Valérie’nin gözünden sunan anlatım, bu iki öğrenciyi ve katliamı gerçekleştiren genci canlandıran Sébastien Huberdeau, Karine Vanasse, Maxim Gaudette üçlüsünün başarısı ve tabiî şiirsel nitelikteki siyah beyaz çekimler filme dramatik olgunluk kadar, keyif veren bir dinamizm de katıyor. Katilin gerekçesi olan feminizm ise filmde olduğu kadar gerçekte de gizemini koruyor. Çocukluğunda annesinden değil, babasından şiddet gördüğü bilinen Marc Lépine’in karşı cinsle olan ilişkilerine dair de ipucu yok. Yine de çocukluktan kalma travmaların birikip böyle bir patlamaya sebep olması da görülmemiş şey değil. Kendi adıma benzer temaya sahip Klass veya Elephant’tan daha etkileyici bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

19 Kasım 2009 Perşembe

Diario de una Ninfómana (2008)


Yönetmen: Christian Molina
Oyuncular: Belén Fabra, Leonardo Sbaraglia, Llum Barrera, Geraldine Chaplin, Ángela Molina, Pedro Gutiérrez, José Chaves
Senaryo: Cuca Canals, Valérie Tasso
Müzik: Roque Baños

Valérie Tasso romanından Christian Molina’nın çekmiş olduğu Diario de una Ninfómana, bazı yerlerde fazla “erotik”, hatta “rahatsız edici” bulunmuş ki, bence bu yönünden ziyade erkeklere karşı basitçe alınmış tavrıyla daha fazla dikkat çekiyor. Her ne kadar yanlı bir tutuma sahip olsa da, bunu anlatma şekliyle de fark yaratabilecek iken, daha filmin başlarında “erkek yapınca çapkın, kadın yapınca fahişe” klişesiyle rengini belli ediyor. Zaten rotasını da bu tespit üzerine çizmiş denebilir. Bu tezi kendince çürütmek için gösterdiği çabaları nemfomani ile ilişkilendirmek, onun desteğini arkasında hissetmek hem Tasso’nun, hem de Molina’nın işini kolaylaştırıyor. Film ve muhtemelen roman, Valére’in seks bağımlılığı yüzünden sağlıklı ilişki kuramadığı, bu bağımlılığına söz geçirdikten sonra evliliğe kadar gidebildiği, evliliğin hayal ettiği gibi olmamasının ardından bu bağımlılığı eğlenceye ve nakite dönüştürebileceğini anlamasına rağmen gerçek aşkı bulabileceğini düşündüğü erkek tiplerini işliyor.

Valére’in bir bağımlı, sonra normal bir iş kadını ve sadık bir eş, en sonunda da fahişe olarak kendini dönüştürmeye çalıştığı dönemlerde arabesk biçimde etrafındaki erkekler hep bencil, dengesiz ve şiddet eğilimli olarak resmediliyor. O kadar macera ardından “sen busun, nasıl hissediyorsan öyle yaşa” diye geniş bir mesaj ilettikten sonra Valére’in otobiyografik cazibesi de kalmıyor. Kansere çare bulmuş bir kadın beklemiyoruz elbette ama tek özelliği nemfomani olan (ki şayet varsa da özellik gibi duran diğer unsurlar hiç inandırıcı değil) kentli bir kadının inişli çıkışlı cinsel yaşamının feminist çizgileri çekilmiş sıradan bir hikâyeden ibaret bünyesi çoğu kez sıkıcı olmaktan kurtulamıyor. Filmin en dikkat çekici anları bana göre başlangıçtaki Valére’in bağımlılığını ilk keşfettiği, sonra da bunu en iyi köreltebileceği fahişelik dönemiyle bağımlılığına geri dönüşünü betimleyen video klip estetiğindeki iki kurgu ânı ve Arjantinli usta aktör Leonardo Sbaraglia’nın bazen komik derecede abartılı da olsa filme gerilim ivmesi katan performansıydı.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Himalaya, Where The Wind Dwells (2008)


Yönetmen: Soo-il Jeon
Oyuncular: Min-sik Choi, Hamo Gurung, Namgya Gurung, Tsering Kipale Gurung
Senaryo: Soo-il Jeon

Choi, çalıştığı şirketin yeniden yapılanmaya gitmesi sonucu işten çıkartılmıştır. Kardeşinin fabrikasında çalışan işçilerden biri olan Dorgy ölünce ailesine ondan kalanları vermek üzere Nepal’in bir köyüne doğru yola çıkar. Fakat oraya vardığında Dorgy’nin ailesine onun öldüğünü söyleyemez. Misafir olduğu süre boyunca dağ köyünde sudan çıkmış balık gibidir. Amacı belli olan yolculuğu, bu huzur dolu köyde hissettikleriyle kendi iç yolculuğuna dönüşecektir. Soo-il Jeon’un yazıp yönettiği Himalaya, Where The Wind Dwells, minimal anlatımını benzersiz doğal görüntülerle süslemiş, özünde hüzünlü bir yapım. Bulunduğu coğrafyayı o kadar güçlü resmetmiş ki, sağanak yağmuru, parlayan güneşi, Himalayalar’dan esen soğuk rüzgârları iliklerinde hissetmek isteyen seyirciyi memnun etmesi neredeyse kaçınılmaz.

Tıpkı bu kayıp ama gerçek dünyaya yolculuk yapan Choi gibi şehirli olması muhtemel o seyirci için çoğu kez turistik anlamlar ifade etse de, Nepal köyünün son derece etkileyici iklimi, bitki örtüsü, kültürel ilginçlikleri bir araya geldiğinde ıssızlığın ortasında yeşeren yalnızlığın ve insanî saflığın bırakacağı etki, filmin anlatım tercihleri düşünüldüğünde seyirciden seyirciye değişebilir. Bu pastoral, kültürel ve belgesel doku, filme huzur/hüzün yüklü felsefi bir derinlik katıyor. Ama öte yandan, filmin katmanlaşamayan hikâye boyutu finale ulaşıldığında aynı etkiyi yaratamıyor. Yaratıyorsa da bunu sağlayan yine o büyülü dokudur. Zaten filmin ana gâyesinin aileye verilmesi gereken ölüm haberinden ziyade, Choi’nin yaşayacağı arınma yolculuğu olduğunu düşünüyorum. Şehrin acımasızlığından kaçıp kendini o doğal dokuda bulan Choi ile seyirci arasında kurulan bağ ne düzeyde olursa olsun, seyircinin o coğrafya ve kültürle kurduğu bağın önüne geçmesi zor. Başka bir deyişle, Soo-il Jeon’un aracı olarak yansıttığı doğal ortam, insanı ve ona ait olan her şeyi içinde öğütüp, dışarıya saf ve temiz bir şekilde sunabilecek kadar yetkin. Min-sik Choi (Failan, Old Boy, Crying Fist, Sympathy for Lady Vengeance) gibi müthiş bir oyuncunun varlığı filmin uluslararası arenada daha fazla duyulmasına yol açmıştır muhtemelen. Ama o öğütme sayesinde oyunculuk bile kendi çöplüğünde o doğallığa ayak uydurmak zorunda kalıyor.

Karma getiren Himalaya rüzgârlarının küçük bir çocuğun flüt nağmelerine karıştığı, göz alıcı bir güneşin ağızdan buhar çıkartan soğuk havayla dost olduğu, ama ne var ki insanların büyük şehirde para kazanabilmek için terk etmek zorunda kaldıkları bu yeryüzü parçası, Soo-il Jeon’un ellerinde biz şehirde yaşanlar için türlü anlamlara gebe. Film içinde ekmek kırıntıları gibi bıraktığı soru işaretleriyle Nepal hakkında araştırma yaptırtacak, hatta oralara gitme arzusu uyandıracak kadar üstelik. Belki de gerçek arayış ve buluşun insan eli değmemiş, ya da saflığını yitirmemiş insanların elinin değmiş olduğu coğrafyalarda yaşanabileceğinin inancına uyandıracak kadar.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kabluey (2007)

 
Yönetmen: Scott Prendergast
Oyuncular: Scott Prendergast, Lisa Kudrow, Conchata Ferrell, Jeffrey Dean Morgan, Christine Taylor, Teri Garr, Chris Parnell
Senaryo: Scott Prendergast
Müzik: Roddy Bottum

Hikayesi bol Amerikan kasabalarından yine bağımsız küçük bir hikaye. Asker kocası Noah Irak’taki görevini tamamlamasına rağmen görev süresi uzatılınca Leslie (Lisa Kudrow) bunalıma giriyor. Çünkü faturalarını ödeyebilmek, iki haylaz oğlunun sağlık sigortalarını karşılayabilmek için çalışmak zorunda. Bu süreçte çocuklara bakıcı bulmakta zorlanınca son çare olarak Nevada’da yaşayan, 32 yaşında olmasına rağmen bir baltaya sap olamamış kayınbiraderi Salman’ı çağırıyor. Düğünlerinden beri Salman’ı görmeyen Leslie, ne kadar riskli olursa olsun yaramazlıkta sınır tanımayan oğullarını çaresizce ona emanet etmek zorunda kalıyor. Saf, beceriksiz, sakar ama iyi kalpli Salman, beklendiği gibi türlü aksilikler yaşıyor. Leslie’nin ona bir iş bulmasıyla hayatının deneyimini yaşayacak olan Salman’ın komik olduğu kadar, belki daha da fazla hüzünlü hikayesi böyle başlıyor.

Salman’ın işi, kocaman tuhaf mavi bir kostüm içinde, hiç de işlek olmayan bir yol üzerinde, ofis kiralayan bir şirketin el ilanlarını dağıtmak. İlan verebileceği birilerini beklerken yaşadıkları, burukluğun galip geldiği komedi anlayışının cılkını çıkarmıyor. Hele de o yol kenarında boynu bükük bekleyen mavi yaratığı ucuz skeçlerle sömürebilecek nice fikir olduğu düşünülürse. Yalnızlığın, terkedilmişliğin, dışlanmışlığın özeline hiç zarar vermiyor. Kabluey’i yazıp yöneten Scott Prendergast, aynı zamanda Salman rolünü de üstleniyor. Şimdi burada Prendergast’in kendini test ettiğini düşünmemek olmaz. Zira böyle bir yapılanma ile hayalgücü geniş herhangi bir senarist birçok değişik Kabluey versiyonuna imza atabilirdi.

Potansiyel senaryo zenginliği olan bağımsız filmlerin hamurunda bu çoksesliliği görmek mümkün. Ama senaristlerin tercihi genelde sadelikten, samimiyetten ve aşk/aile/birey duyarlılığından yana oluyor. Prendergast’in tercihi de farklı değil. Sabırsızlıkla karakter özdeşliği kurma derdine düştüğümüzden, bu tür filmlerin samimi dokularından uzaklaşma eğiliminde olabiliyoruz. Halbuki Kabluey ve onun onlarca benzeri, olaylar ve kişiler arasında kurmaya çalıştıkları bağlantıları aceleye getirmemeye, bu yüzden basmakalıp anlatımlardan, unsurlardan, karakter tahlillerinden uzak durmaya çalışırlar. Bunda ne ölçüde başarılı oldukları tartışılır. Bazen içine girilmesi zor filmler ortaya çıkar. Tıpkı Kabluey gibilerin iletmeye çalıştıkları temel bir mesaj olduğunun tartışılabileceği gibi. Az da olsa müsait olmasına rağmen apolitik duruşu veya bu duruşunun içinden politik çıkarımlar yapılabileceğini düşündürmesi gibi.

Kabluey’deki en belirgin değer aile kavramı. Fakat bu kavramı ele alış biçiminde iç içe geçmiş doğallık ve sıra dışılık, zaman zaman absürdlüğe varabilen komedisine rağmen ayaklarını yerde tutmayı becerebilen bir olgunlukta. Zaten tipik bir kaybeden olarak ona acayip bir kostüm giydirip farklı bir sorumluluk yüklemek suretiyle Salman’ın üzerine daha fazla giderek dile getirmek istediği şeyleri anlatmak için elindeki insandan başka güvencesi yok filmin. Yeğenlerine bakma sorumluluğu ile ilan dağıtma sorumluluğunun dönüp dolaşıp bir noktada birbirlerini tamamlamaya başlaması, yöntem olarak pek alışıldık sayılmaz. Daha da önemlisi filmin (ya da Prendergast’in) Salman gibi silik bir karakteri hem kendisinin, hem de izleyenin yeniden keşfetmesi için tasarladıkları da önemli.

Film içine ekmek kırıntıları yerleştirip, sonlara doğru onları toplamaya başlaması, hatta sadece buna niyetlenmesi bile Salman’ı ve onun üzerine giydiği Kabluey’i minicik bir anti-süper kahraman yapmaya yetiyor. Fiziki farklılıklarına rağmen Salman ve Kabluey arasındaki o hüzün dolu benzerlik, birbirinin zıttı çift kişilikler yaratmaktansa, ortak bir amacı (aile bütünlüğünü korumak) paylaşan iki dramatik kimlik olarak çok iyi yansıtılmış. Başlangıçta kendisini öldürmekle tehdit eden büyük çocuk Cameron’un kalbini fethetmeyi ve çocuksu duyarlılığıyla ağabeyinin ailesine sahip çıkmayı başardığı için bile alternatif bir süper kahraman sayılabilecek Salman, dünyayı kurtarmamış da olsa çok iyi bir başlangıç yapıyor: Önce kendisini tanıyor.

12 Kasım 2009 Perşembe

Død snø (Dead Snow) (2009)


Yönetmen: Tommy Wirkola
Oyuncular: Vegar Hoel, Stig Frode Henriksen, Charlotte Frogner, Lasse Valdal, Evy Kasseth Røsten, Jeppe Laursen, Jenny Skavlan, Ane Dahl Torp, Bjørn Sundquist
Senaryo: Stig Frode Henriksen, Tommy Wirkola
Müzik: Christin Wibe

Her şey bildiğimiz gibi başlıyor. 4 erkek, 3 kız arkadaş, Paskalya tatili için karlarla kaplı ıssız bir dağ kulübesine gidiyorlar. Cep telefonlarının çekmediğini daha filmin başında dile getiriyorlar. Karanlık çökünce kulübede neşeli saatler geçirirlerken tuhaf bir adam onları ziyarete geliyor. II. Dünya Savaşı sırasında o bölgede bulunan acımasız bir nazi birliği hakkında gizemli hikâyesini anlatarak çekip giden adamın ardından kâbus başlıyor. Sinema tarihinin ünlü slasherlarının telaffuz edilmesi, şişman eleman, basit korkutma numaraları, sevişenin ilk önce ölmesi gibi klişe nâmına ne ararsanız var.

Uzunca bir süre kendi saçmalığını ciddiye alan sıradan bir slasher şeklinde ilerlerken, zombi nazi askerlerinin ortaya çıkmasıyla hareketlenen son yarım saatle kendi saçmalığını ciddiye almayı bırakıp, o saçmalığın içinde boğulmayı seçiyor. İşte tam o noktada ilginçleşiyor, bir anda eğlenceli ve komik bir kimliğe bürünüyor. Feast serisi ile kardeşlik bağı kuruyor sanki. Oluk oluk kırmızı sıvı harcıyor, beyin, bağırsak, kafa, kol, bacak önüne ne gelirse gözümüze sokuyor. Tüm bunları yaparken kasıtlı olarak komikleşip sahiden güldürmeyi beceriyor. Çeşitli filmlere el salladığı gibi, bir sahnede The Descent’e bile doğrudan gönderme yapıyor. (Belki de ben gönderiyorum!). Askerlerin zombi, kahramanlarımızın da kan makyajları neredeyse kusursuz. Rovdyr, Fritt vilt gibi bunca yıldan sonra adeta Amerikan slasher filmlerini yeniden keşfetme zekâsı geliştiren İskandinav yapımları arasında özellikle son yarım saatiyle farklılık yaratmaya oynayan Norveç yapımı Død snø (Dead Snow), kan banyosu, kopan uzuvlar, zombi gerilimi, Feast komedisi meraklılarının havada karada kaçırmaması gereken bir film. Artık hangisiydi bilemiyorum, filmde ölen zombilerden biri olarak göründüğü not düşülen enteresan insan Tommy Wirkola’nın bu ikinci yönetmenlik denemesiyle Sundance’de epey ilgi çektiğini de belirtelim.

10 Kasım 2009 Salı

The Lucky Ones (2008)


Yönetmen: Neil Burger
Oyuncular: Tim Robbins, Rachel McAdams, Michael Peña, Molly Hagan, Mark L. Young, John Heard, Jennifer Joan Taylor, Katherine LaNasa
Senaryo: Neil Burger, Dirk Wittenborn
Müzik: Rolfe Kent

Irak’taki görevlerinden izinli olarak dönen Colee (Rachel McAdams) ve T.K. (Michael Peña) ile, görevini tamamlamış olan Fred Cheaver (Tim Robbins) uçakta tanışırlar. İndikten sonra gidecekleri yere aktarma uçak bulamayınca araba kiralayıp beraber gitmeye karar veren üçlünün farklı yerlerde farklı amaçları vardır. Tipik şekilde yol boyunca birbirlerinin sırlarını, zayıf yönlerini ve karakter yapılarını öğrenip aralarında bir dostluk bağı kurarlar. Orduya geri dönmeden evvel gerçekleştirmek istedikleri amaçlarının dramatik yapıları ve karakterlerin uyumlu görüntüsü, samimi bir yol filmi havasını muhafaza etmekte. Irak dönüşü askerlerin yaşadıkları topluma yabancılaşmaya ağırlık vermek isteyen filmin pozitif yönlerinden biri, abartmadan ve hissettirmeden eleştirel davranabilmesi. Yolda giderken solladıkları arap kökenli bir aile ile bakışmaları, Amerikan ordusunun asker seçme yöntemleri, kilise sahnesi ve ölmüş bir askerin kahramanlığının sorgulanması bunlara örnek sayılabilir.

Halk tarafından “orada çok iyi işler yapıyorsunuz” şeklinde saygıyla karışık gaza getirilen bu askerler, kahraman havasına girip her zaman Colee, T.K. ve Cheaver gibi davranamayabiliyorlar. Mesela varlıklı vatansever bir iş adamının “orada tam olarak ne yapıyorsunuz” sorusuna “hayatta kalmaya çalışıyoruz” gibi bir cevap verebiliyorlar. Filmin sıradan ve aksayan yönleri de az değil. Ama yine de Neil Burger’in bir önceki filmi The Illusionist’ten daha iyi olduğu kesin. Özellikle üçlünün ayrıldıktan sonra tekrar bir araya gelene kadar yaşadıkları ile, kısa bir süre üçe bölünen film, bu sayede karakterleri biraz daha öne çıkarıp, dramatik yönü işlerlik kazanan olumlu bir kurgusal beceri elde ediyor. Üstelik finali ile de normal bir “kendini iyi hisset filmi” olarak, hâlen yaşanmakta olan savaşın hayatları nasıl etkilediği, nasıl yarım bıraktığı gerçeğini yadsımamış olduğu belirginleşmiş. Çünkü geri dönüşün anlamı, geri döndüğünüz yer ile kendini gösterir çoğu zaman. Geri döndüğünüz yer Irak olunca kendini iyi hissetmek de zorlaşır.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Tony Manero (2008)


Yönetmen: Pablo Larrain
Oyuncular: Alfredo Castro, Paola Lattus, Héctor Morales, Amparo Noguera, Elsa Poblete
Senaryo: Alfredo Castro, Mateo Iribarren, Pablo Larrain

1970’lerin sonunda Şili’de General Pinochet’nin diktatörlüğü döneminde 52 yaşındaki sıradan bir vatandaş olan Raul’un sıra dışı yaşamından bir kesit izlemekteyiz. Ancak film ilerledikçe Raul’un sade vatandaşlığının sadece yüzeyden öyle görüldüğünü anlamamız uzun sürmez. Raul, dönemin hit filmlerinden Saturday Night Fever’daki John Travolta’nın canlandırdığı Tony Manero karakterini saplantı haline getirmiş, hatta televizyonda düzenlenen ödüllü “Ünlülerin Benzerleri” yarışmasına adaylardan biri olarak katılma hakkı elde etmiştir. Bu yolda önüne çıkacak engellere karşı hastalık derecesinde acımasızdır. Şili’nin içinde bulunduğu kaos ortamında böyle bir portrenin oluşması boşuna değildir. Aslında Raul, bünyesinde yaşamaya çalıştığı politik yozlaşmanın, adaletsizliğin, sefaletin ve acımasızlığın ete kemiğe dönmüş halidir. Gözünü kırpmadan soygun amaçlı adam öldürebilecek, polisin yargısız infaz ettiği ölüleri soyabilecek, sevgilisinin kızına asılabilecek, rakiplerine karşı tahammülsüzlüğünü fütursuzca dışa vurabilecek kadar kişiliksiz bir bireyin, içinde yaşadığı politik iklimle birebir örtüşen varoluşu ile sistemlerin bireyleri nasıl kendine benzettiğinin hesabı çıkarılıyor filmde.

Diktatörlük altında 6 kişilik bir komün yaşam içinde kendi faşizmini yaşayan apolitik Raul’un, etrafındaki kadınların ilgisine rağmen cinsel olarak bir türlü iktidar olamaması da yine çarpık sistemlerin bireye dayattığı rollerin bir yansıması. Bu durum Raul’un Tony Manero hedefini daha da keskinleştiriyor. Olduğu ile olmak istediği arasındaki uçurumun bilincinde olup olmadığını bile anlamamızı güçleştirecek derecede gizemli bir havası var Raul’un. Sıradan, hatta çirkin yüz hatları ile tam bir poker surat olan Alfredo Castro’nun minimal sunumu, Raul’un tüm çıplaklığıyla bu denli anlaşılamaz oluşuna, baskı rejimlerinin tepkisizliği tetikleyişine ve oportünist soğukkanlılığın ürperten ruhsuzluğuna kusursuz bir zemin hazırlıyor. Hatta Castro, fiziken ve ruhen çirkinliğine filmin kattığı tekinsiz havadan doğan merak sayesinde Raul’a tuhaf bir karizma bile katıyor.


 
Adeta tek bir filmin sinefili olan Raul (öyle ki Grease’i bile beğenmiyor), tüm insani tepkilerini Saturday Night Fever’ı izlerken veriyor. Filmi izlerken artık ezberlediği replikleri mırıldanıyor, heyecanlanıyor, ağlıyor, şovu için prova yaptığı anlarda Bee Gees müziği ile başka bir boyuta geçiyor. Onun dışında leş yiyen bir etobur gibi hedefine kilitlenmiş, bezgin, ruhsuz, asabi ve içten pazarlıklı. Neredeyse her sahnede görünen Raul’un yaşadığı hayal aleminin fonunda ise polis infazları, ev baskınları, gündüz vakti sessizliğini bölen biryerlerden duyulan çığlıklar yer alıyor. Komşusu Arjantin’in 76-82 arasında cunta baskısı yüzünden yaşadıklarına paralel biçimde, Şili’de Pinochet yönetiminde yaşananlara coğrafi açıdan yabancı olunması (her ne kadar çoğu ülkenin bir 12 Eylül öncesi var ise de) ve yönetmen Pablo Larrain’in bu yabancılaşmayı bunaltıcı bir atmosfer + kötücül bir karakter yoluyla ifade etme biçimi Tony Manero’yu birçok yönden zor bir film yapıyor. Bu zorluk, benzer biçimde baskı yönetiminin Arjantin’deki faaliyetlerine yakın plan giren 1999 Marco Bechis filmi Garage Olimpo’nun son derece çarpıcı anlatımından kendini uzaklaştırmış olmasından, öyle bir yakın plan anlatımı tercih etmemesinden kaynaklanıyor. Seçilmiş karakterler etrafında şekillenen politik eleştirilerin daha bireysel gerekçelerden de beslenmesi Tony Manero’yu Garage Olimpo kadar kurgusal kılmıyor belki. Fakat kesinlikle en az onun kadar gerçek hale getiriyor.

Baskıcı sistemin Raul gibileri bencil ve vicdansız bir seri katile çevirmesi yanında, Saturday Night Fever fanatizmine benzer Amerikan unsurların, kıtanın güneyine olan etkisi de göz ardı edilemez. Raul’un Tony Manero olmak istemesinin altında belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiği Amerikan Rüyası’nın peşinde koşması da yatıyor. O rüya ki, kendi vatandaşlarını bile defalarca hüsrana uğratmış, uzaktan kumandası ile başka coğrafyadaki insanları bile tüm kör edici cazibesiyle büyülemiş. Amerikalı, yakışıklı, iyi dans eden film kahramanı Tony Manero’nun, sefalet ve çürümüşlük içindeki Raul için bir kurtulma ümidi mi, yoksa çocuksu ve ergensi ruh halinin kendine seçtiği bir rol model mi, belki de hepsi bir durum söz konusu. Ama onun caniliği ile Manero hayranlığını temsil eden farklı ipler, baskı rejiminin sağladığı aleni öldürme rahatlığı ile özgür Amerika’nın sağladığı gizli emperyalist ruh istilasının tuhaf karışımıyla birbirine bağlanabiliyor.


Havana, Rotterdam ve İstanbul film festivallerinden en iyi film ödülleri almış olan Tony Manero, bir uyanış, bir arınma, bir tövbe filmi değil. Bittikten sonra bile yaşayan, kafalarda devamını çektiren bir yapım. Kötü adamın başrolde olduğu ve kötülüğünün gerekçelerini baskıcı sistemlerin daralttığı çemberlerde bulduğu, karanlık, boğucu, gerilimli bir film. Bütün bunları bir dezavantajlar silsilesi olarak ele alırsak, hepsinin birleşiminden ortaya çıkardığı kimya ile gücünü tescilleyen karaktere sahip. Belki önündeki tek engel ise yine kendisi!