25 Haziran 2022 Cumartesi

L'événement (2021)

 
Yönetmen: Audrey Diwan
Oyuncular: Anamaria Vartolomei, Kacey Mottet Klein, Luàna Bajrami, Louise Orry-Diquéro, Sandrine Bonnaire, Anna Mouglalis, Pio Marmaï, Fabrizio Rongione, Eric Verdin 
Senaryo: Marcia Romano, Audrey Diwan, Annie Ernaux
Müzik: Evgueni Galperine, Sacha Galperine

Fransa’da henüz kürtajın yasal olmadığı 1963 yılında, istenmeyen hamileliğini bitirmeye çalışan bir genç kadının hikâyesini anlatan L'événement, istediği okulu kazanıp yaşadığı küçük şehirden çıkabilmek için sınavlara hazırlanan, bir yandan da ebeveynlerinin işlettiği kafede çalışan Anne'i mercek altına alıyor. Gittiği doktordan hiç beklenmedik bir şekilde hamile kaldığını öğrenince yasal olmadığı için gizlice kürtaj olabilmek için çeşitli yolları deneyen, yardım istediği kişiler tarafından dışlanan Anne'in hayata tutunma çabası, Annie Ernaux'nun romanından uyarlanmış. Marcia Romano ve Audrey Diwan'ın senaryo haline getirdiği, ikinci uzun metrajı olarak Audrey Diwan'ın yönettiği L'événement, Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ve FIPRESCI ödülleriyle dönen etkileyici bir dram. Filmin en belirgin özelliği, benzer temalı filmlerin sıkça başvurdukları yöntemlerden farklı olarak Anne’in yaşadıklarını yargılamadan, karakterin kendisine daha fazla odaklı olarak ele alması. Ayrıca kürtaj olgusunu, daha doğrusu kürtaj karşıtlığını, adeta etrafına korku salan görünmeyen bir canavar gibi resmetmesi de filmin itici güçlerinden biri.

Kürtajın bu kadar korkulan bir mesele olmasının kökeninde bir "can"a son vermenin vicdani rahatsızlığı yatar. Bu rahatsızlığı da "günah" kelimesinden başka bir şey bilmeyen din icat etmiştir. Gerçi filme dayanarak Annie Ernaux'nun romanında dine yönelik bir eleştiri göremiyoruz. Romanın satır aralarında belki vardır. Fakat yüzyıllar boyunca nesilden nesile işlenen hamileliğin sonlandırılmasının günah olduğu fikri, cinayet işlemiş olmakla eşdeğer tutuldu, tabulaştırıldı, dokunulmazlaştırıldı. Bilim insanı  Profesör Richard Dawkins, The God Delusion adlı kitabında "Embriyo acı çeker mi?" sorusuna kendi yorumuyla şöyle cevap veriyor: "Muhtemelen embriyo, henüz bir sinir sistemi sahibi olmadan önce alınırsa acı çekmez. Eğer bir sinir sistemi sahibi olacak kadar zaman geçmiş olsa bile (ki bu embriyo bir "insan" olduğu için acı çekiyor değildir), örneğin bir mezbahada can veren yetişkin bir inek kadar acı çekmediği kesindir. Hamile bir kadın, kürtaj olmadığı için acı çeker mi? Bu bir hayli olasıdır ve embriyonun bir sinir sistemi olmadığı düşünüldüğünde, annenin yeterince gelişmiş sinir sisteminin seçimi yapacak olan kişi olması gerekli değil midir?" İşte bu seçimi yapan Anne, o görünmeyen canavarın pençesine düşerek normale dönme mücadelesi vermeye başlıyor.


Üniversite hedefi, gelecek planları, önünde yaşanacak güzel yılları olan Anne, hamile olduğunu öğrendiği andan itibaren bu hamileliği istemediğini paylaştığı doktoru, sonra da arkadaşları tarafından dışlanmaya başlıyor. Hatta gittiği başka bir doktor onu adeta kovarcasına başından savıyor. Günümüzde bile bazı çevrelerce (çoğunlukla dindar çevrelerce) "günahkar", "fahişe", "katil" gibi sıfatlarla tanımlanan kürtaj yaptırmak isteyen kadınların yaşadıkları ortadayken, 60'lı yıllarda bunları yaşayan Anne'in yorumlanışında çok dengeli bir tavır görüyoruz. Bu denge, Audrey Diwan'ın Anne'i bir ibret vesikası gibi göstermek yerine, sadece onun bu hamileliği istemeyen bir birey olduğunu anlatma niyetiyle sağlanıyor. Aslında bunu yaparken seyirciye de bir ayna tutulmuş, bu konu hakkındaki hisleri test edilmiş oluyor. Şöyle ki, zaten Anne'i bir günahkar veya ibretlik bir genç kız olarak görmek isteyenlerin fikri değişmeyecektir. Fakat bu sabit fikirliliğe saplanmak istemeyen, Anne ile film sınırları içinde bir bağ kurmayı başaran seyirci, onun ailesiyle, arkadaşlarıyla, okuluyla olan rutin ilişkilerini, geceleri dışarı çıkıp arkadaşlarıyla eğlenmek, dans etmek, sevişmek istemesinin normalliğini izledikçe onu üç boyutlu bir karakter olarak görecektir. İşte Diwan, görmek isteyenlere bu dengeyi sağlıyor. İstemeyenler ise Anne'in film boyunca yaşadığı fiziksel ve psikolojik mücadelelerden "su testisi su yolunda kırılır" "kendi etti, kendi buldu" sonuçlarından başka bir şey çıkaramaz.

Film her ne kadar "babası kim", "nasıl davranacak", "Anne'in fikri değişecek mi" gibi soruları cevaplasa da, asıl amacı bunları cevaplamak değil, Anne'in bu süreçte hafta hafta yaşadığı sıkıntıları hayatının normal akışıyla birlikte göstermek. Diwan, kamerasını 5 saniye bile Anne'den ayırmadan bizi adeta onun hayatına, ruh haline hapsediyor. Baş karakter ile bu kadar bir bütünleşme kurulduktan sonra onun yediği bir tokat, ona söylenen bir cümle, onun panikle karışık gerginliği, onun dışlanmışlığı seyirciye çok daha etkili biçimde geçiyor. Anne'in erkek arkadaşlarının, hele de kürtaj kararını paylaştıktan sonra en iyi arkadaşları olan Hélène ve Brigitte'in tutumlarının yarattığı nüanslar bu etkiyi güçlendiriyor. Özellikle Brigitte'in riyakarlığı ve Hélène'in sırrını açma ihtiyacı hissetmesi, en iyi diyebileceğimiz arkadaşlıkların bile bir kırılma noktasından sonra gerçek yüzünü gösterebildiğine dair gerçekçi bir bakış sunuyor. Yine de filmdeki herkes ve her şey, kürtaj özelinde Anne'in kendi bedenine ait kararı kendisinin vermesi sonrasında yaşadığı gerilimli ve dramatik sürece hizmet ediyor. Bu kararın en temel haklardan biri olması gerektiğinin altı, gerekirse rahatsız edici sahnelerle bile olsa çizilmeli çağrısı yapıyor. Fransa'nın Oscar'ı kabul edilen César Ödüllerinde umut veren oyuncu ödülü kazanan Romanya doğumlu 23 yaşındaki Anamaria Vartolomei'nin gücünü büyüleyici güzelliği kadar sadeliği ve doğallığından alan performansı L'événement'i değerli kılan en önemli unsurlardan biri.


Hayırsever faaliyetlerinden ötürü 1979 yılında Nobel Barış Ödülü verilen meşhur Rahibe Teresa "barışın en büyük düşmanı kürtajdır" derken tam olarak ne demek istiyordu anlamak mümkün değil. Ama bunu diyen biri, tecavüz veya ensest sonucu hamile kalan ya da 5-6 çocuktan sonra daha fazlasını istemeyen kadınların ruh halini anlayamayacak kadar barış (!) düşkünü olsa gerek. Florida 'da 1994 yılında bir peder olan Paul Hill, bir pompalı tüfekle, Dr. John Britton'ı ve korumasını kliniğinin önünde öldürdü. Bunu "masum bebeklerin" gelecekteki ölümlerini engellemek için yaptığını söyleyerek polise teslim oldu. Dr. Britton, her şeye rağmen kürtajı son çare olarak gören ve kadınlara bu kararlarını iyice düşünmelerini öğütleyen ilkeli bir doktordu ve yerine geldiği doktor da katledildiği için koruması ve çelik yeleği vardı. İdam cezasına çarptırılan Hill ise kendini bir şehit olarak görerek infaz edildi. Bu ve buna benzer çeşitli örnekler, rahip ve rahibelerin, aslında bütün din kurumlarının ve dindarların hayatımıza musallat ettikleri yasak ve günahlardan oluşan ikiyüzlülükleri bir virüs gibi nesilden nesile aktarmaları sonucu yol açtıkları tuhaflıkları yansıtıyor. Bırakın ölmeyi, acı bile çekmeyen embriyoyu sonlandırmayı bir insan öldürmeyle eş tutan bu yobaz zihniyet, her fırsatta cihat çağrıları yapan, canlı bomba ile onlarca insanın öldürülmesine şehitlik payesi biçen bir karaktere sahip. İşte L'événement, hatta öncesinde Cristian Mungiu filmi 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile ve Eliza Hittman imzalı Never Rarely Sometimes Always gibi yargılamayan, parmak sallamayan, meselesinin arkasında güçlü ve cesur biçimde duran filmler, hele de yalın bir sinema diliyle işleniyorsa iz bırakmaları hiç de zor olmuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder