27 Eylül 2013 Cuma

World War Z (2013)


Yönetmen: Marc Forster
Oyuncular: Brad Pitt, Mireille Enos, Daniella Kertesz, James Badge Dale, Ludi Boeken, Fana Mokoena, David Morse, Peter Capaldi, Pierfrancesco Favino, Ruth Negga, Moritz Bleibtreu, Elyes Gabel, Sterling Jerins, Abigail Hargrove, Fabrizio Zacharee Guido
Senaryo: Matthew Michael Carnahan, Drew Goddard, Damon Lindelof
Müzik: Marco Beltrami

Önce Max Brooks’un kitabı World War Z’yi beyaz perdeye uyarlayan kadroya bakalım. Matthew Michael Carnahan (The Kingdom, Lions For Lambs, State Of Play), Drew Goddard (Buffy The Vampire Slayer, Cloverfield, The Cabin In The Woods) ve Damon Lindelof (Lost, Cowboys & Aliens, Prometheus, Star Trek Into Darkness). Bu üçlünün katkıda bulunduğu senaryolardan çeşitli izler taşıyan World War Z, kısaca hızla yayılan bir virüsün sebep olduğu salgın sonucu zombiye dönüşmeye başlayan dünyaya karşı ayakta kalmaya çalışanların mücadelesi şeklinde özetlenebilir. Filmle ilgili eleştiriler de ikiye bölünmüş durumda. Hollywood’un Amerika merkezli felaket senaryolarının, dünyaya yayılmış bir kurtarma operasyonu çerçevesinde ele alınışı ne yazık ki yine ve yeniden Amerika’nın dünyayı kurtarma yavanlığı barındırıyor.

Carnahan’ın, her ne kadar bir miktar tarafsız gözle bakmaya çalışsa da Amerika’nın dünya üzerindeki siyasi rolünün büyüklüğüne kendini kaptırmış duruşu, Goddard’ın vampir / zombi / yaratık mevhumlarıyla bozmuş aklı, Lindelof’un ise bir yazım ekibi olmaksızın tek başına ayakları üstünde duramayacağına inandığım çakma senaristliği kafa kafaya verince ortaya çıkacak filmden (kitaba ne ölçüde bağlı kalındığını bilmeden) fazla ümitli olmamak gayet normal. Zira her yönüyle Amerika ve kankalarının dünyanın geri kalanına ders verir nitelikteki karar alma mekanizmalarının, siyasi manevralarının ve aksiyon kahramanlıklarının yüceltildiği bir filmle karşı karşıyayız. Evli ve iki çocuk babası eski Birleşmiş Milletler görevlisi Gerry Lane’in sırasıyla Philadelphia, Kuzey Kore, İsrail ve Galler rotasında bu felaketle tek başına mücadelesi hiç de yabancısı olmadığımız bir kandırmaca.


Tabii Gerry Lane kağıt üzerinde tek başına sayılmaz. Ama bu yolculukta ona eşlik edenler hep birer eşlikçi figüranlar olarak kalıyorlar. Philadelphia’da ailesiyle beraber Latin göçmeni çocuğu kurtaran da, 10 dakikada bir yetkili kişilerden ayaküstü brifing alan da, Kuzey Kore’de tutuklanan CIA ajanından Kudüs’teki tüyoyu almayı başaran da, panik halindeki binlerce kişinin arasından zombilerin zayıf noktalarını fark eden de, bir uçak dolusu zombinin elinden kurtulan da, Dünya Sağlık Örgütü Araştırma Tesisi’nde planını soğukkanlılıkla uygulayan da hep o. Geri kalanlar sadece onun amacına ulaşabilmesi için birer piyon. İsrail’in de bu global krizi önlemeye çalışmaktaki rolü unutulmamalı. Mossad yetkilisinin anlattığı, İsrail hükümetinin zekice olduğu su götürmez “Onuncu Adam” stratejisi çerçevesinde zombilere karşı ördükleri büyük duvarın güvenli tarafına Filistinli kardeşlerini de kabul etmeleri fena halde propaganda içeriyor. Ama o Filistinlilerin şarkı söyleyerek zombilerin dikkatini çekmeleri ve felakete davetiye çıkarmalarında verilen mesaj kadar ileri gidileceğini tahmin edebilir miydik?

Mossad’ın Onuncu Adam’ı Jurgen Warmbrunn’ın “içeri aldığımız her kişi, savaşmak zorunda kalacağımız bir zombinin eksilmesi demek” özlü sözü tartışmaya meydan vermiyor belki. Latin, Hintli, Kuzey Koreli, Filistinli olmanın zombi olmaktan farklı olmadığını, onların sadece kurtarılması gereken zavallılar olduğu dayatması Amerika’dan çıkan yeni bir şey değil. Lakin benim canımı sıkan şeylerin başında Finding Neverland, Stay, Stranger Than Fiction, The Kite Runner gibi naif ve iz bırakan dramları yönetmiş (ardından Quantum Of Solace ve Machine Gun Preacher ile bana göre düşüşe geçmiş) Marc Forster’ın bu ambalajlı oyuna alet olması. Yönetmenlik becerilerinden sayacağımız özel efekt ve kalabalık figürasyon idaresinin gücü fark ediliyor.

Özellikle Kudüs’teki kaos bölümü, uçak sahnesi ve Dünya Sağlık Örgütü Tesisi’ndeki gerilim dolu anlar, türlü arızalarına rağmen kendini izletmesini biliyor. Fakat yönetmenlik sadece işin teknik kısmından unutulması güç sahneler ortaya çıkarmaya çalışmak kadar, yüzlerce özellikleri arasından bazıları olarak empati kurup bunu seyirciye aktarmasını bilen, bariz propagandalardan kendini sakınan ya da onların propaganda oluşlarını alışılmışın dışında ele alıp eleştiren bir tavır işidir.


Yapımcısı ve başrolü Brad Pitt olan World War Z, yapım olarak masraftan kaçınılmamış bir görüntü çizse de, başrol olarak yerlerde sürünüyor. Brad Pitt’in kötü bir oyuncu olmadığını biliyoruz. Ama baştan sona türlü badireleri atlatan, türlü trajedi ve tehlikelere göğüs geren Gerry Lane rolünde o kadar düz ki, performansında (!) çekim aralarında ortalıkta gezinen patron ruhsuzluğu hakim. Kurt Cobain görünümlü bir mesih çizimiyle zaten inandırıcılığı yarı yarıya azalan Gerry Lane’in üstüne bir de bu beklenmedik ölçüde yavan canlandırma binince orta ölçekte bir avantür izlediğimiz duygusu hakim oluyor. Mireille Enos, Peter Capaldi, Moritz Bleibtreu gibi iyi oyuncular ise kısa ve önemsiz rollerde heba ediliyorlar. Tamamen Brad Pitt’in kahramanlığına odaklanmış bu görüntü fevkalade itici.

Muazzam aksiyon sahneleri, aralara sıkıştırılan bazı sıkı cümleler (ki en beğendiğim “tabiat ana bir seri katildir” cümlesi ve bu cümlenin açılımı oldu) avucuna alacağı kitleyi iyi tanıyor. Üstelik her dönem alıcısı bulunan zombi olayına mesafeli olanlar için, 28 Days Later’ın hiperaktif zombileri gibi bir alternatif sunulmuş. Hatta yüzlerce gözü dönmüş yaşayan ölünün organize hareket ettikleri bile görülüyor. Zaten Romero zombileri tempo yönünden filmi çok ağırlaştırırdı. Felaket senaryolarının önemli kalemlerinden biri olan zombi milletinin sosyal, siyasi, psikolojik eleştiriler için uygun zemin hazırladığı bir gerçek. Film de bu zemini iyi değerlendirme peşinde. Fakat bunu yaparkenki tercihleri, World War Z’yi ortalama bir Roland Emmerich filminden hiç farklı yapmıyor bana göre. Emmerich’in kahramanları bile birden fazlayken, burada dünyayı kurtaran Amerika’ya dünyayı kurtaran Amerikalı ayarı çekilmiş. Herkesin vardı, Brad Pitt’in de bir tane oldu.

25 Eylül 2013 Çarşamba

The Cottage (2008)


Yönetmen: Paul Andrew Williams
Oyuncular: Andy Serkis, Reece Shearsmith, Jennifer Ellison, Steven O'Donnell
Senaryo: Paul Andrew Williams
Müzik: Laura Rossi

David ve Peter kardeşler kaçırdıkları güzel Tracey’yi ıssız bir dağ evine getiriyorlar. Tracey’nin şapşal ağabeyi Andrew’nün de içinde olduğu kaçırma eyleminin amacı, Tracey’nin ve aynı zamanda bir mafyanın babası olan Arnie’den fidye koparmak. Fakat her şey ters gidiyor ki işin zevki de burada. Bir rehineye göre oldukça dişli çıkan Tracey, Arnie’nin gönderdiği iki Çinli tetikçi ve içi kesik kafalarla dolu tuhaf bir çiftlik evinde dönen tuhaf şeyler, fidye parasıyla hayaller kuran zavallı David ve Peter’ın hayatını cehenneme çeviriyorlar. Shaun Of The Dead, Severance gibi çok beğendiğim İngiliz gore komedilerin izinden giden The Cottage’ın bu filmlerden aşağı kalır pek bir yanı yok. Ciddi bir yol izleyen vahşet, kan, revan, feryat, figan, kopan uzuvlar arasında güldürebilen bu karışım, sadece futbolun değil, kara mizahın da beşiklerinden biri olan İngiliz sinemasının karakteristiği sayılır.

Sağladığı keyfi tuhaflığından alan bu bağımsız komedilerin korku/gerilim ile dirsek teması, komediden ziyade gerilim türünün ne kadar akışkan, renkli ve farklı yorumlara açık olduğunun bir göstergesi. Üstesinden gelemeyeceği rol olmadığına inandıran Andy Serkis ve özellikle Reece Shearsmith çok iyiler. Hatta genelde seksi bir model olarak tanınan Jennifer Ellison bile hiç fena sayılmaz. Film bitince “The End” yerine “Fin?” yazmasıyla devam filmi işareti verilse de, cast yazıları bittikten sonraki sahne ile yine komik bir dumur yaratıyor. 2006'da yazıp yönettiği London To Brighton gibi ciddi bir dramdan sonra Paul Andrew Williams'dan pek kimse böyle bir film beklemiyordu denebilir. Yine de sonuç kötü değil. Saydığım kara komedi örneklerinden keyif almış izleyicilere şiddetle öneririm.

15 Eylül 2013 Pazar

Django Unchained (2012)


Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Jamie Foxx, Christoph Waltz, Leonardo DiCaprio, Kerry Washington, Samuel L. Jackson, Walton Goggins, Dennis Christopher, James Remar, Dana Michelle Gourrier, Nichole Galicia, Laura Cayouette, Don Johnson, Franco Nero
Senaryo: Quentin Tarantino

Quentin Tarantino sineması Reservoir Dogs’dan bugüne 21. yılını doldurdu. Bu yıllar içinde 70’lerdeki blaxploitation, 80’lerdeki exploitation furyasından, özellikle Leone ve Packinpah güdümlü spaghetti western başyapıtlarından, az ya da hiç bilinmeyen absürt kung-fu filmlerinden, kökleri 50’li yıllar Japon sinemasına dayanan samuray kahramanlık öykülerinden, grindhouse külliyatından ve VHS döneminde raflardan gelip geçmiş türlü B filmlerden (hatta çizgi filmlerden) edindiği birikimlerini senarist / yönetmen olarak kendi vizyonuna uyarlamayı sürdürüyor.

Hepsinden biraz alıp “Tarantino Sineması” diye referans olmuş bir tarz yaratmak sinemacıları, seyircileri ve eleştirmenleri her daim ikiye bölmüştür. Genel olarak kolajdan bir özgünlük elde edilemeyeceğini savunanlar ve tam tersi, bu çorba sayesinde geçmişin tozlu arşivlerinden beslenen olağanüstü bir sinema dili icat ettiğini düşünenler. Tarantino yaptığı filmlerle hem o yılların unutulmaya yüz tutmuş filmlerine olan borcunu ödemekte, hem de bu filmleri kendi kaba hikayeleriyle (bazen de doğrudan o filmlerden aparttığı hikayelerle) harmanlayıp katmanlaştırmakta, böylece her şeyden alıp, o şeyleri sadece referans / gönderme / saygı duruşu olarak kullanarak özgün bir yapı elde etmekte. Ardında bıraktığı şahane yapımlarla da ölümsüzlüğüne yeni halkalar eklemekte.

Reservoir Dogs ile ilk filmini ve ilk başyapıtını dünyaya getiren Tarantino, o sıralar sadece belli bir kesim için ümit veren bir sinemacıyken, Reservoir Dogs’un da farkına varılmasını sağlayan, birçok şeye benzese de bütünü itibariyle benzersiz bir film olan Pulp Fiction şaheserine imza atmıştı. 70’ler blaxploitation kültüründen daha sakin bir suç örneği olan Jackie Brown yine olağanüstü bir sinema deneyimiydi ve gerçek bir olgunluk ürünüydü. İki filmden oluşan (tarihi henüz bilinmeyen üçüncüsünün de duyurusu yapılan) Kill Bill ile kanlı bir intikam epiğini bu defa western ve samuray disiplinlerinden devşirdi. Ama tutkunu olduğu grindhouse örneklerinden nemalanmış Death Proof ile de bence en kötü filmini çekmişti. Yıllar bizi bu defa Inglourious Basterds’a getirdi. II. Dünya Savaşı sırasında nazi Almanya’sının işgali altındaki Fransa’da geçen film, her haliyle bir Tarantino yapımına uzak görünüyordu.


Inglourious Basterds, özellikle çatışmayla sonuçlanan uzun taverna bölümüyle ve Hans Landa’nın yer aldığı her sahnesiyle leziz Tarantino emarelerine sahip olmasına rağmen, fantezilerini bu kadar doğrudan, hatta bazen ergence yansıtmasına alıştığımız Tarantino’nun sırf Avrupa tandansı elde etmek uğruna kendinden feragat ettiği anların sıklığı ve sıkıcılığı yüzünden tümüyle sevemediğim bir filmdir. Yabancısı olduğu böylesi bir tarihi Avrupa kahramanlığı üzerinden kurmaca biçimde nazilerden hunharca intikam alıp yürekleri soğutma basitliğinden çok, sözünü ettiğimiz köklerden dallanıp budaklanan suç kara komedileri ona daha çok yakışıyor. Özellikle de pekçok Tarantino hayranı onun bugüne dek onlarca eski kült ve klasikten feyz alarak çektiği sahnelerin kaynağına inip artık bir western çekmesini arzuluyordu. İşte Django Unchained, çekilmeye başlandığı duyulduğundan itibaren sinema dünyasının en çok merak ettiği filmlerden biri haline geldi. Şimdi Django Unchained sonrasındayız ve ilk söylenebilecek şey, Tarantino’nun o şaşmaz yöntemleri ve alamet-i farikalarıyla sinemaya kült adayı bir film daha eklediği.

İç Savaş’tan iki yıl öncesinde, 1858’de geçen film, Alman ödül avcısı Dr. King Schultz (Christoph Waltz) tarafından iki köle tüccarının elinden kurtarılan Django’nun (Jamie Foxx) Schultz ile anlaşmalı olarak özgürlüğünü kazanmasıyla başlıyor. Anlaşma gereği Django, Schultz’un ödül için aradığı ama neye benzediklerini bilmediği Django’nun eski sahipleri Brittle kardeşleri bulmasına yardım edecek, Schultz da hem Django’yu özgürlüğüne kavuşturacak hem de varlıklı toprak ağası Calvin Candie'nin (Leonardo DiCaprio) elinde bulunan karısı Broomhilda'yı (Kerry Washington) kurtarmasına yardım edecektir. Zamanla iyi bir ikili olduklarını anladıklarında ise beraber ödül avcılığı yaparlar. Ama Broomhilda'yı zalim bir zengin, Avrupa hayranı bir züppe, zenci dövüşü hayranı Candie’nin elinden almak kolay olmayacaktır.

Her ikisi de Oscar ödüllü Foxx ve Waltz’ın uyumuyla benimsemekte hiç zorlanmadığımız Django ve Schultz’un maceraları ilk bir saat tadına doyulmaz bir western ruhuyla sürerken, ikinci saatin başlarında Candie ve onun yalakalıkta sınır tanımayan kahyası Stephen'in (Samuel L. Jackson) de dahil olmasıyla daha farklı bir hal alıyor. Ama aldığı bu hal, filme zarar vermediği gibi hem oyunculuk yönünden filmin tadına doyulmazlığını ikiye katlıyor, hem psikolojik gerilimi arttırıyor, hem de Django’nun intikam motivasyonlarını biz seyircilerin gözünde daha da güçlendiriyor.


Django’nun özgür bir adam olarak geçmişinden aldığı intikam sekanslarıyla, kendine güveni zirve yapmış ödül avcısı Schultz’un soğukkanlı katil tavırlarını iç içe geçiren Tarantino, hep yaptığı gibi harika diyaloglarını art arda sıralıyor. Özünde kölelik bulunduğu için eline geçirdiği fırsatla köleliğin normal bir yaşantıya olan yabancılığına etkileyici dokunuşlar yapıyor, Ku Klux Klan’ı rezil ediyor, siyahların siyahlara ettiği zulümden dem vuruyor. Belki de Inglourious Basterds’da yapamadığı kadar “üstün ırk” anlayışını zeki hamlelerle tersyüz etmeye oynuyor. Candie özelinde zengin Amerikalı toprak sahiplerinin cehaletleriyle inceden kafa buluyor. Bir Alman olan Schultz’un kölelik karşıtı duruşunu, Alman ismine sahip ve Almanca konuşabilen bir siyah olan Broomhilda’yı kurtarmak için her türlü riski göze almasını Tarantino’nun Inglourious Basterds’tan ötürü gönül alma çabası olarak görenler olabilir. Hatta Alman efsanelerinden Brunhilde ve Sigfried’in aşklarını hikayesiyle örtüştürmesini de buna dahil edebiliriz. Fakat Django’nun Candie’ye “patronum birinin köpekler tarafından parçalanmasına alışkın değil” demesinin ardından Candie’nin “peki sen alışkın mısın” sorusuna verdiği “ben Amerikalılara ondan daha çok alışkınım” cevabı gibi zeki manevralar, 1800’lerdeki Amerikan köle düzeninin 100 yıl sonra zuhur edecek Alman faşizminden hiçbir farkı olmadığına vurgu yapar nitelikte.

Olmazsa olmaz Tarantino imzaları sayılan sonu çatışmayla biten uzun diyaloglar, işkence öncesi sohbetler, kötücül zekanın şüpheci yaklaşımıyla iyi tarafı sıkıştırarak yarattığı gerilim, sinema tarihindeki nice filme yapılan göndermeler ve spagetti sosu gibi akan kan Tarantino’nun sıkı dönüşünün işaretleri. Bunun yanında JFK, The Aviator ve Hugo ile üç Oscar’ı bulunan görüntü yönetmeni Robert Richardson’ın sağlam sinematografisi, kostümlerin ve çevresel detayların atmosfere katkıları, yine Tarantino’nun seçkisi şarkılardan oluşan görkemli müzikleri filmi daha yukarı taşıyan etkenler. Bruce Dern, Jonah Hill, John Jarratt ve 1966’da Django isimli westernin başrolünde oynamış efsanevi İtalyan aktör Franco Nero’nun cameoları (eski ve yeni Django’nun kısa bar sahnesine dikkat!), ve öldüğünü sandığım Don Johnson’ın kısa rolü de akıllarda kalan diğer unsurlar. Kendine biçtiği küçük rol ile de ne kadar matrak bir insan olduğunu tekrar hatırlatmak istemiş.


Jamie Foxx’un Django olarak önce bu rol için düşünülen Will Smith’ten çok daha iyi bir Django olduğu, alık alık bakacak bir Smith’ten çok daha manalı durduğu kesin. Ancak filmin gerçek yıldızı, ülkesinde yoğun bir oyunculuk kariyeri olmasına rağmen cümle alemin Inglourious Basterds’ta Oscar ve daha pek çok ödül kazandığı Hans Landa rolüyle tanıdığı Avusturyalı oyuncu Christoph Waltz. Tarantino’nun Schultz rolünü onun için yazdığı o kadar belli ki, Waltz’ın rahatlığı, doğallığı, inandırıcılığı her sahnesinde seziliyor. Leonardo DiCaprio ise belki de kariyerinin en parlak performanslarından biri olarak Cavin Candie rolüyle kötü adamlığı üzerine çok iyi oturtmakta. Özellikle at binmekte, kendi kıyafetini seçmekte ve pazarlıkta söz sahibi olmakta özgür bir siyah olan Django’ya Candie’nin bakışlarındaki hazımsızlık perdeye olağanüstü biçimde yansıyor. Sonradan oyuna dahil olan ve ortalığı iyice bulandıran Tarantino’nun favori oyuncusu Samuel L. Jackson da ustalığını konuşturuyor. Sonuç olarak yaşayan en değerli yönetmenlerden biri olan Quentin Tarantino, western beklentilerini kendi karakteristiği olan nostaljik referanslarla güçlendirerek müthiş bir intikam hikayesi sunuyor. Popüler sinema ile sanat filmleri arasında kendine belirlediği konumda daha nice hikayeleri perdeye aktarması dileğiyle.

13 Eylül 2013 Cuma

Planes, Trains & Automobiles (1987)


Yönetmen: John Hughes
Oyuncular: Steve Martin, John Candy, Laila Robins, Kevin Bacon, Dylan Baker, Carol Bruce
Senaryo: John Hughes
Müzik: Ira Newborn

İş gezisindeki reklamcı Neal Page (Steve Martin), işi bitince Noel’den önce evine ulaşmak için hemen yola çıkar. Ama şehir çok kalabalıktır ve havaalanına gitmek için bulduğu tek taksiyi şişman bir adama kaptırır. Geç de olsa havaalanına ulaşan Neal, orada taksisini kaptırdığı, duş perdeleri için halkalar satan gezgin satıcı Del Griffith’e (John Candy) rastlar. Daha sonra aynı uçakta yan yana oturan ikili bir anda uçakta sorun çıkmasıyla inerler. Her yer çok kalabalıktır ve eve ulaşabilmek için farklı yollar denemek zorundadırlar. Çok konuşmayan, tek isteği bir an önce eve gitmek olan Neal ve karısını kaybetmiş, hiç susmayan bir satıcı olan Del, türlü tesadüfler sonucu bu uzun yolculuğu beraber yapmak durumunda kalırlar.

2009 yılında hayata gözlerini yuman, The Breakfast Club, Pretty In Pink, Uncle Buck, Home Alone serisi, Baby's Day Out gibi filmlerin senaryosunu yazıp bunlardan The Breakfast Club ve Uncle Buck’ı yöneten John Hughes’un çektiği Planes, Trains & Automobiles, 80’lerin sevimli komedilerinden biri. Aile ve Noel temalı komedileriyle ünlü Hughes, bu özellikleri bir yol filminde buluşturarak büyük beğeni kazanmıştı. Karakter olarak birbirine zıt iki adamın birlikte yolculuk etmek zorunda kalmasını sağlamak için kendi komedi çeperlerinde beceriye sahip senaryo, işin içine bir miktar dram da serpiştirerek gücünü arttırıyor. Özellikle kendisine bulunmuş orijinal mesleğiyle Del Griffith karakterinin sinir bozucu, sevimli ve dramatik biçimde ete kemiğe dönüştürülmüş olması hayranlık verici.


İki benzemez karakterin birlikte yolculuk yapmak mecburiyetinde kalmaları, yolda başlarına gelen beklenmedik olaylarla aralarında adım adım sıcak bir dostluğun kurulmaya başlanması temalarından hareket eden ve benzerleri günümüzde bile halen çekilmeye devam edilen filmlerin öncülerinden olan Planes, Trains & Automobiles, bana göre komedi dalında çekilmiş en iyi yol filmlerinden biridir. Neal ve Del arasında sürekli yaşanan talihsizliklerin sebep olduğu iniş çıkışlar, ikili arasında geçen nefis diyaloglar ve finale doğru ivme kazanan dramatik hava, senaristlerin vazgeçemediği unsurlar olmuştur. Belki bu filmin öncesinde de o formüller vardı. Ancak bu formülleri hayata geçirip üzerine yenilerini koymada John Hughes’ün katkıları büyük. Tabii iki önemli komedyen John Candy ve Steve Martin’in uyumlarının da…

Normal olanın yeterince sıkıcı duruşuna sıra dışı bir renk katmak için karşısına konulan unsurun tam da Del Griffith gibi bir karakter olması, komedinin dozunu yer yer abartsa da, 9 Mart 1994’te kalp krizinden hayatını kaybeden usta komedyen John Candy’nin performansı filmi taşıyan en büyük etken. Öte yandan bir başka usta Steve Martin’in “normal” kanatta yer alması ve sevimli üçkağıtçı Del’in karşısına konması filmin normal ve absürt dengesini idare eden güvenilir bir kontrol mekanizması. Zira komik biçimde gittikçe içinden çıkılması zor bir hal alan yolculuğun, normal olanı bile dönüştürebilen farklı ruh haline bürünebilmesi esnasındaki duraklar çok önemli. Neal’in Del yardımıyla kısa süre de olsa kendi kimliğinden sıyrılıp tüm aksiliklere rağmen kendini iyi hissetmesi seyirciyi de rahatlatan bir unsur. Son olarak John Candy’nin canlandırdığı Del’in otel odasında içerken Neal’a söylediğinde saklı hüzne kulak verelim: “Biliyor musun, ölüp, gömülünce burada olduğumu kanıtlayacak tek şey düşmeyen duş perdesi halkalarıdır.”

8 Eylül 2013 Pazar

Big Nothing (2006)


Yönetmen: Jean-Baptiste Andrea
Oyuncular: David Schwimmer, Simon Pegg, Alice Eve, Natascha McElhone, Jon Polito, Mimi Rogers, Billy Asher Rosenfeld, Olivia Peterson
Senaryo: Jean-Baptiste Andrea, Billy Asher Rosenfeld
Müzik: Alan Anton

Fransız Jean-Baptiste Andrea’nın 2003’te yazıp yönettiği ilk filmi Dead End, bağımsız kara komedilere meraklı bir kesimin büyük ilgisini çekmişti. Özellikle fantastik filmlere kucak açan çeşitli festivallerden de ödüller kazanmıştı. Üç yıl sonra Billy Asher Rosenfeld ile birlikte senaryosunu yazdığı Big Nothing’i çeken Andrea, Dead End’deki içine girilmesi kolay olmayan karanlık / komik atmosferini biraz daha popülere yaklaştırarak çok akıcı bir suç kara komedisine adını yazdırıyor. Evli ve bir kız çocuğu babası üniversite öğretmeni Charlie’nin hafıza problemi nedeniyle okuldaki görevinden uzaklaştırılınca çaresizce başvurduğu çağrı merkezinde tanıştığı Gus ile yavaş yavaş büyüyen bir şantaja alet olmasından çıkış alan Big Nothing, fırlama garson Josie’nin de aralarına katılmasıyla zıvanadan çıkan bir soygun hikayesine dönüşüyor. Charlie’nin eşinin de yaşadıkları kasabanın şerifi olduğunu söylersek ortalığın nasıl karışabileceğini tahmin edebilirsiniz.

Kasabadaki internet şirketinin destek hattında çalışan üçkağıtçı Gus’ın porno sitelere giriş yapan bir rahibe şantaj yapmak için yaptığı plana, ailesinin geçimini sağlama konusunda sıkıntıları olan saf ve doğrucu Charlie’yi dahil etmesi zor olmuyor. Bir o kadar üçkağıtçı olan Josie’nin bu planı revize etmesiyle hem heyecan, hem de talep edilen 100 bin dolar katlanıyor. Basit gibi görünen planın beklenmedik aksiliklerle çığrından çıkması, işin içinde aslında 2 milyon doların yatıyor oluşu, sakarlıklar, beceriksizlikler, cinayetler, filmi hem içinden çıkılması güç ve aynı ölçüde komik bir girdabın içine sokuyor. Özellikle çekildiği 2006 ve civarı yıllarda hayli popüler olan bu tip suç komedilerinin en delişmen örneklerinden biri olan Big Nothing, adım adım yükselttiği temposunu sert sahnelere kattığı mizahla birlikte başarıyla götürüyor.


Karakterler arasında plan öncesinde, sırasında ve ellerine yüzlerine bulaşan sonrasında yaşanan diyalogların yarattığı vodvil havası, filmin seyir zevkini arttırıyor. Nasıl çözüleceği merak edilen düğümleri çözerken başvurulan yöntemler, tesadüfler, telaşla alınan komik kararlar, kahramanlarımızın yoluna çıkan Bayan Smalls, şerif yardımcısı Garman ve FBI ajanı Hymes gibi karakterler, kasabayı tehdit eden Oregon Mezarcısı ve Wyoming Dulu olarak isimlendirilmiş seri katiller ortalığı daha da ısıtıyor. Öte yandan beyin kabuğunda oluşan bir sinir sistemi bozukluğu sonucu iki yıl içinde tamamen boşalacak hafızası yavaş yavaş kaybolmakta olan Charlie’nin, hafızasını canlı tutmak için ezberindeki bazı istatistikler de senaryoya renk katıyor. Film içinde gerekli gördüğü anlarda Charlie’nin verdiği bazı bilgiler de şu şekilde:

* Her yıl, 65,000 şeker hastasında retina bozulması gözlemleniyor.
* Bir insan yılda ortalama 1140 telefon görüşmesi yapar.
* 35 ve 50 yaşlar arasında ortalama bir Amerikan çiftinin birikimi 15,256 dolardır.
* Işık hızıyla yolculuk etseniz bile en yakın yıldıza ancak 1460 günde ulaşabilirsiniz.
* Teorik olarak ancak ışıktan hızlı gidilirse zamanda geri gidilir.
* Rafine edilmemiş soğuk katranın akmazlığı 250,000 derecedir.
* Federal ajanların yüzde 89,9'u bir yalan makinesine yakalanmaz.

David Schwimmer, Simon Pegg ve Alice Eve oyunculuk yönünden filmi kapıp götürüyorlar. O kadar hengame arasında Charlie’nin suça eğilimli olmayan yapısını dramatize etmede Schwimmer’ın, yalanlarıyla herkesi tavlayabilecekmiş gibi duran Gus’ın saflıkla tekinsizlik arasında gidip gelen ruh halini yansıtan Simon Pegg’in, bir planı kısa sürede baştan aşağı değiştirebilen Josie’nin çenebaz kurnazlığına hakim Alice Eve’in çok iyi bir üçlü oluşturduğu görülüyor. Bu sayede suça ve suçluya olan yakınlaşmamızı cezalandırmak isteyen çözümlemeler, “insanı zengin yapan para değildir” şeklinde bir şeyleri toparlamaya çalışmalar, filmin herkesi memnun etmeyebilecek finaline sirayet ediyor. “Ne ekersen onu biçersin”, “su testisi su yolunda kırılır” gibi daha da uzatıp sıkıcı hale getirebileceğimiz bu sızmaların karşısına “dinsizin hakkından imansız gelir” demeyi de ekleyerek genele yayılan edepsiz tavrına hepten sırtını dönmemesi de filmin kötücül yanına sempati duyanları küstürmüyor denebilir. 2006’daki Big Nothing’den sonra uzun bir sessizliğe gömülen Jean-Baptiste Andrea’nın 2013 içinde Brotherhood Of Tears adlı Belçika / Fransa / Lüksemburg ortak yapımı bir gerilimle geri dönmeye hazırlandığını da ekleyelim.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Now You See Me (2013)


Yönetmen: Louis Leterrier
Oyuncular: Jesse Eisenberg, Mark Ruffalo, Woody Harrelson, Isla Fisher, Dave Franco, Mélanie Laurent, Morgan Freeman, Michael Caine, Michael Kelly, Common, José Garcia, David Warshofsky
Senaryo: Ed Solomon, Boaz Yakin, Edward Ricourt
Müzik: Brian Tyler

Daniel Atlas (Jesse Eisenberg), Merritt McKinney (Woody Harrelson), Henley Reeves (Isla Fisher) ve Jack Wilder (Dave Franco) adında farklı yeteneklere sahip dört sihirbaz, gizemli biri tarafından bir araya getirilerek bir mekanda buluşturulur. Bu buluşmadan bir yıl sonra Las Vegas’ta The Four Horsemen adıyla büyük bir gösteri yapan dörtlü, seyirciler arasından seçtikleri bir gönüllünün hesabının bulunduğu Paris’teki bir bankayı boşaltıp tüm paraları Las Vegas’taki seyircilerin kafasına yağdırarak dikkatleri üzerlerine çekerler. Ortada garip bir soygun olduğu için FBI ve Interpol de devreye girer. Sihire büyüye inanmayan FBI ajanı Dylan Rhodes (Mark Ruffalo), onları yakalayıp bir sonraki gösterilerine engel olmak istemektedir. Gönülsüz olarak birlikte çalışmak zorunda kaldığı Interpol ajanı Alma Dray (Mélanie Laurent) ve sihirbazların foyalarını meydana çıkarmakla ünlenmiş Thaddeus Bradley (Morgan Freeman) ile “Mahşerin Dört Atlısı”nın maskelerini düşürmek için çalışmalara başlar. Üstelik onlara yardım eden beşinci usta sihirbazın da varlığından haberleri vardır.

Önce filmin senaryosunu yazan üçlüye bakarsak Ed Solomon (Bill & Ted's Bogus Journey, Super Mario Bros., Men In Black, Charlie's Angels), Boaz Yakin (The Punisher, Dirty Dancing: Havana Nights, Prince Of Persia: The Sands Of Time, Safe) ve henüz ilk senaryosu bu film olan Edward Ricourt’u görüyoruz. Parantez içlerindeki bazı seçkilerden de anlaşılabileceği üzere ortada fazla ümitlenmemizi gerektirecek bir film yok. Yönetmen koltuğunda ise sırasıyla Unleashed, Transporter 2, The Incredible Hulk, Clash Of The Titans ve beşinci filmi Now You See Me’yi çeken Fransız Louis Leterrier oturuyor. Bu noktada da beklentileri dizginlemek gerektiği görülüyor. Oysa Now You See Me özellikle yıldız oyuncu kadrosuyla yılın en iddialı yapımlarından biri olarak lanse edildi. Hakkında yapılan eleştirilerde The Prestige, Inception, The Dark Knight (ki üçü de Christopher Nolan filmi) gibi ağırlık sahibi eksantrik suç yapımlarının isimlerinin geçmesi, filmin konusu ve vitrininin cazibesinden kaynaklanıyor. Ortada sürükleyici ama ağırlık sahibi olmayan, hatta senaryo beceriksizliğini farklı yöntemlerle kapatmaya oynayan bir film var.


The Prestige, bir sihir hilesini oluşturan Vaat, Dönüşüm ve Prestij aşamalarından bahsederek başlıyordu. Now You See Me ise “yaklaşın, çünkü ne kadar fazla gördüğünüzü düşünürseniz sizi kandırmak o kadar kolaylaşır” şeklinde açılış yaparak seyirciye meydan okuyan tavrını en başından belli ediyor. Her ne kadar “bakıyorsunuz ama tek yaptığınız anlamlandırmaya çalışmak” diye işin derininde yatan mantığı zekice dile getirse de, aslında birazdan sözünü edeceğim nedenlerden ötürü bu dile getirişi pratiğe dökme konusunda anlamsızca tezcanlı ve sıkıntılı. The Prestige’in sihirbazlık felsefesi ekseninde gelişen karakter odaklı dramatik gücünden eser olmadığını da bu tempodan anlıyoruz. Leterrier daha çok rahmetli Tony Scott’ın baş döndüren video klip tarzındaki kurgusuna öykünen şatafatlı bir anlatımı benimsiyor. Bunun nedeni de David Copperfield görkeminde gösteriler sunma çabası elbette. Orijinal gösteriler ve fikirler yok değil. Ancak onlara prestij katma konusunda hiç de becerikli değil bana göre.

Now You See Me’nin “bakıyorsunuz ama tek yaptığınız anlamlandırmaya çalışmak” diye büyük laflar etmesini bir meydan okuma olarak algılamamızın önüne geçen ise, kendi sihirlerini anlamlandırmaya çalışırken başvurduğu yöntemler. Bir anlamda kendi kazdığı çukura düşen film, şapkadan tavşan çıkarmayı tersine çevirip, tavşandan şapka çıkarmaya kalkarken gereğinden fazla risk alıyor. Bu yüzden işi beceriye değil, büyük oranda şansa bırakmış oluyor. Bu, “bana bir renk söyle” dediğimiz 10 kişiden kaçının “kırmızı” diyebileceğine ya da hızla kaydırılan bir deste içinden 10 kişiden kaçının aynı kartı seçebileceğine dayalı bir şans olabilir. Ama izlediğimiz her şeyin büyük planın bir parçası olması nedeniyle alınan riskler ve işi şansa bırakmalar, sihirbazlık temalı bir filmde bile fazla kaçıyor. Senaryonun adeta bir plan manyağına dönüşmesiyle ve bu planları hiç de mantıklı olmayan zeminlere oturtmaya çalışmasıyla var olan güvenilirliği de kalmıyor.

Filmin değindiği belki de dişe dokunur tek nokta, kendini sihirbazları ve onların sihir numaralarını açık etmeye adamış Thaddeus Bradley üzerinden altı çizilen bir gerçek olsa gerek. Ona göre son beş yılda canlı sihirbazlık gösterilerini izlemeye giden 1.6 milyon kişiye rağmen, aynı zaman dilimi içerisinde onun sihirbazlık hilelerini deşifre eden beş milyon DVD’sinin satılmış olması gibi bir veri kurgusal da olsa gayet mantıklı. Böylece bilmeye duyulan isteğin, aldatılmaya duyulandan daha fazla olduğuna dair bir cümle gayet şık duruyor. Özellikle artık gerçeklerin, hele de sürpriz “Beşinci Element”in bir bir ortaya çıkmaya başlamasıyla seyircinin bilmeye duyduğu talep karşılanmaya çalışılıyor. Ama kendi adıma gerek o hilelerin, gerekse dörtlünün azmettiricisi beşinci sihirbazın (ve onun geçmişe dayalı intikam soslu uzun vadeli planının) detayları final dakikalarında açığa çıktıkça izlediğim şeyin bir zaman kaybı olduğuna dair kaygılarım da arttı.


Beşinci sihirbaz meselesinde de ciddi arızalar mevcut. Bir kere o sihirbazın kast içinden biri olduğunu söylemek spoiler sayılmaz. Böyle durumlarda asıl maharet gizlediğin kişi değil, onu finale dek nasıl gizleyebildiğin olsa gerek. Ama bunu idrak edememiş senaristler, bu tip vakalarda akla ilk gelen The Usual Suspects’in matematiğine amatörce yaklaşarak gizemli sihirbazımızı uygun denklemlerle değil, resmen üzerine ucuz bir kapüşon giydirerek saklıyorlar. Onun film içindeki bazı tutarsız hareketlerini bu senaristlerin bile doğru dürüst açıklayabileceğini sanmıyorum. Tıpkı Merritt’in ayaküstü hipnoz saçmalıklarını veya Jack Wilder’ın FBI’ın elinden kaçtığı aksiyon bölümlerinin perde arkası açıklamalarını olduğu gibi, bu filmin Kayser Soze’sinin sırf  seyirciyi kandırmak için kendini bile kandırdığını hazmetmek kolay değil.

Louis Leterrier’in, filmin dramatik yoksunluğundan dolayı meydanı boş bulmasıyla teknik anlamda yüksek tempolu bir gişe tavrı benimsemesi gayet normal ve çoğu zaman bu amacına ulaşıyor. Bu zaten Mitchell Amundsen ve özellikle Zack Snyder’ın has adamlarından Larry Fong (300, Watchmen, Sucker Punch) gibi iki görüntü yönetmenini arkasına almış olmasından anlaşılabilir. Tecrübe abidesi Brian Tyler’ın müzikleri filmin artılarından. Morgan Freeman ve Michael Caine gibi ustaların sırf vitrin cazibesi yaratmak için filmi şereflendirdikleri açık. Zaten filmin hedefine kilitlenmiş mekanik ve oyunculuk açısından ruhsuz yapısı dahilinde kimseden Oscar performansları beklenmiyor. Ezberiniz iyiyse ve o ezberi makineli tüfek hızında kameraya bakmadan yapabiliyorsanız birgün Hollywood’da başrol alabileceğinizin canlı kanıtı olan Jesse Eisenberg'i ve Woody Harrelson’ı tekrar bir arada görünce film bittiğinde keşke bunun yerine Zombieland’i tekrar izleseydim diye düşünmedim değil.