30 Nisan 2022 Cumartesi

Nr. 10 (2021)

 
Yönetmen: Alex van Warmerdam
Oyuncular: Tom Dewispelaere, Frieda Barnhard, Hans Kesting, Anniek Pheifer, Pierre Bokma, Dirk Böhling, Mandela Wee Wee
Senaryo: Alex van Warmerdam
Müzik: Alex van Warmerdam

Bir tiyatro grubunda oyuncu olan Günter, oyunun yönetmeni Karl'ın eşi Isabel ile gizli bir ilişki yaşamaktadır. Gruptaki oyunculardan Marius, bu ilişki hakkındaki şüphelerini Karl'a anlatınca Karl eşini takip eder ve ilişkinin doğru olduğunu anlar. Eşini başkasına kaptırmak istemeyen Karl, oyun provalarında Günter'e zorluklar çıkarmaya başlayınca Günter de ondan intikam almak için oyunun ilk gösterimini beklemektedir. Özellikle De laatste dagen van Emma Blank, Borgman, Schneider vs. Bax gibi Hollanda sinemasının ses getiren filmleriyle seyirciyi ikiye bölen oyuncu, senarist, yönetmen, yapımcı Alex van Warmerdam, yine kendisinin yazıp yönettiği Nr. 10 adlı filmine bu konuyla başlıyor. Basit gibi görünen bir aldatma hikayesini biraz gerilimle ama daha çok nereye doğru evrileceğini merak ettiren bir gizemle yoğuruyor. Yine pek çok Warmerdam filminden bildiğimiz kapalı mizah anlayışını da bu karışıma ufak dozlarda ilave ediyor. Kendi içinde gayet iyi ilerleyen ancak ilerledikçe de bir uzun metraj süresinde bu hikayeyi nasıl geliştireceği konusunda şüphe uyandırmaya başlayan Warmerdam, filmin neredeyse tam ortasında radikal bir karar alıyor. Bu tiyatro grubunda yaşanan aşk, ihanet, intikam tasarımını bir şekilde sonuca bağlayıp baş karakteri Günter ve kızı Lizzy ile birlikte, ilk yarıda fonksiyonlarının ne olduğu tam olarak bilinmeyen rahipler Wassinski ve Innocence'ı da alarak bambaşka bir hikayeye yelken açıyor.

İlk yarıda bir şekilde sonlandırdığı olay örgüsünü bıçak gibi kesip başka bir bilinmeyene yol alan film, sadece hikayesini değil türünü de değiştirmeye oynayarak şaşırtıcı biçimde bilim kurguya göz kırpıyor. Ama bu değişim içinde de tavrını bozmayıp genel anlamda ilk yarıdaki tonlarını koruyor. Sürpriz bozmadan bu ikinci yarı hakkında yuvarlak şeyler söylemek daha doğru olacaktır. Filmin ilk yarısında yolda rastladığı bir adamın Günter'in kulağına tuhaf bir kelime fısıldaması, Günter'in rahip Wassinski'nin başını çektiği bilinmeyen bir grup tarafından izleniyor oluşu, Günter ve kızı Lizzy'nin hayatları boyunca hiç hastalanmadıkları gibi bazı bilgiler ikinci yarıda cevabını bulacak kırıntılar olarak düşünülmüş. Baş karakteri ortak iki ayrı film görüntüsü rahatsızlık yaratmasa da Alex van Warmerdam sineması hep bu farklılığın peşinden giden, kafasına göre takılmayı, metaforları seyircinin kucağına bırakmayı seven, klasik anlatımı bozmaktan çekinmeyen bir sinema. Aklına parlak bir fikir geldiğinde onu hem ana akıma, hem de ana akım kodlarına uymayan farklı mecralara çekerek ikisini de denemiş ama günün sonunda bu karışımı imzası haline getirmeye çalışmış olmakla kalıyor. Böylece seyirciyi ikiye bölmek de kolaylaşıyor. Ama Nr. 10'in en keskin ve etkili dokunuşu finalde oluyor ki, o zamana kadar bilimin ve teknolojinin araştırmaya, başarmaya çalıştığı her şeyin önünde bir engel olarak biten din olgusunun hak ettiğini bulmasına yönelik Warmerdam fantezisi, eğer tüm filmden olmasa da ikinci yarıdan hedeflediği buysa, o hedefi vuruyor. Nr. 10 iyi bir film midir tartışılır. Ama kesinlikle tuhaf Warmerdam filmografisine yakışan bir film.

17 Nisan 2022 Pazar

X (2022)

 
Yönetmen: Ti West
Oyuncular: Mia Goth, Jenna Ortega, Brittany Snow, Kid Cudi, Martin Henderson, Owen Campbell, Stephen Ure, James Gaylyn
Senaryo: Ti West
Müzik: Tyler Bates, Chelsea Wolfe

1979'da geçen hikayede yetişkin filmleri çeken dört kişilik bir ekip, yanlarına aldıkları iki sinema öğrencisiyle birlikte Teksas kırsalında bulunan gözlerden uzak bir çiftlik evine doğru yola çıkmışlardır. Ekibin başında olan Wayne, çiftlik evinin sahibiyle önceden anlaşmış, evin birkaç metre uzağındaki bir misafir evini kiralamıştır. Ama tekinsiz çiftlik sahibi yaşlı Howard'ın bu ekibin asıl amacından haberi yoktur. Howard'ın kendisi kadar ürkütücü karısı Pearl de sık sık evden çıkıp sinsice bu insanları gözlemeye başlamıştır. Eve yerleştikleri gün hemen çekimlere başlayan film ekibi, karanlık çökünce nasıl bir kabusun içinde olduklarından habersiz uykuya çekilirler. Kısa filmler, B tipi korku yapımları derken korku antolojileri V/H/S ve The ABCs Of Death için yaptığı bölümlerle dikkat çeken Ti West, 2013 tarihli The Sacrament ile kitlesini genişletti. Birer ikişer dizi bölümleri yönettikten sonra epey ara verdiği uzun metraja X ile dönen West, fragmanıyla birlikte büyük bir heyecan dalgası meydana getirdiği, gösterildiği ilk zamanlar infial yaratarak bazı eleştirmenleri coşturduğu yeni filminde nostaljik ve modern slasher unsurlarını harmanlayarak gerilim, korku, gore sularını iyi bildiğini, sinemasının da yıllar geçtikçe olgunlaştığını gösteriyor.

70'ler ve 80'ler slasher yapımlarından, özellikle The Texas Chain Saw Massacre, Friday the 13th gibi kült filmlerin koyduğu yazılı olmayan kurallardan ilham alarak, bu ilhamı artık iyice kesinleşmiş Ti West tekinsizliğiyle soslayan X'in, uzun süredir heyecan verici bir örnek ortaya çıkaramamış türe (hatta 2022 model Scream'i de bu heyecansızlığa dahil edebiliriz) bir heyecan kattığını söylemek mümkün. X gibi bir filmin estirdiği bu rüzgarın sebeplerinden biri, adı geçen kült filmlere yetişememiş ama onların orijinal fikirlerini 2010'lu ve 2020'li yılların filmlerinde ilk kez deneyimlemiş genç kitlenin, internet ve sosyal medyanın da geniş gücüyle ilham kaynaklarından bağımsız değerlendirmeleri olsa gerek. Ti West ve çağdaşları da bu talebe ilham aldıkları klasikleri kendi vizyonlarıyla buluşturarak cevap veriyorlar. Açılış sahnesinde karanlık ahır kapısından yaklaşık 100 metre ilerdeki evi gören kamera, bize eski model bir ekran çerçevesiyle filmi izleyeceğimiz hissiyatı uyandırsa da, yavaş yavaş ahırdan dışarı çıkarak geniş çerçeveye kavuşuyor. Bu giriş, Ti West'in filmi şekillendirişinin, hatta genel olarak sinema sektöründeki tarzının da bir özeti sayılabilir: Köklere bağlılık ve o köklerden daha güncel dallar üretmek.


Kanlar içindeki bir eve giren şerif ve yardımcısının karşılaştıkları manzarayı bize göstermeden 24 saat öncesine dönüp filmi başa saran Ti West, gemisini bir slasher olarak yürütmeye başlamadan evvel seçtiği karakterler ve onlara ev sahipliği yapacak olan tuhaf Howard - Pearl çiftini çizmeye başlıyor. Sık sık TV'de konuşma yapan bir evanjelistin vaazlarını filme ekleyerek kahramanlarımızın yaptıkları malum iş gereği ortada olan ahlaki kontrastı da farklı bir biçimde gerilim unsuru olarak kullanmaya çalışıyor. Teksas kırsalı gibi tutucu ve tehlikeli bir lokasyonda gözlerden uzak bir özel mülkün, hele de bu mülkün sahibi ürkütücü yaşlı çiftin konumsal olarak bile yeterince gerilim malzemesi barındırması, West'in yükünü biraz hafiflettiğinden, kör göze de olsa bu ahlaki sorgulara vakit ayırabiliyor. Özellikle film ekibindeki öğrencilerden biri olan Lorraine'in bu insanların ahlaki değerlerine olan sorgulayıcı tutumunun giderek meraka dönüşmesi, filmin ana karakteri Maxine'in özgürlükçü kişiliğinden etkilenerek "Farmer's Daughters" adlı bu yetişkin filminin içinde yer almak istemesi ufak bir değişim hikayesi olarak filme eklenmiş. 24 saat yerine birkaç günlük bir süreç işlenseydi belki başka fırsatlar da elde edilebilirdi ve olası dönüşümler daha sağlam zeminlere oturabilirdi. Altyapıyı hallettikten sonra son 40 dakikaya sakladığı tüm kozlarını oynamaya başlayan West, buradaki jump scare, gerilim, korku, gore hünerlerini, artık klişe ya da nostalji, ne olursa olsun sergilemeye başlıyor.

Konuşma dilinde benzersiz özellik, siyasi dilde ahlaksızlık, yolsuzluk unsuru olarak kullanılan "X Factor"ün bu her iki uca da dokunan anlamsal duruşunu, yetişkin filmlere X cinsinden verilen puanlamanın en düşüğünü, aynı zamanda tıpta "eks" yani ölmüş olmayı tanımlayan bir sembol olarak "X" filme verilmiş manidar bir isim. Sanıldığının aksine Teksas'ta değil, Yeni Zelanda'da çekilen X, zaten sınırlı bir bölgede geçtiği için bunu hissettirmiyor. Yetişkin filmleri çekmenin veya bunları izlemenin bir ahlaksızlık değil, özgürlük meselesi olduğunu, bu filmlerde çalışanların da muhafazakar Teksas bodrumlarında türlü sapkınlıklar yapanlardan farklı olarak cinsel hayatlarını kameralar önünde özgürce yaşadıklarını hatırlatan Ti West, katil ve maktüller için tasarladıklarıyla da klişeler ve bu klişeleri bozmaya yeltenen bazı fikirlerle en başta slasher severleri memnun ediyor. Adıyla soyadıyla, yer aldığı projelerle yıllar sonrasının kült aktrislerinden biri olmaya aday, 2010'lu yıllarda başladığı korku gerilim ağırlıklı kariyerini sürdüren genç İngiliz oyuncu Mia Goth'un hem Maxine'i, hem de yaşlı Pearl'ü canlandırması da filmin en çekici özelliklerinden. Öncesini de sonrasını da açık bıraktığı ve işlenmeye müsait kıldığı filmini basit bir korku/gerilim/slasher olarak bırakmayıp daha da derinleştirebileceğinin sinyallerini veren Ti West, Pearl adını verdiği prequel ile Pearl'ün gençliğine odaklanacak filminin post prodüksyonunu sürdürüyor. Başrolü de tabii ki yine Mia Goth'a emanet ediyor.

8 Nisan 2022 Cuma

It's A Free World... (2007)

 
Yönetmen: Ken Loach
Oyuncular: Kierston Wareing, Juliet Ellis, Raymond Mearns, Colin Caughlin, Joe Siffleet, Leslaw Zurek
Senaryo: Paul Laverty
Müzik: George Fenton

İngiltere’de yabancı işçilere istihdam sağlayan bir kurumda çalışan Angie, erkek iş arkadaşlarıyla yaşadığı bir tartışmanın ardından işten çıkarılır. Ödemesi gereken bir sürü borcu varken birden bire ortada kalır. Dul olduğu ve çok yoğun çalıştığı için ilkokulda okumakta olan sorunlu oğlu Jamie’yi anne-babasına emanet etmiştir. Yine de hırslı ve girişken kişiliği sayesinde fazla beklemeden ev arkadaşı ve en iyi dostu Rose ile birlikte kendi istihdam ajansını kurmak için harekete geçer. Ama korsan olarak çalışacağı için vergi manevraları yapmak, bu iş ile uğraşan istihdam mafyasıyla ve iş sağladığı göçmen işçilerin sorunlarıyla uğraşmak sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.

BBC’nin ilan ettiğine göre İngiltere’deki iş gücünün yüzde sekizini yabancı işçiler oluşturmakta. Fakat hükümet yetkililerinin açıkladığı rakamlar çelişkili. Mesela yakın zamanda İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre son 10 yılda ülkeye gelen göçmen sayısı 800 bin civarındaydı. Ancak bu sayı sonradan 1 milyon 100 bin olarak düzeltildi. Hatta verilen bu yanlış bilgiden dolayı bakanlık parlamentodan özür bile diledi. Zaten İngiltere ne zaman serbest dolaşım konusunda kısıtlama yapmayacağını açıkladıysa, alacağı göçmen sayısı konusunda hiç doğru tahminde bulunamadı. İngiliz Parlamentosu da göçmen meselesi yüzünden parçalara bölündü. Muhafazakarlar ve hatta İşçi Partisi’nin bazı bakan ve vekilleri serbest dolaşıma karşı olup, kotalar getirilmesini savunurlarken, hükümet bu politikasının arkasında durmakta. Çünkü göçmen işçilerin inşaat, gıda, servis sektörlerinde önemli bir boşluğu doldurduklarını belirtiyorlar.

 
Göçmen aileleri ile ilgili açıklanan rakamlar da çarpıcı. Son iki yılda İngiltere’ye gelen 450 bin civarındaki göçmen işçi, yanlarında eş ve çocuklardan oluşan yaklaşık 40 bin gibi bir rakamı da beraberinde getirdi. Hala da Avrupa’dan çok sayıda göçmen alımları devam etmekte. Tabi ki göçmen alımlarının ciddi bir “göçmen sorunu”na dönüşmesi de kaçınılmaz oldu. İsveç gibi bir ülke, aldığı göçmenlerin haklarına son derece saygılı davranarak onların entegrasyonlarını sağlamaya gayret ederken, aynı özeni göstermeyen İngiltere’nin bunu soruna dönüştürmesi doğal karşılanmalı. Öte yandan ciddi barınma, beslenme ve uyum sorunları yaşayan göçmenler için sosyal ve psikolojik yıkımlar da işin bir başka önemli boyutunu oluşturmakta.

Emektar sinemacı Ken Loach’un 1996 yapımı Carla’s Song’dan itibaren beraber çalışmaya başladığı senarist Paul Laverty’nin kaleminden çıkma It's A Free World..., işte bu yabancı işçi ve göçmen sorununa farklı bir mercekle bakmaya çalışıyor. Farkı ise Loach-Laverty ortaklığının ürünleri olan Carla’s Song, My Name Is Joe, Bread and Roses, Sweet Sixteen, Ae Fond Kiss, The Wind That Shakes The Barley’de hissedilen gerçekçi sinema anlayışı. Tüm bu filmlerle It's A Free World... arasında benzerlikler bulmak mümkün. Ama bu filmlerin tümünü ve Loach külliyatının diğer filmlerini ele aldığımızda karşımıza belli özellikler çıktığını görürüz. Ken Loach, muhalif tarafını her zaman keskin tutmuş, hatta zaman zaman muhalefete bile muhalefet olmuş ve siyaseten sert söylemlerden güç almış bir yönetmen. Avam kamarasına çomak niyetine kamerasını sokmuş, İngiltere’nin taşını toprağını ise set niyetine mesken tutmuş, ortasına da sadece isimleri-cisimleri hayal ürünü olan, gerçekleri hayatın içinde çokça bulunan karakterler yerleştirmiştir. Bunu yaparken elbette bazı yapılarında didaktik olmuş, sloganlaşmıştır. It's A Free World...’de de didaktik bir anlayışın hissedilmesi normaldir. Fakat birçok filmde negatif bir tanım olarak zikrettiğimiz didaktik tavır, bazı Ken Loach filmlerinde ve özellikle konumuz olan It's A Free World...’de gerçeklikten kopmayan dramatik yanı çok güçlü hikayelerle beraber işlendiğinde adeta bir gereksinim halini alıyor.


Ken Loach ismiyle birlikte aynı cümlede geçen politik tavırın yanında aslında hep güçlü ve evrensel bir sosyal duyarlılık da olmuştur. Yani işin siyasi tarafı fazlaca göz önündeyken, bunun sosyolojik ve psikololojik yansımaları gözardı edilebilmiştir. Kabul etmek gerek, 2006’da Cannes’da Altın Palmiye alan The Wind That Shakes The Barley, didaktik yönü fazla bir filmdi. Tarihsel dokusu gereği buna mecbur olduğu da söylenebilir. Ama It's A Free World... ustanın My Name Is Joe’suna biraz daha yakın olmasına karşın her ikisi de, hangisi daha güçlü karşılaştırması yapılmayacak kadar iyi filmler.. Ken Loach’un politik eleştirilerini sinema sanatıyla bütünleştirmiş bir kurmaca öykü/karakter aracılığıyla sunduğu kalburüstü yapımlar gerçekten saygı duyulası işler. Hele de son dönem usta yönetmenlerin son filmlerinde uğradıkları başarısızlıklar akla geldiğinde Ken Loach’un istikrarlı sineması nefes alınacak alanlar yaratmayı hala beceriyor.

It's A Free World...’de Loach’un ele aldığı göçmen meselesi, göçmen işçiler düzleminde ele alınıp, sonrasında daha geniş açılımlarla serpilen güncellikte sunuluyor. Ama bunca siyasi değiniden sonra sanılmasın ki filmin her karesi siyasi taşlamalarla seyirciyi bunaltır nitelikte. Tam tersi, filmin her karesinde görünen Angie karakterinin bünyesinde bu değiniler gerçekçi ve akıcı biçimde yerini alıp hedefini buluyor. Üstelik Angie bütünüyle eleştirel bir Ken Loach objesinden ziyade, şaşırtıcı biçimde artık Loach’dan, Laverty’den çıkmış bir birey olarak hayata tutunmanın sembolü halinde önümüze geliyor. 2000’ler İngiltere’sinde dul ve çocuklu çalışan bir kadın olan Angie, hırslı, gözükara, girişken, tezcanlı, bulunduğu sosyal konumda olması gerektiği kadar oportünist ve özgür bir senaryo karakteri olarak son derece inandırıcı. Bunda sürpriz biçimde bu film öncesine kadar sadece bir dizi bölümü tecrübesi bulunan Kierston Wareing’in kelimenin tam anlamıyla büyüleyen oyunu yanında, Laverty’nin ona biçtiği “kurtlar sofrasına düşmüş idealist” kimliğini üzerinde çok iyi taşıyan yaratıcılığı da etkili. Rahatlıkla Angie yerine bir erkek karaktere de uyarlanabilecek bu kimliğin güçlü bir kadın olarak tercih edilmesi, erkek egemen politika ciddiyetinin taşlamasını yapan Loach hissiyatı bünyesinde çok daha renkli ve özdeşleştirici olmuş.

Vasıfsız yabancı işçilere organize bir şekilde iş bulan, iyi bir amaç uğruna yasalardaki boşluklardan faydalanmaya çalışan, hatta aralarından Iraklı Mahmut ve ailesi gibi spesifik örneklere bile yardım elini uzatmaktan çekinmeyen bir iyilik meleği Angie. Ancak yaptığı iş dışında özel hayatına dahil sorunlu bir evladı ve özgür bir cinsel yaşamı da bu hikayeye katmak, sözünü ettiğimiz “politik bir meseleyi ele alma” sıkıcılığını tamamen ortadan kaldırıp, çok daha ilgi çekici bir yola sokuyor. Böylece göçmen işçi sorunu yanında Angie gibi gerçek bir karakteri son derece çekici bir kadın, sorumlu olduğu kadar sorunlu bir anne, gözünü budaktan sakınmayan bir arkadaş, ebeveynlerine mesafeli bir evlat kimliklerinde de tanıma şansı buluyoruz.

 
Öte yandan, başlangıçta yola çıkılan ideallerin gerçekleşmesinin ve beraberinde maddi-manevi tatmine ulaşmanın sebep olduğu kişilik değişiminin kıvrımlarını da çok iyi tasarlamış olan Laverty senaryosu, hem Angie, hem onu canlandıran Kierston Waering sayesinde bu değişimin bedellerini de hesaba katmış bir duyarlılıkta ilerliyor. Her ne kadar bu geçiş biraz hızlandırılmış biçimde sunuluyor gözükse de, Laverty-Loach-Wareing üçlüsünün almış olduğu tüm önlemler ve tuttukları köşe başları, bu geçişi yumuşak olduğu kadar sağlıklı halde gerçekleştiriyor. Arada pas geçilen detayların sadece meyvenin kabukları olacağı fikrine sahip ve bir an önce meyveye ulaşma hakkını savunmakta.

Angie’nin kariyer olarak yola çıkışı, yükselişi ve değişimi dönemlerinin, hatta özel hayatının, Avrupa’nın en önemli sorunlarından biri olan göçmen sorunu ile iç içe verilmesi, üstelik bunun belki de amiyane tabiriyle “çaktırmadan” yapılması buram buram ustalık kokuyor. Mesela Angie’nin babasıyla parkta konuştuğu sahne bir baba kızın kuşak çatışmasıyla göçmen işçi sorununu o kadar güzel buluşturuyor ki, kusursuz bir akıcılıkla adeta hızlı ve anlaşılır bir özet çıkarıyor. Küreselleşmenin gölgesinde modern ülkelerin sömürülerini hala sürdüğü sosyal bir acı gerçek yanında, iş bulmaya çalıştığı Mahmut ve ailesine yardım eli uzatan motosikletli melekten, en iyi arkadaşı Rose’u kaybetmeye kadar gidecek 4X4 bir patrona dönüşen Angie’nin bireysel dramına mercek tutan It's A Free World…, günümüzde özgür dünyanın ne anlama geldiğini en başta isminden vurguluyor.

2 Nisan 2022 Cumartesi

Sundown (2021)

 
Yönetmen: Michel Franco
Oyuncular: Tim Roth, Charlotte Gainsbourg, Iazua Larios, Henry Goodman, Albertine Kotting McMillan, Samuel Bottomley
Senaryo: Michel Franco

Londralı Neil Bennett ve kız kardeşi Alice Bennett, Alice'in iki çocuğuyla birlikte Acapulco' da rüya gibi bir tatil yaparlarken aldıkları acı bir haberle apar topar dönmek zorunda kalırlar. Havaalanına geldiklerinde Neil pasaportunu kaybettiğini söyleyerek uçağı kalkmak üzere olan ailesini önden gönderir. Taksiye binip şehirdeki köhne bir otele yerleşen, günlerini denize karşı içki içerek ve yeni tanıştığı güzel Berenice ile birlikte geçiren Neil aslında Londra'ya dönmemek için pasaportunu kaybetmiş gibi yapmış, ailesini zor gününde yalnız bırakmıştır. İlk uzun metrajı Daniel & Ana ile kışkırtıcı bir başlangıç yapan, Después de Lucía, Las hijas de Abril ve en son Venedik Film Festivali'nden ödüllerle dönen Nuevo orden ile tarzını sürdüren Michel Franco, bu filmden sonra fazla bekletmeden sürpriz bir biçimde Sundown ile geri döndü. Ülkesi Meksika'nın toplumsal ve politik yozlaşmışlığını farklı sınıflar üzerinden irdelemeyi seven Franco, zaman zaman bu yozlaşmayı kişileştirip daha bireysel arızalara odaklanmayı da ihmal etmiyor. Daniel & Ana, Nuevo orden gibi Sundown da varlıklı aile yapısının temellerini sarsmaktan ve olacakları görmek için sarsıntıyı yıkıma kadar götürmekten çekinmeyen bir tavır takınıyor. Haneke'nin burjuvazi salvolarının boyutlarında olmasa da Franco, Meksika gibi kartellere, yozlaşmaya, adaletsizliğe teslim olmuş, sınıfların gelir dağılımı arasında uçurumlar olan bir ülkenin hem alt, hem de elit tabakasında kör noktalar bulup onların üzerine giden bir yönetmen. Sundown da öncelikler kadar sert olmayan, dünyanın herhangi bir yerinde de geçebilecek bir garip kayboluş hikayesi.

Filmin ilk dakikaları 4 kişilik Bennett ailesinin Acapulco'da kaldıkları lüks otelde, restoranda, etkinliklerde geçirdikleri hoş vakitlerden derlenen turistik tatlar taşıyor. Aldıkları haberle ülkelerine döneceklerini sanırken birden Neil'in pasaport bahanesiyle ailesini gönderip kendisinin tekrar şehre dönüşüyle film ilginçleşiyor. Hiçbir şey olmamış gibi tatiline bu kez daha alt bir seviyeden devam eden Neil, üstüne çok geçmeden bir de kız arkadaş yapınca kafalarda biriken sorularla ilerleyen ve bu yüzden ince bir gerilimi de yanına alan bir film izlemeye başlıyoruz. Filmin "kayboluş" kısmı yanlış anlaşılmasın. Ana karakter Neil, hem sinir bozucu, hem de özendirici soğukkanlılığı ile kendini adeta gönüllü olarak kaybetmiş bezgin bir karakter. Sanki tek derdi ne şekilde olursa olsun tatilini sürdürmek olan bu adam, denize karşı plastik sandalyesinde içen, güneşlenen, akşamları sevişen, ayağında terlikleriyle yürüyen bir gizem adeta. Franco'nun, altından ne çıkacağı merakla beklenen bu soğukkanlılığın, umursamazlığın, tembelliğin sırrını yavaş yavaş veya birdenbire açıklamak gibi bir amacı olmadığını, onu bir sır gibi görmememizi gerektiren hamlelerinden anlıyoruz. Alice'in ona neden böyle davrandığı sorusuna tatminkar bir cevap, hatta bir cevap dahi verdiği söylenemez. Tabii konuşulanlardan anladığımız kadarıyla Neil'in stresli iş hayatından, ailevi sorumluluklardan bıkıp kendini saldığı, kaybolmak istediği belli. Ama bunu yapış şekli o kadar sade, umursamaz ve ruhsuz ki, bu durum onu ve davranışlarını daha ilginç, haliyle daha gizemli yapıyor.

Michel Franco, Neil'i anlamaya çalışan seyirciyi resmen peşinde koşturan sakin, basit ama etkili bir anlatım seçiyor. Görsel zenginlikleri ekonomik kullanarak onlara yaslanmıyor. Hatta senaryosunu zenginleştirmek için bile uğraşmıyor denebilir. Vurucu bir replik, çatışmaları betimleyecek diyaloglar, içinde bulunulan sis perdesini dağıtmaya yönelik açıklamalar yok. Franco bunları film izleme yolculuğunda seyircinin zihnine bırakıyor. Aslında içeride çok çarpıcı zincirleme dramlar yaşanırken sanki bunlar olmuyormuşçasına yılgın davranıyor. Yani tam da Neil gibi bir film yapıyor. Sonlara doğru yaşanan bir kırılma neticesinde bu tuhaf rutinin değişeceğini düşünüyoruz. Bazı filmlerin finalinde yer alan insansız bir son kare çok şey ifade eder. Sundown da o filmlerden biri. Belki de bu gizemi çözmemize ya da oluruna bırakmamıza vesile olacak son bir görüntü. Michel Franco, bir önceki filmi Nuevo orden'in kaos atmosferinden kendini sıyırıp tamamen bir adamın tuhaf tercihlerinin domine ettiği bir yaz sıkıntısına imza atarak yazar/yönetmen özgürlüğünü ve çeşitliliğini yansıtıyor. 2015 yapımı Chronic'te de birlikte çalıştığı usta aktör Tim Roth ve Charlotte Gainsbourg'a rağmen, nasıl ki yapısı gereği süslü diyaloglara, aforizmalara, durum ve kişileri betimleyici konuşmalara yüz vermiyorsa, oyunculuk performanslarına da bel bağlamıyor. O yüzden sivrilen bir performans da görmüyoruz. Özellikle Tim Roth'un bu ruhsuz hali, Neil'ı anlatmak için biçilmiş kaftan. Franco'nun son dönemlerde beraber çalıştığı Belçikalı görüntü yönetmeni Yves Cape'in filmin tüm renklerine hakim işçiliğini de satırlarımıza ekleyelim.