30 Haziran 2022 Perşembe

Le tout nouveau testament (2015)

 
Yönetmen: Jaco Van Dormael
Oyuncular: Pili Groyne, Benoît Poelvoorde, Catherine Deneuve, François Damiens, Yolande Moreau, Laura Verlinden, Serge Larivière, Didier De Neck, Marco Lorenzini, Romain Gelin, Johan Heldenbergh
Senaryo: Thomas Gunzig, Jaco Van Dormael
Müzik: An Pierlé

Senaryosu Thomas Gunzig ve Jaco Van Dormael'e ait olan, Jaco Van Dormael'in yönettiği Le tout nouveau testament (The Brand New Testament) adlı filmde Tanrı erkek suretinde, Brüksel'de eşi ve kızı Ea ile yaşıyor. Eşi ve çocuğuna çok kötü davranıyor, odasındaki bilgisayarla insanların hayatını acımasızca kontrol ediyor. Karısını sürekli aşağılayıp, odasına girdi diye Ea'yı dövüyor. Kaba, ilgisiz, huysuz, ruhsuz babasının davranış bozukluklarından bunalan Ea, bir gün onun odasının anahtarını alıp bilgisayarını karıştırıp insanların ölecekleri günleri cep telefonlarına göndererek ifşa ediyor. Evi terk etmeye karar veren Ea, babasının odasındaki bir çekmeceden seçtiği 6 kişiyi kendine havari yapmak için çamaşır makinesindeki gizli geçitten geçerek bu insanları ziyaret etmeye başlıyor. Bu absürt konuyu alegorik bir zeminde, sık sık Jean-Pierre Jeunet'nin Amélie'si tadında işleyen Dormael, başlangıçta derme çatma, takibi zor bir üslup benimsemiş gibi görünse de, zamanla hem kendini toparlayıp yumuşatıyor, hem de bu üslubu zenginleştirerek seyirciyi alıştırıyor. Ea'nın rastgele seçtiği 6 havari adayının sırayla tanıtılmaya başlanmasıyla ritmini ve tonunu kontrol altına alan film, bu farklı hikayeler bünyesinde söyleyeceklerini, mesajlarını, eleştirilerini ustalıkla yerleştirebileceği özgür alanlar yaratıyor.

Küçükken metroda geçirdiği kazada sol kolunu kaybeden güzeller güzeli Aurélie, sıkıcı işlerde çalışmaktan yorulmuş, hayatında yeni bir anlam isteyen ve bu anlamı parktaki bir kuşun peşine takılarak bulmaya çalışan 60'ına merdiven dayamış Jean-Claude, küçükken gördüğü bir Alman kızdan çok etkilenip hayatı boyunca kadın bedenine zararsız bir tutkuyla hayranlık duyan Marc, hem hayat sigortası satan, hem de bir suikastçi olan François, varlıklı hayatından, ilgisiz kocasından sıkılan ve bir sirkte gördüğü dev gorile aşık olan Martine ve son olarak 54 günlük ömrü kaldığını öğrenince kız olmak isteyen ortaokul öğrencisi Willy, Ea'nın rastgele seçtiği havariler. Dünyaya indiğinde ilk karşılaştığı yaşlı evsiz Victor'ı da Yeni Ahit'i yazması için ikna eden Ea, bu insanları tek tek ziyaret ederek onları tanımaya çalışıyor. Doğduğundan beri Tanrı babası ve annesinden başka kimseyi görmediğinden onlara ölümlü yaşamla ilgili masum sorular soruyor, kulağını onların bedenlerine koyarak bu insanların "müziklerini" duyuyor, bazılarına rüyalar hazırlıyor vs... Hristiyan öğretilerinden, İncil'deki hikayelerden hareketle böylesi fantastik bir dünya, birbirinden ilginç karakterler ve onların mizahla karışık melodramlarından katmanlı bir senaryo yaratan Thomas Gunzig ve Jaco Van Dormael, beklenmedik bir Tanrı, Tanrıça, (kısa bir sahne de olsa oğulları İsa) ve en önemlisi zoraki de olsa bir aydınlanma/aydınlatma yolculuğuna çıkan kızları Ea tasarımlarıyla eğlenceli olduğu kadar güçlü alt metinler barındıran bir filme imza atıyorlar.


Yaşam, ölüm, yalnızlık, iletişimsizlik, aile, gerçek aşk, cinsel kimlik gibi pek çok konuya irili ufaklı dokunuşlar yapan film, saçma sapan bir Tanrı tarafından dışarısıyla fiziksel bağlantısı kopuk bir apartman dairesinden idare edilen dünya tasviriyle başlayıp, evden kaçarak dünyaya inen Ea ve onu geri götürmek için peşinden gelen Tanrı arasındaki mücadeleyle sürüyor. Aslında bu mücadele, havariler konusu sebebiyle ikinci planda kalıyor. Belki sadece baba - kız arasındaki kovalamacayla da bambaşka bir senaryo ortaya çıkabilirdi. Fakat Ea'nın rastgele seçtiği, tüm insanlar gibi kendi ölüm tarihlerini öğrenmiş olan 6 havarinin teker teker ele alınmasıyla yolunu çizen film, mizah ve dram arasında kurduğu güçlü dengeyle asıl kimliğini buluyor. Aslında karakter bolluğu sebebiyle kolayca dağılabilecek bu yapı, kurgu becerisinin de katkısıyla ortak bir rota üzerinde kalmasını biliyor. Bu kararlılığın en belirgin özelliği filmin tonu. Mizahın hep bir adım geriden geldiği, ama melankolinin hep bir adım önde olduğu bu ton, ölüm tarihini önceden bilmenin hüznünü çok iyi yansıtan bir ton. Yine de bu melankoli bile filmin ciddiyete olan uzaklığıyla arasındaki mesafeyi hep koruyarak kendini bu fantastik kurguya ezdirmiyor. Mesela yaşayan efsane Catherine Deneuve'ün canlandırdığı Martine'in çaresiz yalnızlığındaki gerçeklik ile, onun dev bir gorilde bulduğu aşkın absürtlüğü birlikte gayet iyi geçiniyor. 

Bağımsızlığını ilan ederek teker teker havarilerini toplayan (işini gücünü bırakıp kuş sürülerinin götürdüğü yere giden Jean-Claude hariç), bir yandan da Victor'a "Yepyeni Ahit"i yazdıran Ea, ölümlü dünyaya karşı donanımsızlığıyla, insan yaşamına dair sevimli cehaletiyle, çocuk kalbiyle bile bize anlatılmış tüm peygamberlerden daha ideal bir duruşa sahip. Mesela İsa'nın annesine karşı kabalığı, havarilerinin ailelerini terk edip kendisini izlemelerini istediği bilinir. "Kim ailesinden, hatta kendisinden nefret etmiyorsa, o benim havarim olamaz" demiştir. Yeni Ahit'in ahlaki öğretileri, tam bir zalimlik abidesi olan Eski Ahit'e göre daha iyiydi. Ama "İlk Günah" (yasak elmanın yenmesi sonrası cennetten kovulma ve ömür boyu cezalandırılma) ve "Kefaret" (buradaki "ödeme" işkence ve infaz görmek suretiyle Tanrı'ya yapılan ödemedir) görüşleri Eski Ahit'i bile gölgede bırakacak zalimlikler taşır. Film doğrudan bir din eleştirisinde bulunmuyor görünse de, esasen tüm duruşu septik bir gövdeden ibaret. Babası olan Tanrı'nın evinden kaçıp dünyaya gelmesi, peşinden gelen Tanrı'nın güçlerinin bu dünyada kaybolması, kader denilen ve asla değişmediği kabul edilen alın yazılarının aslında değiştirilebileceği gibi serbest uyarlamalar, yüzyıllar içinde dini kaidelerin, kutsal kitapların da insan elinde bu tür serbest uyarlamalara maruz kaldığının bir yansıması adeta. Ne var ki bu film, kendi uyarlamasıyla bir sanat formu olarak seyircisine iyi vakit geçirtmek gibi basit ve zararsız bir misyon üstlenirken, din tüm insanlığı günahlarla, yasaklarla terbiye etme densizliğini yüzyıllardır ulvi bir misyon gibi göstermeye çalışan (ve bunda başarılı olan) bir uyarlamalar yığını.


Thomas Gunzig ve Jaco Van Dormael'in alterrnatif yeni ahit yolculuğu, sadece yolculuktan ibaret olsaydı belki yol almakta bazı sıkıntılar çekebilirdi. Oysa havariler ve onların ne zaman öleceklerini öğrenmelerinden, Ea'nın onları ziyaret etmesinden itibaren çok daha genişleyen, çiçek gibi açılan bir senaryoyla karşılaşıyoruz. Her biri birer film veya dizi potansiyeli taşıyan 6 havarinin teker teker tanıtılması, filme karakterini veren o mizahi melankolinin yavaşça pişmesini, olgunlaşmasını sağlıyor. Bu karakter bolluğunu gayet iyi idare eden senaryo, her karaktere kendi alanlarını açıp gereken önemi verdiği için, zaman zaman karışık kurguyla tekrar her birine geri döndüğünde onlara karşı bir yabancılık hissettirmiyor. Bütün gün evindeki özel odasında bulunan bilgisayarda kullarının kaderlerini tayin eden, "Evrensel Istırap Kanunları" yazan, türlü felaketler tasarlayan, ama Ea'yı bulmak için dünyaya gittiğinde tüm güçlerini kaybedip sıradan bir ölümlüye dönüşen, Benoît Poelvoorde'nin başarıyla canlandırdığı karikatürize Tanrı'dan da anlaşılacağı üzere, Gunzig ve Van Dormael'in senaryosu da asırlar önce yazılmış olsa pekala kutsal kitap hikayelerinden biri olabilecek kadar absürt ve masalsı. Benoît Poelvoorde, Catherine Deneuve, François Damiens, Yolande Moreau gibi tecrübeli isimlerin yer aldığı oyuncu kadrosu, parlak senaryo sayesinde başrolün üstesinden gelen sevimli Pili Groyne etrafında kenar süsü değil, filmin önemli parçaları haline geliyorlar. Fantastik fikirlere düşkün Jaco Van Dormael kariyerinde Mr. Nobody ile birlikte önemli bir yere sahip Le tout nouveau testament, kabaca Tanrı ve din temelli bir konu üzerinde şekillense de, özünde insan olmanın ve hayatının önemine dair farklı suretler sunarak ve onları yorumlayarak yükselen bir film.

25 Haziran 2022 Cumartesi

L'événement (2021)

 
Yönetmen: Audrey Diwan
Oyuncular: Anamaria Vartolomei, Kacey Mottet Klein, Luàna Bajrami, Louise Orry-Diquéro, Sandrine Bonnaire, Anna Mouglalis, Pio Marmaï, Fabrizio Rongione, Eric Verdin 
Senaryo: Marcia Romano, Audrey Diwan, Annie Ernaux
Müzik: Evgueni Galperine, Sacha Galperine

Fransa’da henüz kürtajın yasal olmadığı 1963 yılında, istenmeyen hamileliğini bitirmeye çalışan bir genç kadının hikâyesini anlatan L'événement, istediği okulu kazanıp yaşadığı küçük şehirden çıkabilmek için sınavlara hazırlanan, bir yandan da ebeveynlerinin işlettiği kafede çalışan Anne'i mercek altına alıyor. Gittiği doktordan hiç beklenmedik bir şekilde hamile kaldığını öğrenince yasal olmadığı için gizlice kürtaj olabilmek için çeşitli yolları deneyen, yardım istediği kişiler tarafından dışlanan Anne'in hayata tutunma çabası, Annie Ernaux'nun romanından uyarlanmış. Marcia Romano ve Audrey Diwan'ın senaryo haline getirdiği, ikinci uzun metrajı olarak Audrey Diwan'ın yönettiği L'événement, Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ve FIPRESCI ödülleriyle dönen etkileyici bir dram. Filmin en belirgin özelliği, benzer temalı filmlerin sıkça başvurdukları yöntemlerden farklı olarak Anne’in yaşadıklarını yargılamadan, karakterin kendisine daha fazla odaklı olarak ele alması. Ayrıca kürtaj olgusunu, daha doğrusu kürtaj karşıtlığını, adeta etrafına korku salan görünmeyen bir canavar gibi resmetmesi de filmin itici güçlerinden biri.

Kürtajın bu kadar korkulan bir mesele olmasının kökeninde bir "can"a son vermenin vicdani rahatsızlığı yatar. Bu rahatsızlığı da "günah" kelimesinden başka bir şey bilmeyen din icat etmiştir. Gerçi filme dayanarak Annie Ernaux'nun romanında dine yönelik bir eleştiri göremiyoruz. Romanın satır aralarında belki vardır. Fakat yüzyıllar boyunca nesilden nesile işlenen hamileliğin sonlandırılmasının günah olduğu fikri, cinayet işlemiş olmakla eşdeğer tutuldu, tabulaştırıldı, dokunulmazlaştırıldı. Bilim insanı  Profesör Richard Dawkins, The God Delusion adlı kitabında "Embriyo acı çeker mi?" sorusuna kendi yorumuyla şöyle cevap veriyor: "Muhtemelen embriyo, henüz bir sinir sistemi sahibi olmadan önce alınırsa acı çekmez. Eğer bir sinir sistemi sahibi olacak kadar zaman geçmiş olsa bile (ki bu embriyo bir "insan" olduğu için acı çekiyor değildir), örneğin bir mezbahada can veren yetişkin bir inek kadar acı çekmediği kesindir. Hamile bir kadın, kürtaj olmadığı için acı çeker mi? Bu bir hayli olasıdır ve embriyonun bir sinir sistemi olmadığı düşünüldüğünde, annenin yeterince gelişmiş sinir sisteminin seçimi yapacak olan kişi olması gerekli değil midir?" İşte bu seçimi yapan Anne, o görünmeyen canavarın pençesine düşerek normale dönme mücadelesi vermeye başlıyor.


Üniversite hedefi, gelecek planları, önünde yaşanacak güzel yılları olan Anne, hamile olduğunu öğrendiği andan itibaren bu hamileliği istemediğini paylaştığı doktoru, sonra da arkadaşları tarafından dışlanmaya başlıyor. Hatta gittiği başka bir doktor onu adeta kovarcasına başından savıyor. Günümüzde bile bazı çevrelerce (çoğunlukla dindar çevrelerce) "günahkar", "fahişe", "katil" gibi sıfatlarla tanımlanan kürtaj yaptırmak isteyen kadınların yaşadıkları ortadayken, 60'lı yıllarda bunları yaşayan Anne'in yorumlanışında çok dengeli bir tavır görüyoruz. Bu denge, Audrey Diwan'ın Anne'i bir ibret vesikası gibi göstermek yerine, sadece onun bu hamileliği istemeyen bir birey olduğunu anlatma niyetiyle sağlanıyor. Aslında bunu yaparken seyirciye de bir ayna tutulmuş, bu konu hakkındaki hisleri test edilmiş oluyor. Şöyle ki, zaten Anne'i bir günahkar veya ibretlik bir genç kız olarak görmek isteyenlerin fikri değişmeyecektir. Fakat bu sabit fikirliliğe saplanmak istemeyen, Anne ile film sınırları içinde bir bağ kurmayı başaran seyirci, onun ailesiyle, arkadaşlarıyla, okuluyla olan rutin ilişkilerini, geceleri dışarı çıkıp arkadaşlarıyla eğlenmek, dans etmek, sevişmek istemesinin normalliğini izledikçe onu üç boyutlu bir karakter olarak görecektir. İşte Diwan, görmek isteyenlere bu dengeyi sağlıyor. İstemeyenler ise Anne'in film boyunca yaşadığı fiziksel ve psikolojik mücadelelerden "su testisi su yolunda kırılır" "kendi etti, kendi buldu" sonuçlarından başka bir şey çıkaramaz.

Film her ne kadar "babası kim", "nasıl davranacak", "Anne'in fikri değişecek mi" gibi soruları cevaplasa da, asıl amacı bunları cevaplamak değil, Anne'in bu süreçte hafta hafta yaşadığı sıkıntıları hayatının normal akışıyla birlikte göstermek. Diwan, kamerasını 5 saniye bile Anne'den ayırmadan bizi adeta onun hayatına, ruh haline hapsediyor. Baş karakter ile bu kadar bir bütünleşme kurulduktan sonra onun yediği bir tokat, ona söylenen bir cümle, onun panikle karışık gerginliği, onun dışlanmışlığı seyirciye çok daha etkili biçimde geçiyor. Anne'in erkek arkadaşlarının, hele de kürtaj kararını paylaştıktan sonra en iyi arkadaşları olan Hélène ve Brigitte'in tutumlarının yarattığı nüanslar bu etkiyi güçlendiriyor. Özellikle Brigitte'in riyakarlığı ve Hélène'in sırrını açma ihtiyacı hissetmesi, en iyi diyebileceğimiz arkadaşlıkların bile bir kırılma noktasından sonra gerçek yüzünü gösterebildiğine dair gerçekçi bir bakış sunuyor. Yine de filmdeki herkes ve her şey, kürtaj özelinde Anne'in kendi bedenine ait kararı kendisinin vermesi sonrasında yaşadığı gerilimli ve dramatik sürece hizmet ediyor. Bu kararın en temel haklardan biri olması gerektiğinin altı, gerekirse rahatsız edici sahnelerle bile olsa çizilmeli çağrısı yapıyor. Fransa'nın Oscar'ı kabul edilen César Ödüllerinde umut veren oyuncu ödülü kazanan Romanya doğumlu 23 yaşındaki Anamaria Vartolomei'nin gücünü büyüleyici güzelliği kadar sadeliği ve doğallığından alan performansı L'événement'i değerli kılan en önemli unsurlardan biri.


Hayırsever faaliyetlerinden ötürü 1979 yılında Nobel Barış Ödülü verilen meşhur Rahibe Teresa "barışın en büyük düşmanı kürtajdır" derken tam olarak ne demek istiyordu anlamak mümkün değil. Ama bunu diyen biri, tecavüz veya ensest sonucu hamile kalan ya da 5-6 çocuktan sonra daha fazlasını istemeyen kadınların ruh halini anlayamayacak kadar barış (!) düşkünü olsa gerek. Florida 'da 1994 yılında bir peder olan Paul Hill, bir pompalı tüfekle, Dr. John Britton'ı ve korumasını kliniğinin önünde öldürdü. Bunu "masum bebeklerin" gelecekteki ölümlerini engellemek için yaptığını söyleyerek polise teslim oldu. Dr. Britton, her şeye rağmen kürtajı son çare olarak gören ve kadınlara bu kararlarını iyice düşünmelerini öğütleyen ilkeli bir doktordu ve yerine geldiği doktor da katledildiği için koruması ve çelik yeleği vardı. İdam cezasına çarptırılan Hill ise kendini bir şehit olarak görerek infaz edildi. Bu ve buna benzer çeşitli örnekler, rahip ve rahibelerin, aslında bütün din kurumlarının ve dindarların hayatımıza musallat ettikleri yasak ve günahlardan oluşan ikiyüzlülükleri bir virüs gibi nesilden nesile aktarmaları sonucu yol açtıkları tuhaflıkları yansıtıyor. Bırakın ölmeyi, acı bile çekmeyen embriyoyu sonlandırmayı bir insan öldürmeyle eş tutan bu yobaz zihniyet, her fırsatta cihat çağrıları yapan, canlı bomba ile onlarca insanın öldürülmesine şehitlik payesi biçen bir karaktere sahip. İşte L'événement, hatta öncesinde Cristian Mungiu filmi 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile ve Eliza Hittman imzalı Never Rarely Sometimes Always gibi yargılamayan, parmak sallamayan, meselesinin arkasında güçlü ve cesur biçimde duran filmler, hele de yalın bir sinema diliyle işleniyorsa iz bırakmaları hiç de zor olmuyor.

14 Haziran 2022 Salı

Son Of Rambow (2007)


Yönetmen: Garth Jennings
Oyuncular: Bill Milner, Will Poulter, Jessica Hynes, Jules Sitruk, Ed Westwick, Neil Dudgeon
Senaryo: Garth Jennings
Müzik: Joby Talbot

80’li yıllarda aynı okulda okumakta olan Will ve Lee’nin tanışmaları ve hayranı oldukları First Blood filminin devamı niteliğinde bir film çekmeye çalışmalarını konu alan Son Of Rambow, İngiliz Garth Jennings’in 2005 yılında çektiği The Hitchhiker's Guide To The Galaxy’den sonraki yeni filmi. Kendisi aynı zamanda olağanüstü R.E.M. klibi Imitation Of Life’ı da çeken kişiymiş. Temelde sıcak bir dostluk öyküsü olan Son Of Rambow, geleceğin yıldız adayları arasında görülebilecek iki süper çocuk olan Bill Milner ve Will Poulter’ın keyif veren performanslarıyla güzelleşen, eğlenceli sahneleri yanında özellikle sonlara doğru yoğunlaşan dokunaklı anlatımıyla kırılgan bir yapıya da sahip aynı zamanda.

Hiç görmediği babasını, çok sevdiği First Blood filmindeki Rambo ile özdeşleştiren, onun bir korkuluk içinde hapsolduğunu ve birgün onu kurtaracağını hayal eden Will’in bu hayalini gerçekleştirecek olan kişi ise, herkesin yaka silktiği okulun haylaz öğrencisi Lee oluyor. Bir balık kadar saf ve iyi niyetli Will’i kendi çıkarları doğrultusunda kandırıp kullanan Lee, ağabeyinden aşırdığı kamerasıyla çekmek ve amatör bir yarışmaya sokmak istediği filminde şantaj yaptığı Will’in kendi dublörü olmasını istiyor. Çekimler ilerledikçe filmin konusu da Will’in babası Rambow’u korkuluğun içindeki hapisaneden kurtarma macerası yönünde değişiyor. Bu süreç zıt karakterlerdeki Will ve Lee’yi yavaş yavaş yakınlaştırmaya ve kan kardeşi olmalarına kadar götürüyor.


Çocuklar bu hayal aleminde yaşarken dışarıda yüzleşmek zorunda oldukları gerçekler var. Annesi, hasta büyükannesi ve küçük kızkardeşiyle yaşayan Will, annesinin ve dolayısıyla kendilerinin de mensubu olduğu Brethren adında yobaz bir tarikata bağlanmışlar. Bunun getirdiği yasaklarla boğuşmak zorunda kalan Will için (ki mesela TV seyretmesi yasak olduğundan okulda bütün sınıf belgesel izlerken dışarı çıkmak zorunda kalıyor), başına buyruk, serseri ruhlu, yalancı, hırsız Lee ve onun film projesi tam bir kurtuluşu temsil ediyor.

Ama öte yandan Lee için de hayat göründüğü kadar kolay değil. Ebeveynleri İspanya’da olan, ilgisiz ağabeyi ile huzurevi + kaçak eşya deposu karışımı bir yerde yaşayan Lee için de çekeceği bu filmin taşıdığı anlam, Will için taşıdığından pek farklı değil. Tüm bunların yanında, bir otobüs dolusu Fransız öğrencinin ziyaret ettiği okulları Didier isimli kitsch bir çocuk tarafından şenlendirilince ve çektikleri film okulda gittikçe popülerleşmeye başlayınca beraberinde sorunlar da geliyor. (Son sınıfların serbest etüdü sahnesine dikkat!) İlginç biçimde filmin son yarım saatinde fark ettim ki, aslında oraya gelene dek film birçok şeyi derme çatma anlatmış veya bilerek küçük kırıntıların son düzlükte toplanmasını istemiş. Bunda başarılı da olmuş sayılır. Sahip olduğu tüm sorunları dokunaklı biçimde çözmesini becermiş, “80’lerde çocuk olmak” teması dahilinde sevimli olduğu kadar hüzünlü de bir film haline gelmiş.

9 Haziran 2022 Perşembe

Limbo (2021)

 
Yönetmen: Soi Cheang
Oyuncular: Ka-Tung Lam, Yase Liu, Mason Lee, Hiroyuki Ikeuchi
Senaryo: Kin-Yee Au
Müzik: Kenji Kawai

Çinli roman yazarı Lei Mi'nin Wisdom Tooth adlı romanından uyarlanan Limbo'nun senaryosu Kin-Yee Au'ya, yönetmenliği ise Soi Cheang'a ait. Kurbanlarına türlü eziyetler ettikten sonra ellerini kesen vahşi bir seri katilin peşindeki polis akademisinden birincilikle mezun olmuş genç Will Ren ile kıdemli Cham Lau'nun macerasını izlediğimiz film, konu olarak türe hiçbir yenilik ve farklılık getirmiyor. Uyuşturucunun etkisindeyken Cham Lau'nun karısına çarpan, hapisten çıkınca da Cham Lau'nun intikam için peşine düştüğü Wong To ile dramatik yoğunluğunu arttıran Limbo, her şeye rağmen kasvetli, yağmurlu atmosferi, siyah beyaz görüntü kalitesi ve özenli setleriyle kendi çapında fark yaratmaya çalışan bir yapım. Benzerlerine nazaran pek de zekice olmayan ama gizemli cinayetler serisi içine Cham Lau ve Wong To'nun aralarındaki arızalı geçmişi de katması, hatta giderek onu en önemli parçalarından biri yapması da filmi çok fazla yükseltmiyor. Aynı zamanda bir roman uyarlaması olduğunu gösteren konu derinliğine, karakter ve olay analizine dair dişe dokunur bir genişliğe sahip olduğu da pek söylenemez. En azından filmin kendisinden metinsel olarak böyle bir edebi yetkinlik alamıyoruz. Ancak her şeyden evvel belli bir atmosfer becerisi gösterdiğinden seyir zevkini arttırıyor. Şehrin modern görüntüsüyle salaş arka sokaklarının yarattığı tezatlığın fonunda heyecan verici takip ve kavga sahneleriyle aksiyon/gerilim yönünden çarpıcı anlar mevcut.

Filmin üç ana karakteri de kendi klişeleri dahilinde hikayede paylarına düşen rollerin dışına pek çıkarılmıyor. Çaylak ve kıdemli polis uyuşmazlığı biraz da hızlandırılmış biçimde halledilirken, kıdemli polis Cham Lau ile suça bulanmış Wong To arasındaki affetme/affedilme çatışması filmin sivri uçlarından biri haline getirilmeye çalışılmış. Özellikle genç bir kız olarak Wong To'nun bitmek bilmeyen çilesi onu sık sık iki polisin de önüne çıkarıyor. Senaryonun bir türlü rahat yüzü göstermediği Wong To'nun akıbetinin ne olacağını bilmemiz bile bu sürecin mayınlı bölge halini engellemiyor. Yine de bilmesek çok daha iyi olurdu. Bunu bilmemizin sebebi ise filmin final bloğunda yaşanan bazı olayları en başta göstermesi ki, son derece gereksiz bu kurgu oyunu filme önemli miktarda kan kaybı yaşatıyor. Oyunculuk yönünden de en başarılı kişi, Wong To'yu canlandıran Yase Liu ki bu performansıyla haklı olarak Hong Kong Yönetmenler Birliği ve Hong Kong Eleştirmenler Birliği en iyi kadın oyuncu ödülleri almış. Dünya prömiyerini 71. Berlin Uluslararası Film Festivali'nde yapan, 2021 Asya Film Festivali'nden prodüksiyon tasarımı ve ses dallarında iki ödül alan, ama ülkesi Hong Kong Film Ödüllerinde de aday olduğu 14 daldan eli boş dönen Limbo, seri katil türüne yeni bir soluk olmasa da, siyah beyaz uyumunu iyi kullanmış, salaşlığından belli bir estetik yaratmış, kan, çamur ve yağmur içinde bir aksiyon, gerilim, dram karması. 

2 Haziran 2022 Perşembe

Rapt (2009)

 
Yönetmen: Lucas Belvaux
Oyuncular: Yvan Attal, Anne Consigny, André Marcon, Françoise Fabian, Alex Descas, Michel Voïta, Marc Rioufol, Patrick Descamps, Sarah Messens, Julie Kaye
Senaryo: Lucas Belvaux
Müzik: Riccardo Del Fra

Büyük bir endüstriyel şirketler grubunun başkanlığını yapan, evli ve iki kız sahibi varlıklı iş insanı Stanislas Graff birgün evinden çıktıktan sonra organize şekilde kaçırılır. Onu bilinmeyen bir yere getiren maskeli adamlar bir parmağını keserek fidye talepleriyle birlikte ailesine gönderirler. Adamlar Graff'ın özgürlüğü karşılığında 50 milyon euro istemektedirler. Metresi, pahalı zevkleri, yüklü kumar borçları bulunan Graff'ın bu gizli ve hızlı yaşamı ifşa olup kamuoyunda da olay yaratır. Fidyeyi fazla bulan şirket grubu polisle işbirliği yaparak Graff'ı kurtarmanın yollarını aramaya başlar. Aktör, senarist, yönetmen Lucas Belvaux'nun yazıp yönettiği Rapt, sürükleyici bir kaçırılma hikayesi. Önce Stanislas Graff'ın hızlı iş ve özel hayatını özet geçerek başlayan film, kaçırılmasıyla birlikte çatışmasını kurmuş oluyor. Graff'a "eden bulur" gözüyle bakmak ile, kaçıranların davranışları yüzünden ona acımak arasında gidip gelen bu çatışmaya, çıkarlarını korumak ile başkanlarını kurtarmak ikilemi arasında kalan şirket grubunun durumu da ekliyor. Öte yandan çapkınlıklarla, pahalı zevklerle dolu sorumsuz bir hayatın ifşasıyla zor durumda kalan eşi Françoise ve iki kızının dramı da hikayenin katmanlaşmasını sağlıyor. Olayın polisiye kanadında ise profesyonel fidyeciler ile polis arasındaki akıl oyunları, heyecanlı takip sahneleri ilgiyi canlı tutan etkenler. Yani Graff ve fidyeciler, polis ve başkan vekili André Peyrac önderliğindeki şirket grubu, Graff ailesi olmak üzere üç kanaldan akan film, başarılı bir kurguyla bu üçlü akışı tek bir havuzda toplamayı, çatışmalarına, ikilemlerine sahip çıkmayı biliyor.

Yüklü fidye meblağını ödeyemeyen şirket ve fidyeyi alamayıp "yatırımlarına" zarar veremeyeceklerini anlayınca indirime giden fidyeciler arasındaki mücadele, bir süre sonra "fidyeciler kim" sorusunu da devre dışı bırakacak şekilde işleniyor. Kim, neden (fidye için olduğunu bilsek de) gibi sorular yerine sürecin kendisine odaklanan Lucas Belvaux, pek de beklenmedik bir hamleyle uzayan bu süreci sonlandırıp yeni bir evre açmak suretiyle filmin final bloğunda kendi tarafını, haliyle seyircinin tutacağı tarafı netleştiriyor. Bu beklenmedik hamlenin getireceklerini gayet iyi tasarlamışken, daha fazlasını da seyircinin hayal gücüne bırakmayı yeğliyor. Aslında seyirci de o "daha fazla"ya tanık olmak isterdi pekala. Ancak bazı senaryoların başvurduğu bu tercih, filmin tadında bir şekilde gizemli kalmasını, devamı için seyircinin çeşitli teorilerde bulunmasını veya filmin bittikten sonra bile bir süre zihinlerde taze tutulması amacını taşır. Bu anlamda Rapt amacına ulaşmış bir film denebilir. Belvaux'nun yönetmenliğinde çok fazla sinema bulamasak da filme akışkanlık sağlayan iyi bir kurgu görmekteyiz ki, bu da filmin tam da ihtiyacı olan şey. Yine belki de ihtiyaç olduğu üzere Yvan Attal ve Anne Consigny'nin keskin performansları dışında diğer oyuncuların mekanik duruşları filme belli  soğukluk ve mesafe getiriyor. Attal ve Cosigny'nin ise bu mekanikliğe ayak uydurmaları kadar, canlandırdıkları karakterlerin yükünün altından iyi kalktıkları görülüyor. Rapt, ahlaki yozlaşmanın, güç zehirlenmesinin, bencilliğin hem aile içinde, hem de kamu nazarında ödemesi gereken bedeller üzerine bir suç dramı olarak iddiasız ama sözünü söyleyebilen bir film.