Yönetmen: Costa-Gavras
Oyuncular: Jessica Lange, Armin Mueller-Stahl, Frederic Forrest, Michael Rooker, Cheryl Lynn Bruce, J.S. Block
Senaryo: Joe Eszterhas
Müzik: Philippe Sarde
Mahkeme filmleri... Sevgili Amerika, her serüveninde işin içine şov katmadan duramaz. Pek çok sisteminde olduğu gibi, kendi adalet sistemini de öyle bir inşa etmiştir ki, kalantor bir hakim, savunma, iddia makamı ve çeşitli zümrelerden toplanmış, “ne işim var burada benim” dercesine alıklaşmış jüri üyelerinden kurulu bir kumpanyadır adeta. Tabi önce mahkeme filmleri böyledir ama hiç gerçek bir Amerikan mahkemesi tozu yutmadığımızdan gayrı, sistem de bu şekilde olduğuna göre, filmlerin gerçeği yansıtma yüzdesi temelde fazladır. O zaman şov devam eder. İnsanlar bilet alıp sıraya girer ve tecavüz, izale-i bikir, yolsuzluk, cinayet, boşanma ve benzeri icatlarının sonuçlarını görmek üzere seyre koyulur. O.J. Simpson davasının yaptığı devasa reyting düşünülürse, Amerika’nın hukuki seyir zevki hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.
Şahsen iyi ellerden çıkma şartıyla bu kumpanyayı perdede izlemek bana hayli keyif verir. Özellikle avukat ve savcı ile, tanık/sanık sandalyesine kitaba el basarak oturmuş bulunan şahıs arasında yaşanan akıl dolu diyaloglardan kurulu bir mahkeme filmi tam bir temaşadır. Bahsettiğim sistem, hınzır senaristlerin eline geçtiğinde o kadar zevkli bir hal alıyordu ki, haklı-haksızı bulabilmesinden öte, evvela seyir zevki içeriyordu. Basket maçı seyreder gibi o pota senin, bu pota benim. İtiraz ediliyor, hakim tarafından kabul veya reddediliyor. Üslup ona göre değişiyor. Hakimin altında oturan şahıs öyle bir sıkıştırılıyor ki, usta bir hukukçunun karşısında hiç şansı yok, doğruyu konuşacak. Ama bizim adalet sistemimiz bize doğrudan suçluyu-suçsuzu “yerseniz” şeklinde sunarken, (ya da maçı bile izletmeden direk sonucu söylerken) bu sistem, işlenen kabahatin evrelerini bizim gibi olayın dışındakilerle de paylaşıyordu. Belki gerçek yaşamda yapmıyor ama hiç olmazsa filmlerinde davanın anadan üryan halinden, giyinişine tanık oluyorduk. Üstelik bu sistem, filmlerle kendi yargı sisteminin ve diğer tüm sosyal, kültürel, politik sistemlerinin eleştirisini de cesurca yapıyordu.
Bizim mahkeme filmimiz, mahkemelerimizin halini gördükçe nasıl olurdu kimbilir. Bir kere bizim filmlerin mahkeme sahnelerindeki, suçlunun her iki yanında duran ve muhtemelen o an şafağında kaç gün kaldığını düşünen o iki jandarma erinin işi ne, veya hakim-savcı-avukat ağabeylerimiz pelerin misali o cübbeleri niye giyiyorlar diye düşünmüşüzdür. Buna da şükür, peruk da takabilirlerdi. Elbet sebebi vardır, ancak bu durum işin artistik bölümüne iyice bir sekte vurur. Esasen bu sıkıcılığa sebep olan, ülkemizde bırakın adam akıllı bir mahkeme filmini, olayın sürecini anlatan bir iz sürme filmi bile yapılamamasından kaynaklıdır. Zemin müsait olsa, o pelerinli amcaları süperman yahut eli tokmaklı Bela Lugosi’ler gibi göstermek de gayet mümkün!.
Politik sinema denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Yunan yönetmen Costa Gavras’ın 1989 filmi Music Box, sıkı bir mahkeme filmidir. İzlediğim filmleri arasında Missing (1982) ve Betrayed (1988) için de çok olumlu fikirler besliyorum. Gavras, herhangi bir filminin görünen ana başlığının altında, daha çarpıcı meselelere değinmesiyle ünlüdür biraz da. Mesela 2002’deki Amen’de Yahudi soykırımının rüzgarını arkasına alarak müthiş bir Hristiyanlık eleştirisi yapmıştı. Music Box’ta da konu, soykırım sonrası nazi avı. Ama özellikle günümüz hassasiyetinin verdiği Yahudi antipatisinin gölgesine koymamamız gereken çok sarsıcı bir güven bunalımı filmi aslında. Bu bunalım, her ne kadar filmin yan başlığı olsa da, soykırım hadisesinin önüne öyle bir geçiyor ki, eski subay baba ile avukat kızı arasında yaşanan, güven-şüphe halesi tam da mahkemelik bir durum.
Avukat Ann Talbot’un 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Macaristan’dan Amerika’ya göçen öz babası Mike Laszlo, savaş sırasında ülkesinde nazilerle birlikte savaş suçları işlediği iddiasıyla sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve ona dava açılır. Kızı Ann ise tereddüt etmeden babasının savunmasını üstlenir. Çünkü kimseye güvenmediği kadar babasına güvenmektedir. Mahkemeler, tanıklar, sürprizler. Jessica Lange’in 1990’da Oscar’ı adaşı Jessica Tandy’ye kaptırdığı performans, usta işidir. “Guilty or not guilty” olduğunu finalde tokat gibi anlayacağımız baba rolünde Alman-Rus karışımı aktör Armin Mueller-Stahl var. İzlerken sonunu tahmin edebilirsiniz belki ama asla sandığınız yöntemle değil.
Son olarak politik sinema denince ne anladığımdan bahsetmek istiyorum. İsminden mütevellit, politik hususlara, hayali veya gerçek kişilikler eşliğinde eleştirel ve yeri geldiğinde objektif bakabilen, yorumunu esirgemeyen, mümkünse elinden geldiğince sert olan film güzelliği. Tarihten, savaş sonrası kaotik ortamlardan ve iktidar hırslarından beslenirler. Nazilere veya yahudilere ne ölçüde objektif bakabileceksek artık, bizi biraz da zamana uydurması gereken filmlerdir bunlar. Mesela nazi gerçeği kadar, yahudi gerçeğini de aynı potaya koyup aklıselim davranmak ne kadar engebeli olsa da, günümüz hassasiyetine binaen, Yıllar öncesinden Solingen ve aylar öncesinden Lübnan’ın eşit siyasi düzlemde değerlendirilmesi (ölü sayısı farklı bir boyuttur) yapılmalıdır. Zira şimdiki hassasiyet, Hitler yanlısı söz ve davranışlara prim vermeye başlayınca, (-ki bazı yazı ve söylemler bunu doğruluyor) bir şeylerin ucu bize değiyor, silahı kendimize doğrultmuş olmuyor muyuz?
Nazi, Yahudi, Lejyoner, Sırp, Yankie neyse değişmez, kasap kasaptır. Schindler’s List, The Pianist, Come and See ve niceleri çok sarsıcı tecrübelerdi. Günümüzün gerçekleri ortada. Göğsümüze kat kat tuğlalar ören sağduyumuza dönersek, kendi içimize de dönmüş oluruz. Ama öte yandan artık madalyonun diğer yüzüne de bakma zamanı geldi de geçiyor. Şimdilerde 11 Eylül üzerine bir şeyler yapılıyorsa, burnumuzun ucunda tarih olmaya başlayanlar için de birilerinin bir şeyler yapması kaçınılmaz olmalı. Oliver Stone gibi adamların aksine, ruhunu şeytana satmamış yönetmenlere ihtiyaç doğacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder