29 Nisan 2020 Çarşamba

La odisea de los giles (2019)


Yönetmen: Sebastián Borensztein
Oyuncular: Ricardo Darín, Luis Brandoni, Verónica Llinás, Chino Darín, Daniel Aráoz, Rita Cortese, Andrés Parra, Carlos Belloso, Ailín Zaninovich, Alejandro Gigena, Guillermo Jacubowicz
Senaryo: Sebastián Borensztein, Eduardo Sacheri
Müzik: Federico Jusid

2001 yılında Villa Alsina isimli küçük bir Arjantin kasabasında yıllar önce iflas edince kapatılan La Metodica isimli tarım kooperatifini satın alıp tekrar faaliyete geçirmek isteyen Fermín Perlassi, eşi Lidia ve yakın dostları Antonio, kasabada tanıdıkları birkaç kişiyi de bu projeye ortak ederek onlardan para toplarlar. Ama ellerindeki 158,653 dolar yeterli olmayınca bankadan 100 bin dolar kredi çekmek isterler. Fakat bankanın kredi sorumlusu Alvarado, bu krediyi alabilmeleri için toplanan paranın bazı ekonomik önlemler sebebiyle acilen Fermín'in şahsi hesabına yatırılması gerektiğini, iki gün sonra parayı çekebileceğini söyler. Bu tavsiyeye uyup parayı kendi hesabına alan Fermín, ertesi gün patlak veren ekonomik kriz yüzünden hükümetin tüm hesapları bloke etmesiyle bir anda parasız kalır. Alvarado da ortalıktan kaybolur. Ortaklarını da yüzüstü bırakmış pozisyonuna düşen Fermín, bir de üstüne trajik bir kaza geçirince bunalıma girer. Bir yıl sonra her şeyin unutulduğu bir anda tesadüfen kasabanın avukatlarından Fortunato Manzi'nin Alvarado ile işbirliği yaparak bankanın paralarını sakladıklarını öğrenen ortaklardan Antonio ve Rolo, dostları Fermín'i bu durumdan haberdar ederler. Fermín'in ekonomik sıkıntılar yüzünden üniversiteyi bırakan oğlu Rodrigo ve ortaklardan biri olan iş kadını Carmén Lorgio'nun oğlu Hernán'ı da ekibe dahil edip 9 kişi olan mağdurlar, paralarını geri almak için müthiş bir plan yaparlar.

Eduardo Sacheri'nin kendi romanını Sebastián Borensztein ile senaryolaştırdığı, Borensztein'ın yönettiği La odisea de los giles (Heroic Losers), dramı, komediyi, gerilimi bünyesinde çok iyi buluşturmuş bir yapım. Soygun filmi demek ne kadar doğru olur bilinmez ama "kahramanca kaybedenler" olarak, yıllarca çalışıp emeklerinin karşılığı olan birikimlerini kriz bahanesiyle gasp edenlere karşı sadece kendilerine ait olanı geri almak amacıyla bir şeyler yapmanın peşinde olan kahramanlarımızın kuruluş, plan süreci ve uygulama evreleri tıkır tıkır işleyen bir soygun filminden hiç farklı değil. Tek farkı, bunu yapanların hırsız değil, dürüst ve sıradan vatandaşlar olmaları. Bu da çok önemli bir fark. Zira her zaman kötülerin kötülüklerinin yanlarına kar kalmaması için onların anladıkları dilden konuşmak gerekiyor. Tabii öncelik, hakları hukuk ve adalet sistemi sınırları içinde aramaktır. Fakat dünyada pek çok ülkenin yaşadığı ekonomik ve buna bağlı olarak politik buhranların yarattığı krizleri fırsata çeviren güçler için hukuk ve adalet sisteminin hakkıyla işlediğini söylemek büyük iyimserlik. Arjantin de bu bahtsız ülkelerden biri. 1976 ile 1983 yılları arasındaki cunta yönetiminin halka yaşattığı trajedileri konu alan bir çok film çekildi. Yolsuzluklar, Uluslararası Para Fonu IMF'in “Para Kurulu” modelinde ısrar edilmesi, küresel ekonomideki durgunluk, ekonominin sıcak para girişine bağımlı kalması, altyapısız, yanlış ve hızlı özelleştirme gibi nedenlerle bu kez 2001'de büyük bir kriz yaşayan Arjantin, bu adaletsizliklerin en önemli mağdurlarından biri. Haliyle bu alanda da üretilebilecek filmler için önemli malzeme barındırıyor. La odisea de los giles bu malzemeyi en iyi kullanan filmlerden birisi.

Tüm iyi niyetleriyle bir kooperatif kurmak, üretim sağlamak, istihdam yaratmak için harekete geçen Fermín, Lidia ve Antonio'nun, kendileri gibi iyi niyetli kasaba sakinlerinden ortak olmaları için para toplamaları, fakat kriz nedeniyle tüm birikimlerini kaybetmeleriyle motivasyon yönünden dört dörtlük bir çıkış noktasıyla, üstelik dramatik yönü daha da güçlendiren bir trajediyle macerasına başlayan film, bu adaletsizlik kozunu hep cebinde tutuyor. Gerçi tutmasına da gerek kalmıyor çünkü onlara yapılan haksızlık karşısında sessiz kalmamaları en büyük dileğimiz haline geliyor. Fermín'in iç sesi "hayatını mahvedenin bir kişi değil de koca bir ordu olduğunu anladığında ne yaparsın, seni kim savunur? Hiç kimse." diyerek durumun çaresizliğini özetliyor. Bu yozlaşmış siyaset ordusu içinde adalet arayışının mümkün olmayacağını, bazı filmlerdeki gibi silahları kuşanıp önüne geleni öldürecek bir Rambo olmadıklarının farkında olan sevimli "enayiler" için bir fırsat doğuyor. O fırsatı değerlendirip adaleti sağlamanın tek yolu da hırsızdan çalmaktan geçiyor. Kendi parasını geri almak ne kadar çalmak oluyorsa tabii. Ama normal yollardan geri alamayacakları birikimlerini hırsızın bile aklına gelmeyecek zekilikte bir planla kurtarmanın adı "çalmak" bile olsa bu onları hırsız yapmıyor. Hatta ekipten Medina'nın hırsızı bir temiz dövelim önerisine karşı durdukları için zorba da yapmıyor. Eskinin hızlı anarşistlerinden olan ve sık sık anarşizm kuramcısı Rus devrimci ve düşünür Mihail Bakunin'i zikreden Antonio bile bu fikre yanaşmıyor. Çünkü ona göre "iyi bir anarşist daima düşmanından iki hamle önde olur" ve önce zekası ile onu yener. Bu noktada filmin çok basit ve belki bu kadar basit söylendiği için de etkili bir "orospu çocuğu" tarifi var.


Fermín ve Antonio, planları üzerinde çalıştıkları sırada aralarında müthiş bir diyalog geçiyor. Antonio, şayet başarılı olurlarsa Manzi'nin bunun bir adalet eylemi olduğunu bilmeyeceğini, kendisi gibi bir orospu çocuğunun işi olduğunu düşüneceğini söylüyor. Bunun üzerine Fermín, bu insanların kendilerini öyle hissetmediklerini, aynaya baktıklarında "şu pisliğe bak" diye düşünmediklerini, suçluluk hissetmediklerini, bunun kendileri gibi saflara özgü bir şey olduğunu dile getiriyor. Kötünün kendini asla kötü olarak görmediğinin, bu yüzden kötülük yapmaya devam ettiğinin en basit özetlerinden biri. Bürokratların, hukukçuların, ekonomistlerin veya saygın görünen mesleklere sahip kimselerin hırsızdan, katilden bir farkının kalmadığı durumlarda adalet ve vicdan beklemenin saflığı da bu diyaloğun altında gizli aslında. "Keriz", "enayi" gibi kelimelerin saflık, aptallık yanında kurallara riayet eden kimseler için de kullanılmasının bir gün dönüp dolaşıp kendi adaletini sağlayabilecek kadar pes etmez bir kavrama dönüşebileceği boş avuntusunun altını güzelce doldurmak için yazılan bir roman, çekilen bir film yetiyor. Belki bu fikir, adalet ya da vicdan arayan her insana ulaşmıyor. Ama en azından denemenin, bir enayi olduğunu reddetmenin, asıl pisliklerin kimler olduğunun görünürlüğünün, kötünün "kötü" kavramını kendine kondurmadığı gerçeğinin pratiklerini önümüze getiriyor.

Kendi romanını yönetmen Borensztein ile senaryo haline getiren Eduardo Sacheri'nin tarzı o sayfalarda nasıldı bilemiyoruz. Ama elimizdeki film, 30 saniyede bir suni gerilimler yaratıp mantık sınırlarını zorlayan, ucuz riskler üreterek gereksiz gerginlikler yaratan bir yapıda değil. Evet, gerilim var, basmakalıp tiplemeler var, Rodrigo'nun Manzi'nin bürosunda çalışmaya başlaması gibi oldu bittiler az da olsa var. Lakin bunlar dozunda ve asıl mesaj veya mesajları zedeleyecek ölçüde değil. Böyle bir filmin de sahtelikten, gereksiz risklerden uzak, sevimli, güven veren bir tona ihtiyacı vardı. Ricardo Darín'in başı çektiği Luis Brandoni, Daniel Aráoz, Rita Cortese, Carlos Belloso gibi tecrübe abidesi Arjantinli oyuncuların bu tonda payları çok büyük. Filmde gerçek babası Ricardo Darín ile yine baba oğulu canlandıran, La noche de 12 años, Durante la tormenta, Pasaje de vida gibi başarılı filmlerle kendini kanıtlayan Chino Darín kariyerine güçlü bir film daha ekliyor. 2011 yılında çektiği Un cuento chino'da yine Ricardo Darín ile çalışan, dizi yönetmenliğinden uzun metraja geçmiş Sebastián Borensztein'in kariyerinin de en iyi filmi olduğunu söyleyebiliriz. 2020 Goya Ödülleri'nde En İyi Iberoamerican Film ve Oscar ödüllerinde Arjantin temsilcisi seçilen La odisea de los giles, (soygun kelimesini asıl anlamında kullanmadan) soygun filmlerine zeki, renkli ve anlamlı bir bakış getiren filmlerden.

22 Nisan 2020 Çarşamba

I See You (2019)


Yönetmen: Adam Randall
Oyuncular: Helen Hunt, Jon Tenney, Judah Lewis, Owen Teague, Libe Barer, Gregory Alan Williams, Sam Trammell
Senaryo: Devon Graye
Müzik: William Arcane

Varlıklı ailelerin yaşadığı bir muhitte 12 yaşındaki Justin Whitter isminde bir çocuk ormanlık alanda bisiklet sürerken kaybolur. Davaya atanan dedektif Greg Harper da bu muhitte eşi Jackie ve oğlu Connor ile yaşamaktadır. Greg, Justin'in kayboluşunu soruştururken birkaç yıl önce benzer bir olayın yaşandığı, aynı yaştaki çocukların kaçırıldığı ortaya çıkar. O olayı soruşturan Dedektif Spitzky, şüpheliyi yakalayıp hapse attırmıştır. Ama bu olayla birlikte Greg ve Spitzky tekrar kanıtları değerlendirmeye başlarlar. Greg aynı zamanda karısı Jackie'nin ihanetini sindirmeye çalışmaktadır. Connor'ın da bu ihanetten haberi vardır ve annesine tepkilidir. Jackie'nin peşini bırakmayan aşığı, onu görmek için eve geldiği bir gün Jackie acilen çıkması gerektiği için onu bodruma saklar. Döndüğünde ise onu öldürülmüş olarak bulur. Seri kaçırılma davasıyla uğraşan Greg eve geldiğinde ona olanları anlatan Jackie ile birlikte cesedi ormanlık alana gömmeye giderler. Tüm bunlar olurken evlerinde tuhaf olaylar yaşanmakta, elektronik eşyalar kendi kendine açılmakta, bazı eşyalar kaybolmakta veya yerleri değişmektedir. 1987 doğumlu dizi ve film oyuncusu Devon Graye'in ilk senaryo denemesi olan, vasatın altında iki filmden sonra üçüncü uzun metrajını çeken Adam Randall'ın yönettiği I See You, konusu olarak olmasa da kurgusal becerileri ve o konuyu bambaşka yerlere götüren sürprizleriyle son yılların başarılı gerilim / suç filmlerinden birisi.

Kasabada kaybolan çocuklar, eski bir seri çocuk kaçırma davasının tekrar gündeme gelmesi, davayı üstlenen dedektif ve onun sorunlu aile yaşantısı gibi klişeler yetmiyormuş gibi, bu ailenin evinde yaşanan tuhaf olaylar silsilesi nedeniyle doğa üstü güçleri de işe dahil ettiğini düşündüren film, ilk yarıyı bu şekilde atlattıktan sonra, müthiş bir kırılma noktasıyla adeta ilk yarıyı temize çekmeye başlıyor. Bu kırılma noktasının ifşa edilmesi durumunda filmin tüm sürprizlerinin kaçma ihtimalini düşünerek, sadece biçimsel olarak incelemek daha doğru olacaktır. Bu hamleyle bir yandan ilk yarıda yaşananları farklı açılardan tekrar izlerken, diğer yandan arka planda kayıp Justin davası ve Harper ailesinin bodrumunda kimin tarafından işlendiği meçhul bir cinayet ile senaryonun katmanlaştığını fark ediyoruz. Olayları doğa üstü güçlere, hayaletlere, öcülere havale etme kolaycılığına kaçacağını düşündüğümüz senarist Devon Graye'in bu ikinci yarı hamlesi, bir anda kendisini mağlup takımın hem oyuncu, hem taktik değişikliğiyle maçı çeviren teknik direktörü haline getiriyor. Konu bir anda bu şekilde değişince, biraz da mecburiyetten biçim de değişiyor. Farklı kamera açıları, hatta seslerle bile aynı şeyleri başka şekilde tekrar yaşıyoruz. İlk yarıda evin içinde bize sunulan gizemli olayların açıklamasının bu denli mantıklı açıklamalarla yeniden elden geçirilmesi, filmin değerini arttırıyor. Graye, sürprizlerini öyle ekonomik ve doğru zamanlamalarla açık ediyor ki, herhangi bir sürpriz anından sonra bile neler yaşanabileceğine dair öngörü sahibi olmamızı istemiyor sanki.

Graye, bazı anlarda filmin çıkış noktası olan çocukları kimin ve neden kaçırdığı sorusunu, filmin ilk ve ikinci yarısında Harper ailesinin evinde yaşananlar sayesinde öyle bir unutturuyor ki, bunu hatırlatan yine kendi senaryosu oluyor ve sanki "unuttuğumu sandınız değil mi" dercesine seyirciyle eğleniyor. Bu iki farklı olayın kesişip kesişmeyeceğine, kesişecekse bunun nasıl gerçekleşeceğine dair titizlikle yürüttüğü süreci ele vermemek için gerilimi hep yüksekte tutarak dikkat dağıtıyor ya da yine sınırlar dahilinde dikkatleri başka yerlere çekiyor. Zira sona sakladığı son bir büyük sürprizi daha var ve filmin sonuna kadar o sürprize sahip çıkmak için gösterdiği çaba hayranlık yaratıyor. Tabii bu sürpriz, daha önce bazı filmlerde gördüklerimizden pek farklı sayılmaz. Fakat Graye bu filmin gidişatında seyirciyi ana örgünün dışına çıkarmadan oyalayacak fikirlerini o kadar tertipli biçimde yerleştiriyor ki, kendi sırtına yüklediklerini yine kendisi hafifletiyor. Sürekli kendini yenileyen, gerilim klişelerinin istenirse nasıl ilgi çekici hale getirilebileceğine yönelik irili ufaklı dokunuşlarla sırlarını koruyan, onları artık sır olmaktan çıkarmaya sıra geldiğinde fazla abartıya kaçmayan senaryo, nihai sürprizini açıklarken haklı şovunu yapıyor. Tabii bu şovda ve genel olarak bu iki taraflı, katmanlı, yol haritası belli senaryonun filme alınmasında yönetmen Adam Randall'dan bahsetmemek olmaz. Bir çok olumlu özelliğe sahip I See You, Randall'ın da hakkını verdiği bir film. Senaryo ve yönetim ortaklığının oyuncu performanslarını bile gölgede bıraktığı başarılı bir gerilim örneği.

17 Nisan 2020 Cuma

Green Book (2018)


Yönetmen: Peter Farrelly
Oyuncular: Viggo Mortensen, Mahershala Ali, Linda Cardellini, Dimiter D. Marinov, Mike Hatton, Frank Vallelonga, Nick Vallelonga, Rodolfo Vallelonga, Don DiPetta
Senaryo: Nick Vallelonga, Peter Farrelly, Brian Hayes Currie
Müzik: Kris Bowers

Dumb and Dumber, There's Something About Mary, Me, Myself & Irene, The Three Stooges gibi sulu Amerikan komedileriyle tanınan Peter Farrelly'nin yönettiği Green Book, belki de yönetmenin 90'larda başlayan kariyerindeki en ciddi yapım. Senaryoya Farrelly ve Brian Hayes Currie ile birlikte en büyük katkıyı sağlayan isim ise senarist, yapımcı, The Godfather, Prizzi's Honor, Goodfellas gibi filmlerde "uncredited" olarak görünmüşlüğü de olan aktör Nick Vallelonga. Babası olan Tony Lip'in 1960'ların başında ünlü Afro-Amerikalı klasik müzik piyanisti Dr. Don Shirley'nin Amerika turnesinde şoförlüğünü yaptığı gerçek hikayeden yola çıkan Vallelonga, filmde ayrıca Augie rolünde de görünüyor. 1930-2013 yılları arasında yaşamış Tony Lip olarak bilinen Frank Anthony Vallelonga ise The Godfather, Dog Day Afternoon, Raging Bull, Goodfellas, Donnie Brasco, The Sopranos gibi çok önemli film ve dizilerde yan rollerde görev almış bir oyuncu. Bronx’taki bir İtalyan Amerikan mahallesinde orta sınıf bir aile babası olarak ünlü gece kulüplerinde fedailik yapıp çeşitli yan işlerde çalışarak geçimini sağlamaya çalışan Tony Lip, dürüstlüğü ve iş ahlakı sayesinde çevresinde isim yapmış sevilen bir kişi. Bu özellikleri bir şekilde Dr. Don Shirley'nin kulağına kadar gidiyor ve Amerika'nın güneyine yapacağı birkaç aylık turnede kendisine şoförlük ve yardımcılık yapması için ondan iş teklifi alıyor. Başta siyah ırka karşı önyargıları bulunan, yine de görüşmeye giden, ancak bu kez Dr. Shirley'nin kendini beğenmiş tavırlarından rahatsız olan Tony, ünlü piyanistin ısrarları sonucu işi kabul ediyor ve böylece unutulmaz bir yolculuğun temelleri atılıyor.

Filme Green Book adının verilmiş olması da önemli. Green Book, 1930'lardan beri güncellenen, Amerika'nın güneyindeki eyaletlere yolculuk edecek Afro-Amerikalıların güvenli olan güzergahları kullanabilmelerini sağlayan, onları kabul eden ya da onlara özel olan otellerin, restoranların ve işletmelerin listesini içeren “Yeşil Rehber” isimli bir kılavuz. Bu güzergahta yaşananları izlediğimiz katıksız bir yol filmi olan Green Book, bu türün kenarında köşesinde ne varsa kullanıyor. Her ne kadar sonradan bazı yalanlamalar olsa da gerçek karakterlerin başından geçmiş gerçek olaylardan uyarlanması, ırkçılığın en hararetli döneminde bir siyah ve bir beyazın aynı arabada Amerika'yı turlamaları, haliyle potansiyel malzemesi çok fazla bir filme kapı açıyor. Nick Vallelonga'nın başı çektiği senaryo ekibi de bu potansiyelden deyim yerindeyse dibine kadar faydalanıyor. Rain Man'den Driving Miss Daisy'ye, Sideways'den Midnight Run'a yol filmlerinde gördüğümüz zıt kutupların zoraki yolculuklarının yavaş yavaş kader birliğine dönüşme rotası Green Book'ta da hiç şaşmıyor. Green Book'un geniş kitlelerce sevilmesinin, En İyi Film Oscar'ı dahil çeşitli ödüller ve adaylıklar almasının türlü sebeplerinden biri, daha çok 80'lerde ve 90'larda yükselmiş bu filmlerin geleneksel ruhunu 2010'lar sonuna en hasarsız biçimde taşıyabilme becerisi. Adı geçen filmlerle belli bir gönül bağı bulunan seyircinin Green Book'tan keyif almasında utanacak, sıkılacak, demode olduğunu hissettirecek hiç bir sebep yok.


Kendi klişelerini yaratmış, onlara inatla sahip çıkmış, farklı tonlara kolayca uyarlayabilmiş bu yol filmlerinde kişilik olarak birbirine ters karakterlerin yaşadıklarından psikolojik, toplumsal, bazen siyasi çıkarımlar yapmamız kaçınılmaz. Bulunduğu sanatsal statü gereği elit bir yaşam süren, hizmetçisi, takıntıları, hatta evinde karşısındakinden birkaç santim yüksekte oturmasını sağlayan bir tahtı bile olan Dr. Shirley, klasik müziğe olan yatkınlığı ve ilgisi nedeniyle küçük yaştan beri kendi ırkından çok farklı biçimde yetişmiş bir insan. Bu vesileyle egosu da yüksek ve insanlara tepeden bakmayı alışkanlık haline getirmiş. Fakat buna rağmen, o dönemlerde siyah olmanın getirdiği dezavantajları da kabullenmiş bir ironi içinde. Mesela konser verdiği malikanenin tuvaletini bile kullanmasına izin vermeyen bu sakat ırkçı düzeni çok da kafasına takmıyor ve içine atmaya alışmış. Aretha Franklin, Chubby Checker, Little Richard, Sam Cooke gibi süper starları sadece ismen duymuş, ama müziklerini hiç dinlememiş olması Tony'yi çok şaşırtıyor. Zira bu ego, onu popüler müzik dinlemenin sözde bayalığından uzak tutmuş vaziyette. Başta evine gelen iki siyah tamircinin içtiği limonata bardaklarını çöpe atacak kadar önyargılı bir adam olan Tony ise, bu yolculukla birlikte ülkedeki ırkçılığın farklı boyutlarıyla tanışma fırsatı buluyor. Shirley'nin yaşadıklarını gördükçe ve onunla birlikte bu zorluklara birebir yaşadıkça empati yaparak haksızlığa tahammül edemeyen özünün bu yönüyle de yüzleşiyor.

Dr. Shirley ve Tony, kişilik, kültür düzeyi ve hayat tarzı yönünden farklı olsalar da, 60'larda siyah ve beyaz olmanın ekstralarını beraber göğüslemek zorunda kalan iki adam konumundalar. Shirley, yaptığı müzikle toplumda kendine saygın bir yer edinmiş gibi görünse de, günün sonunda zengin beyazları eğlendiren bir siyah olarak asla bir beyazın sahip olduğu sosyal statüden istifade edemeyecek bir adam. İtalyan asıllı bir Amerikalı olan Tony ise, göçmen kökenli olmanın verdiği sınıfsal konum gereği bu kitleyi Amerikan toplumunun beyaz zencileri olarak görüyor. Arabanın durduğu bir an Shirley'nin tarlada çalışan siyahlarla göz göze gelmesi, işçilerin iyi giyimli siyah bir adama bir beyaz tarafından hürmet ediliyor olmasına şaşkınlıkla bakakalmaları gibi değerli sahnelerle iki kahramanı arasındaki ilişkiyi ırkçı bakış açılarından arındıran senaryo, eteğindeki taşları bu arınmayı pekiştirmek için birer birer döküyor. Bu yüzden yolculuk esnasında çeşitli konular hakkında bolca çatışma yaşıyorlar. Bu çatışmalar ikisi arasında tatlı atışmalara dönüşürken, dışarıdaki ırkçı dünyanın acı gerçekleriyle yüzleştikçe her ikisi için de zor ve dostluklarının teste tabi tutulduğu, daha da güçlendiği anlar yaşanıyor. Shirley biraz zor bir karakter iken, Tony onu açmak, içindeki normal insanı çıkarmak için masum ve spontane hamlelerde bulunuyor. Her ne kadar evine gelen tamirci siyahlara olan tutumu ile siyahi şarkıcıları çok seviyor olmasına benzer çelişkiler yaşasa, o da Shirley'ye olan sanatçı - siyah adam genel bakış açısına sahip olsa da, aslında ırkçı olmanın bazıları için ne kadar düz bir dayatma olarak kaldığının, özünde ırkçılık olmadığının çok iyi bir örneği Tony Lip karakteri.

Özellikle iki kişilik yol filmleri, yolculuğa çıkanların birbirleriyle sıkça çatıştığı, birbirlerini eleştirmekten anlamaya doğru giden ruhani yolda da birer yol arkadaşı olduklarını gösteren filmlerdir çoğu zaman. Green Book bunu ırkçılık fonunda yaptığı kadar sınıfsal ve karakteristik farklılıklar fonunda da yaptığı için idare etmesi gereken bir çok meselesi olan bir film. 90'larda kalmış klişelerle bunları idare ediyor olması neticesinde 2018 yılında bu formüllerle üç Oscar başta olmak üzere bir çok ödül alması hazımsızlıklara da sebep oldu. O formülleri göze fazla belirgin soktuğu, duygu sömürüsüne kapısını hep açık tuttuğu, özellikle Oscar için çok hesapçı olduğu yönünde eleştiriler, 90'lar yol filmlerine, dramlarına veya romantik komedilerine hala bağlı olan insanları fazla etkilemeyecektir. Zira Green Book doğru zamanlamalarla güzel yerlere dokunan bir film. Farrelly ve Vallelonga, ırkçılığın türlü suretlerini filme fazlasıyla yedirdiğinden, bir de üstüne Shirley'nin eşcinselliği sebebiyle homofobiyi yükleyerek ağırlık yapmaktan da kaçınmışlar. Ama bir sahneyle de olsa oraya da dokunmuş, dokunaklı olmuşlar. "Dünya ilk adımı atmaktan korkan yalnız insanlarla dolu" gibi sosyal medya çağrışımlı aforizmaları bile bu bünyede eritebilmişler. Irkçılığın çirkin yüzleri kadar, Shirley'nin, eşi Dolores'e mektup yazarken Tony'ye yardım etmesi, Tony'nin Shirley'yi bar kavgasından kurtarması, birlikte tavuk kanadı yemeleri, müzik muhabbeti yapmaları gibi nice yüzlere sahip bir dostluk filmi, şayet 90'lardan besleniyor ve pratiğini o kurgusal bütünlüğe ihanet etmeden yapıyorsa, bu onu düpedüz hesapçı bir The Shape Of Water değil, yıllar önce doğrusu yanlışıyla yaşanmış, üstelik hala da yaşanmakta olan acı tatlı gerçekliklere yakın bir Green Book yapar.


Green Book'un en önemli başarılarından biri de Mahershala Ali ve Viggo Mortensen'in kimyasından, uyumundan çok iyi faydalanmış olması. İkilinin karşılıklı sahnelerindeki akıcılık, tansiyon, eğlence ne varsa çok yalın. Karakter farklılıklarının bir süre sonra birbirini çok güzel dengeleyen aygıtlara dönüşmesi, birinin eksiğini diğerinin kapatması, birinin kapattığını diğerinin açmaya çalışması, gizemli Shirley'nin dobra Tony karşısındaki çözülmeleri, hoyrat Tony'nin Shirley nezaketi karşısında içindeki hoşgörüyle yüzleşmesi, hepsi Ali ve Mortensen'in içten performanslarından rahatlıkla okunabiliyor. Nezarethaneden çıktıktan sonra yağmurlu gecede arabada başlayan sonra dışarı taşan tartışma sahnesi gibi iyi yazılmış ve iyi oynanmış anlar, filmin gelecek yıllara da kalacağının, şarap gibi tatlanacağının belirtileri olabilir. Dönem atmosferini solumayı sağlayan sanat yönetimi ve caz, soul, blues destekli müzikleri, ve tabii sevinç ile hüznü bir arada yaşatan finali de bu belirtiler arasında sayılabilir. Ayrıca Green Book bir çok insanın okuduğu şekliyle hiç de öyle "beyaz adamın parlatılması için siyah adamın ezilmişliğinden, zaaflarından nemalanan" bir film değil. Hatta bu filme bu okuma bile ırkçı sayılır. Don Shirley ve Tony Lip, renkleri ya da kökenleri uğruna insanların ötekileştirildiği, toplum dışına itilmeye çalışıldığı bir dönemde ve coğrafyada insan kalabilmenin güzelliğini böyle güzel bir hikayede bir kez daha gösterdikleri için çok önemli karakterler. 90'larda olsa belki bu hikayeyi sulu bir komedi ile anlatma ihtimalinin korkunçluğundan uzakta, gayet olgun ve keyif veren bir üslupta anlattığı için Peter Farrelly de övgüleri hak ediyor.

12 Nisan 2020 Pazar

The Gentlemen (2019)


Yönetmen: Guy Ritchie
Oyuncular: Matthew McConaughey, Charlie Hunnam, Hugh Grant, Michelle Dockery, Colin Farrell, Jeremy Strong, Henry Golding, Eddie Marsan, Tom Wu, Bugzy Malone
Senaryo: Guy Ritchie
Müzik: Christopher Benstead

Guy Ritchie'yi tanımamızı ve onu sinema dünyasının en özgün senarist/yönetmenlerinden biri olarak görmemizi sağlayan Lock, Stock and Two Smoking Barrels ve Snatch'in üzerinden 20 yıl geçti. Her Ritchie'den bahsedişimizde bu iki filmin adı mutlaka geçer. 2005 yılında Revolver ile şöyle bir yoklama çeker gibi olduysa da, onun gelecek yıllara kalacak pek bir tadı yoktu. Ritchie'nin suç janrına getirdiği cazibenin asıl dönüş filmi 2008 yapımı RocknRolla oldu. Ama sonrasında araya Sherlock Holmes, The Man from U.N.C.L.E., King Arthur, Aladdin gibi bir sürü uyarlama/esinlenme prodüksyon girince özgünlükten Hollywood memurluğuna geçiş yapan Ritchie'den artık eskisi gibi filmler beklemekten ümidi keser gibi olduk. Tabii bir yönetmen hep alışık olunan tarzda filmler çekmeli diye bir mecburiyet yok. Ama zaman gösterdi ki, Ritchie'yi Ritchie yapan filmler, suç dünyasındaki güç dengeleri ve o dengelerin etrafına konuşlandırılmış alakalı alakasız diğer unsurların akıcı bir kurgu ve İngiliz menşeli cıva gibi bir mizah anlayışıyla servis edildiği suç filmleriydi. RocknRolla'dan 11 yıl sonra, önce Toff Guys ismiyle duyurulan, The Gentlemen olarak değiştirilen sıfır kilometre Guy Ritchie senaryosu bir yandan heyecan yarattı, bir yandan da geçen süre boyunca hazır materyalleri kendi yorumlarıyla sunma alışkanlığı edinmiş Ritchie'nin paslanmış olabileceği endişesi oluştu. Bazı filmlerinde asistanlığını yapmış Ivan Atkinson ve yakın dostlarından Marn Davies ile hikaye çatısını oluşturduktan sonra senaryosunu yazarak filme aldığı The Gentlemen, kesinlikle eski tarza bir geri dönüş. Fakat bu dönüşün %100 başarılı olduğu da tartışmalı.

The Gentlemen aslında belli yönlerden RocknRolla benzeri bir geri dönüş. Artık suç filmleri janrında birer efsane olmuş ilk iki Guy Ritchie filminin kendi içinde mükemmel kavrulan İngiliz usülü lokal görüntüsünün dışına çıkıp işe Rusları, Euroları, pahalı oyuncakları katan, yine de birçok yönden o janra ihanet etmeyen RocknRolla gibi The Gentlemen de farklı milletlerden oluşturduğu bir kokteyl hazırlıyor. Bu türün genelde tek cümlelik bir konusu oluyor. Londra'nın en güçlü uyuşturucu şebekesine sahip Amerikalı Mickey Pearson artık emekli olmak isteyince, Yahudi iş adamı Matthew ve yeni nesil Çin mafyası onun iştah kabartan tüm sistemine sahip olmak için çeşitli dümenler peşindedirler. The Gentlemen'in cümlesi de bu. Tabii bu bir Ritchie filminde tek cümle olarak kalmıyor, dallanıp budaklanıyor. Gangsterler arası çekişmeler, komplolar, zeki hamleler, sakarlıklar, gangster olmayanları da bu ağın içine katan tesadüfler yine birbirini izliyor. Film, bu Ritchie şablonuna sadık bir konumda. Ergenliğinden beri suç dünyasında olan, cesareti, zekası ve acımasızlığı sayesinde yükselip güçlü bir suç baronu haline gelen Pearson, onun iş bitirici sağ kolu Ray, oto sanayi işindeki karısı Rosalind, Pearson'ın 400 milyon dolarlık uyuşturucu ağına talip olan Matthew, bu büyük pastayı kaçırmak istemeyen Çin mafyasının yükselen ismi Dry Eye, tüm bu bilgilere sahip olan ve şantaja hazırlanan kurnaz gazeteci Fletcher gibi karakterlerle ortalığı karıştırmaya hazırlanan Ritchie için gerisi çorap söküğü.


Guy Ritchie bu kadarla da kalmayıp ustaca bir zincir kurarak, serseriliğe meyilli gençleri sokağın tehlikelerinden uzak tutmak için onları salonunda eğiten "Koç" tiplemesiyle ortalığı daha da şenlendiriyor. Hatta belki de ortalığın ciddiyetten sıyrılmış tek şen kısmı da bu kanaldan akıyor. The Gentlemen'in en önemli sorunu bu ciddiyet olsa gerek. Bahsi geçen suç filmleri sınırları içinde bugüne kadar Jason Statham, Brad Pitt, Benicio Del Toro, Gerard Butler, Tom Wilkinson, Tom Hardy, Idris Elba gibi adamlardan şık ciddiyetsizlikler çıkaran Ritchie, Matthew McConaughey'den çıkarmak istemiyor nedense. Mickey Pearson'ın ciddi duruşu sık sık filme fazla duruyor. Keza, ondan sonra en fazla yer kaplayan Ray rolündeki Charlie Hunnam da öyle. Kötü adamlarında belli bir şirinlik veya sakarlık seven Ritchie, Dry Eye için de bunu planlamamış. Özgün senaryolarında erkek egemen bir anlayış benimsediği için kadınlara pek yer vermeyen, RocnRolla'da Thandie Newton'ın canlandırdığı Stella dışında önemli tasarımı olmayan Ritchie, The Gentlemen'in tek kadın figürü Rosalind'e de fazla önem atfetmemiş. Bu yapılanmada eşorfmanları ve çenebazlığıyla Koç ışıl ışıl parlıyor adeta. Üstelik çalıştırdığı gençlerle birlikte mecburiyetten kendi çetesini oluşturarak filme büyük katkılar sağlıyor. Zaten Ritchie, senaryoda sıkışmalar yaşamamak için hemen her filminde böyle jokerleri hep hazır tutuyor. "Phuc" esprisi gibi renkli anlar, gazeteci Big Dave'in denklemden çıkarılması gibi mevzular kolayca filmin dolaşımına sokulabiliyor. Uzun süre anlatıcı rolü üstlenen şantajcı muhabir Fletcher da mizah kısmına omuz vererek o ciddiyeti dengelemeye çalışıyor.

Karizması ve yükseldiği birkaç sahne dışında Matthew McConaughey'de, bunun yanında Charlie Hunnam, Michelle Dockery ve Henry Golding'de kah senaryo kaynaklı, kah donuk duruşlarından ötürü hep bir şeylerin eksikliği hissediliyor. Buna karşın Colin Farrell, Hugh Grant, Jeremy Strong ve Eddie Marsan rollerine oturmuş bir görüntü veriyorlar. Yine de eksikleriyle bile Guy Ritchie tutup Swept Away veya Aladdin gibi filmler çekeceğine kendisini bir marka haline gelen bu karmaşık ve kara komik suç öyküleri yazıp yönetse kimsenin itirazı olmaz. Çünkü seyirciye bu türün malzemesinin hiç bitmeyeceğini kanıtlamış bir sinemacı. Araya giren Hollywood dayatmalarıyla dolu uyarlamaların verdiği törpülenmişlik, onun yeni yazdığı senaryolarını da bir miktar etkiliyor. Bunu en fazla baş karakteri Mickey Pearson'da görüyoruz. Gerek Pearson, gerekse McConaughey, eski usül Ritchie başrolünün mizahi ağırlığına sahip değil. Zira mizah, bu markanın çok önemli bir kriteri. Filmle ilgili bir başka eksiklik de müzik konusunda kendisini gösteriyor. Bu filmlerinde tema müziklerinden ziyade şahane soundtrack albümleriyle dikkat çeken Ritchie, The Gentlemen için böyle bir derleme yapmamış nedense. "Emekli olmak isteyen uyuşturucu patronu", "son bir iş için bir araya gelen soygun ekibi" veya "tehlikeli bir mafya babasını dolandıran ufak bir çete" gibi cümlesi ne olursa olsun, o cümleden bambaşka yerlere gidebilecek katmanlı, kıvrak, zeki, komik senaryolar üretebileceğini kanıtlamış Guy Ritchie için bu tarzın devamlılığı çok önemli. Ne var ki gösterimi 2021 olarak görünen yeni projesi Cash Truck'ın 2004 tarihli Fransız filmi Le convoyeur uyarlaması olması, onun hep kendi yazıp yönettiği bu enfes suç filmlerine saplanıp kalmak istememesinin bir göstergesi. İlk iki filminden sonra adının sıkça Tarantino ile birlikte anılması, ne yazık ki onu Tarantino gibi özgün bir çizgiye çekmedi. Ama kendi ürettiği bu suç yapımları, kesinlikle onun en özgün işleri.

4 Nisan 2020 Cumartesi

1917 (2019)


Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Dean-Charles Chapman, George MacKay, Colin Firth, Andrew Scott, Mark Strong, Benedict Cumberbatch, Richard Madden, Adrian Scarborough, Claire Duburcq
Senaryo: Sam Mendes, Krysty Wilson-Cairns
Müzik: Thomas Newman

6 Nisan 1917 günü, 1. Dünya Savaşı'nın hararetli döneminde İngiliz ordusunda görevli Kıdemsiz Onbaşılar Schofield ve Blake’e apar topar çok zor bir görev verilir. Bu görev gereği düşman bölgesini geçip, aralarında Blake’in ağabeyi Teğmen Joseph Blake'in de bulunduğu 1600 askeri kurtarabilecek bir mesaj ulaştırmalıdırlar. Alman ordusunun bu birliği pusuya düşürmek üzere olduğu istihbaratının alınması ve hiçbir şekilde onlara ulaşılamaması yüzünden Schofield ve Blake’in bu hayati görevi yerine getirmeleri için önlerinde uzun ve tehlikeli bir yol vardır. İlk Oscar ödülünü 1999 tarihli American Beauty ile kazanan İngiliz yönetmen Sam Mendes'in, 1. Dünya Savaşı'nda görev yapmış dedesi Alfred Mendes ve bazı tanıkların yaşadıklarından ilham alıp kurgulayarak Krysty Wilson-Cairns ile birlikte senaryosunu yazdığı 1917, artık beyaz perdede fazlasıyla kanıksanmış konusundan ziyade, biçim olarak kendini öne çıkarmak isteyen bir savaş dramı. American Beauty yanında Road To Perdition ve Revolutionary Road gibi güçlü dönem dramları çeken Mendes, zaten son olarak yönettiği iki James Bond filminin bazı anlarında bile görülebileceği gibi yönetmenlik sanatına dair imza işler peşinde olan bir yönetmen olduğu bilinen bir isim. 1917 ile bu tecrübelerini bir adım daha ileri taşımak için cesurca riskler almaktan kaçınmıyor.

İki dünya savaşı ve bu savaşlarda yaşanan kahramanlıklarla alakalı yüzlerce film çekildi ve hala çekilmeye devam ediyor. Özgün ya da uyarlama senaryolar bu savaşların binbir türlü yüzünü sürekli gösterdikçe seyircide bıkkınlık yaratacak bir birikim oluşmaya başladı. Birçok kurmacadan daha ilginç olan gerçek kahramanlık destanları bile bir süre sonra deja vu etkisi yaratmaya başladı. Senaristlerin içine girdikleri bu kısır döngünün aşılması için biçimsel yeniliklere ihtiyaç duyulması kaçınılmaz hale geldi. İşte 1917, aksiyonla bezeli normal bir savaş dramı olarak çekilse belki bu kadar farklı, incelikli ve sinematik manada etkili olmayacaktı. Oysa Mendes, filmi tek seferde çekilmiş duygusu yaratacak bir dizi teknikle hayata geçirerek önemli bir fark yaratıyor. Bu sayede hem ana akım destansı savaş seansları klişesinden uzaklaşıyor, hem de küçük ölçekte ve sınırlayıcı tek çekim disiplini içinde kendi destansı sekanslarını yaratma fırsatı yakalıyor. Bu disiplin içinde bir nevi kendine meydan okuma gerçekleştiren Mendes, yılların verdiği güçlü dramatik kurgu anlayışının üstüne, bu defa teknik becerilerle dolu gerçek zamanlı, üstelik zamana karşı zorlu bir macera tasarlıyor.

Sam Mendes, filmin hiçbir anında baş karakteri Schofield'den kopmadan seyirciyi onun bu yolculuğuna ortak ederken, bir savaş filmi olmaktan çok bir yol filmi tavrı sergiliyor. Blake ve Schofield, uzun siperlerde, Alman askerlerinin terk ettiği bölgedeki yıkıntılar arasında, karanlık sığınağın dar koridorlarında, bir zamanlar hayat dolu kırlarda yürürken hem meditatif, hem de nereden, nasıl geleceği belli olmayan tehlikelerden dolayı gerilimli bir yolculuğa çıkıyorlar. Bu sayede sözde tek planlı bu yolculuk, kapsamını daha da genişleterek savaşın yıkıp geçtiği bu terk edilmiş alanları daha da anlamlandırıyor. Günden geceye dönüldüğü ve yeni bir tek planın başladığı bayılma sonrası süreçte de devam eden bu tehlikeli yolculuk hali, içerdiği olay ve karakterlerle Schofield'in içsel yolculuğuna, hayatta kalma mücadelesine ve görev sorumluluğunun ağırlığına dönüştükçe katmanlaşıyor. 1917 bu bağlamda 2015'in iki dev filmi olan The Revenant ve Saul fia'nın klasik hikaye yapılanmasını biçimsel farklılıklarla bambaşka bir şeye dönüştüren tavrına yakın duruyor. Alman pususuna karşı birliğe haber ulaştırmakla görevli Schofield ise, Hugh Glass'ın intikam, Saul Ausländer'ın defin motivasyonlarına ve bu motivasyonların önündeki olağanüstü zor şartlarda hayatta kalmaya çalışan profiline yabancı değil.


Aslında kimsenin büyük ümitler bağlamadığı sıradan iki askerin üzerine yıkılan bir intihar görevi gibi tek cümlelik bir konudan büyük sözler, tumturaklı mesajlar, pahalı aksiyon sekansları beklentisi olanları pek memnun etmesi beklenmeyen 1917, tek plan yapılanması dahilinde daha çok yolculuğun kendisini yücelten bir film. Sinema sanatının inceliklerinin, ışığın, karanlığın, kamera hareketlerinin bir filmi ne kadar yükselttiğini, onu aktörlerden bağımsız olarak nasıl canlı kılabildiğini gösteren kanıtlardan biri. Schofield'in Alman askerlerinden ve patlamalardan kaçtığı gece sekansı gibi aynı anda hem gerilim dolu, hem de şiirsel anlar yaratmış olsa da, kimi sahneleriyle konsol oyunlarına benzetilmekten de kurtulamayacaktır. Ama o oyunu yöneten biz olmadığımız için bu sahnelerdeki gerçeklik ve devamlılık duygusu çok daha hissedilir nitelikte. Durakları, durakta karşılaşılan insanları, hayatta kalmak için yapılanları ile acı dolu bir yolculuk bu. Kısa rolleriyle filmin içinden geçen Colin Firth, Mark Strong, Andrew Scott, Benedict Cumberbatch, Richard Madden gibi aktörlerin konuk olduğu 1917'nin performans yönünden en ağır yükü genç İngiliz oyuncu George MacKay'in omuzlarında. Her ne kadar Mendes, tıpkı senaryo iddiasızlığı gibi performanslara dayalı bir film iddiasında da bulunmamış olsa bile, MacKay'den sarf ettiği efor içine aktörlüğünü de kattığı, Schofield gibi gerçek hayata çok yakın sıradan bir tiplemeyi benimsetebildiği güçlü bir oyun izliyoruz.

1917 her anlamda bir yönetmen filmi. Klişe bir kahramanlık hikayesini klişelerden arındırmanın en iyi yollarından birinin teknik ve biçimsel farklılıklar olduğunun bilincinde olmak önemli. Steven Spielberg, Schindler's List'i siyah beyaz ve sert bir üslupta çekmeseydi şimdiki etkisine sahip olur muydu göreceli. Ama fark yarattığı kesin. Savaş filmleriyle ilgili yapılacak her şey neredeyse yapıldı. Yenilik arayışları, riskler çok değerli artık. Riskli işlere pek girmeyen Sam Mendes, seyirciye haklı olarak sıradan gelen bu hikayeyi tek plan görünümlü çekmek isteyerek aslında onlarca klişeyi de bertaraf ediyor, zararlı otları ayıklıyor, dağılmıyor, mesaj kaygıları taşımıyor. Bizi iki onbaşının peşine takarak gerçek zamanlı zorlu bir göreve tabi tutuyor. Topu topu 3 Alman askeri göstererek koca bir ordunun terörünü hissettiriyor. Küçülerek büyümeye çalışıyor. Üstelik bunu yaparken yanında olağanüstü bir adam var. Jarhead (2005), Revolutionary Road (2008) ve Skyfall (2012) filmlerinde de beraber çalıştığı, elini attığı her işe tutkuyla sanatını aktaran usta görüntü yönetmeni Roger Deakins. Yönettiği Away We Go hariç yine tüm filmlerinde beraber çalıştığı Thomas Newman'ın müzikleriyle de gücüne güç katan Sam Mendes, bir ağacın dibinde başlayıp, başka bir ağacın dibinde biten 1917 ile kariyerine risk alan etkileyici bir halka daha ekliyor. Sırtımızı ağaçlara, doğaya yasladığımızda içimizden uçup giden acı ve nefreti hissedebildiğimiz bir halka.