26 Ocak 2018 Cuma

Loveless (Nelyubov) (2017)


Yönetmen: Andrey Zvyagintsev
Oyuncular: Maryana Spivak, Aleksey Rozin, Matvey Novikov, Vladimir Vdovichenkov, Varvara Shmykova, Andris Keiss, Marina Vasileva, Natalya Potapova
Senaryo: Oleg Negin, Andrey Zvyagintsev
Müzik: Evgueni Galperine, Sacha Galperine

Sadece Rus sinemasının değil, günümüz sinemasının en değerli isimlerinden biri olan Andrey Zvyagintsev son filmi Loveless (Nelyubov) ile, boşanma arifesinde olan ve birbirlerinden nefret eden Boris - Zhenya çiftinin 12 yaşındaki oğulları Alyosha'nın birgün aniden kaybolması üzerinden yine yorgun, umursamaz, kirli, ümitsiz, acımasız bir Rusya profili daha çıkarıyor. Her filminde bunu yaptığı için değil, her filminde bunu toplumdaki çeşitli roller açısından farklı suretlerde ve en önemlisi farklı olaylarda gerçekçi biçimlerde ele aldığı için özel bir Zvyagintsev sineması oluştu. Bu sinema Rusya sınırları içinde vücut bulmasına rağmen, başta modern Avrupa toplumu olmak üzere evrensele yönelik bir ayna tutma işlevi gördü, görmeye de devam ediyor. Senaryosunu son dört filminde beraber çalıştığı Oleg Negin ile birlikte yazan Zvyagintsev, Loveless ile bir kayıp vakası özelinde evlilik, ebeveynlik, sosyal statüler, bürokrasi, en önemlisi de bireyden topluma herkesi bir tümör gibi saran sevgisizlik halini sorguluyor. Soğuk Moskova'nın dingin pastoral sabit görüntüleriyle açılan film, okul çıkışı Alyosha'yı takibe alıyor. Tek başına o soğuk su kenarında gezinen ve mutlu olduğunu söyleyebileceğimiz bu çocuk, sanki eve gitmemek için oyalanır gibi bir ruh hali içinde. Orada bulunan bir ağaca bıraktığı iz sonrası yüksek binalarla kaplı şehre doğru yürümeye başlayan Alyosha, oynayan çocukların arasından geçip evine gidiyor. Odasındaki çalışma masasına oturmuş, umut dolu gözlerle pencereden dışarı bakarken net olan görüntü bir anda buğulanıyor ve bu etkileyici planla çocuk sanki gerçek dünyaya dönüyor.

Gerçek dünya ne yazık ki hiç de Alyosha'nın istediği gibi bir dünya değil. Her ikisi de sorunlu anne babası boşanmak üzere ve evleri satılana dek arada bir mecburen aynı evde yaşıyorlar. O gece tartışan çiftin en önemli sorunlarından birinin boşanma sonrası Alyosha'nın kimde kalacağı olduğunu duyduğumuzda adeta kanımız donuyor. Çünkü yeni hayatlarında ikisi de bu çocuğu istemiyor. Sanki bir eşya gibi annelerine veya Çocuk Esirgeme Kurumu'na verme gibi seçenekleri hiç de medeni olmayan bir şekilde konuşuyorlar. Alyosha'nın bu konuşmaları duyduğunu gördüğümüz olağanüstü sahne, donmuş olan kanımızı sanki vücudumuzdan komple söküp çıkarıyor. Bu aynı zamanda onu gördüğümüz son sahne oluyor. Çünkü ertesi gün Alyosha kayboluyor. Ama kaybolduğu günün sabahından itibaren Zvyagintsev, bu anne ve babanın iş ve özel hayatlarını da detaylandırarak altyapıyı ustaca kuruyor. Özel bir şirkette çalışan, iyi bir maaşı ve çalışma koşulları olan baba Boris'in en önemli dertlerinden birisi, boşanmasının şirket politikalarına ters düşmesinden ötürü yaşayacağı sıkıntılar. Annesiyle birlikte yaşayan hamile bir sevgilisi var. Güzellik salonunda çalışan Zhenya'nın da, yetişkin bir kızı bulunan kendisinden yaşça büyük zengin bir sevgilisi var. O zenginlikte Alyosha'ya da pekala bir yer ayırabilecek iken, sevgilisine evliliğinden ve ismen bahsetmediği Alyosha'yı doğurmaktan duyduğu pişmanlıktan dem vuruyor. Bu uzun ama gerekli altyapı, kaybolduğunu bir gün sonra anladıkları oğullarının aranma sürecine çok sağlam bir zemin hazırlıyor.


Filmlerinde özellikle politik konulara girmek gibi bir derdi olmadığını dile getiren Zvyagintsev, bu resmi sürecin doğal akışına binaen devlet görevlilerinin "lütfettikleri" arama prosedürlerini çok akıcı diyaloglarla betimleyerek filme politik bir kimlik de kazandırıyor. Özetle yapılması gereken rutin incelemeleri yaptıktan sonra "zamanımız yok, elemanımız yok, çocuk geri dönecektir, biz sizi ararız" noktasında aileyi kaderiyle başbaşa bırakan emniyet sisteminin, korumak ve kollamakla yükümlü olduğu bireylerine olan ilgisizliği ve sevgisizliği bu politikanın bir parçası haline getirdiğini yüzümüze vuruyor Zvyagintsev. Öyle ki, artık bu prosedürden bıkmış olan devlet görevlisinin kendi kurumuna olan inançsızlığı neticesinde 24 saat ücretsiz gönüllü hizmet veren bir arama kurtarma ekibini önermesindeki ironiyi kolayca sindirebildiğimizi fark ediyoruz. Zira bu umursamazlık ve sevgisizlik sadece Rus devletine ait bir özellik değil. Devreye giren gönüllülerden kurulu bu ekip, organize ve bilinçli çalışmalarıyla film dahilinde insanlığın ölmediğini, hala ümit olduğunu hatırlatmalarıyla güven verse de, Zvyagintsev'in o sevgisizliğin altını irili ufaklı ayrıntılarla çizmek istemesinin önünde hiçbir engel duramıyor. Örneğin arama kurtarma ekibinin başındaki Ivan ve gönüllülerden Lena'nın yüzlerinden, daha önce bu tip kayıp davalarına bakmış olmanın, o ebeveyn sevgisizliğine tanık olmanın verdiği keder net okunuyor. Ya da şehir dışında tek başına yaşayan Zhenya'nın huysuz annesi Zheni (Natalya Potapova'nın acayip performansıyla) ile olan bölümdeki sinir bozucu gerçeklik, bu sevgisizliği daha da sivriltmek için bulunmaz bir fırsat yaratıyor.

Kayıp çocuklarını ararken bile birbirlerine düşen bencil anne babanın hiç özeleştiri yapmamaları, üstelik hala çocuktan bir hata olarak bahsetmelerindeki insanlık dışı ruh haline hayret ettiğimiz kadar kanıksamış da olduğumuzu fark ettiğimiz bir damar mevcut. O damarı eliyle koymuş gibi bulan Zvyagintsev, bunu duygu sömürüsü için değil, Boris - Zhenya çifti ile seyirci arasına bir ayna koyup, bu aynada kişinin kendini ne miktarda görüp görmediğini sınaması için kullanıyor. Toplumdaki kadın cinayetleri, çocuk istismarları, boşanma sonrası dedeye, nineye veya Çocuk Esirgeme Kurumuna terk edilen çocuklar, çocuk gelinler, çocuk anneler gibi nice gerçeğin kör ışığında basit gibi görünen Alyosha'nın kayboluş öyküsünün katmanlarını bu denli yalın ve derinden anlatabildiği için Zvyagintsev'in kendi toplumuna olan eleştirisinin karşılığı çoğu toplumda zaten var. Zvyagintsev, Rus politikalarını, politikacılarını, ebeveynlerini, zenginlerini, yoksullarını eleştirirken bizim onu sadece bir Rus vatandaşı olarak görme ihtimalimiz her filminde azalarak bitiyor. Final sürecinde Zvyagintsev sinemasını tanıyanların yaşayacağı, ama ne şekilde yaşayacaklarını asla kestiremeyecekleri yükselişler ve manalar Loveless'ta da fazlasıyla mevcut. Muhteşem planlarıyla hikayenin özünü boyutlandırmayı, durgunluğuyla fırtınalar koparmayı, yükselişleriyle içimizi acıtmayı ve her seferinde insan kalabilmenin önündeki en büyük engel olan sevgisizliği farklı suret ve yaşantılarla kucağımıza bırakmayı çok iyi bilen Andrey Zvyagintsev, Loveless ile o sevgisizliğe çok geniş ve acımasız bir yer daha açıyor.

21 Ocak 2018 Pazar

Que Dios nos perdone (2016)


Yönetmen: Rodrigo Sorogoyen
Oyuncular: Antonio de la Torre, Roberto Álamo, Javier Pereira, Luis Zahera, Raúl Prieto, María de Nati, María Ballesteros, José Luis García Pérez, Rocío Muñoz-Cobo, Teresa Lozano
Senaryo: Isabel Peña, Rodrigo Sorogoyen
Müzik: Olivier Arson

Isabel Peña ve Rodrigo Sorogoyen'in senaryosunu yazdığı, Sorogoyen'in yönettiği Que Dios nos perdone (May God Save Us), 2011 yazında Madrid'de geçen bir polisiye. Özellikle yaşlı kadınlara tecavüz edip onları döverek öldüren bir seri katilin peşindeki iki dedektif olan Velarde ve Alfaro'yu izliyoruz. İlk cinayet sonrası meseleyi hırsızlık odaklı gibi görseler de, cinayetler sürdükçe ve maktüller hep yaşlı kadınlardan oluşunca olayın bir seri katil işi olduğu çok geçmeden anlaşılıyor. Yapılan otopsiler sonucu büyük penise sahip olduğu bilgisi dışında hiçbir ipucu bırakmayan katili bulmak için seferber olan polis teşkilatı, yaklaşan Papa ziyareti neticesinde bu olayın gizli tutulmasını, en azından yaşlı kadınlara tecavüz edildiği gerçeğinin kamuoyuna sızdırılmamasını istiyor. Ancak sadece bu dava odaklı bir film izlemiyoruz. Olayı üstlenen dedektif ortaklar Velarde ve Alfaro filmin merkezinde çok önemli bir yer tutuyor. Farklı karakterlere ama her ikisi de sorunlu hayatlara sahip bu iki polis, bir yandan bu zor dava ile ilgilenirken, davayla hiç ilgisi olmayan kişisel problemleriyle de boğuşmaktalar. Fakat bu farklı katmanları iç içe çok iyi geçiren Sorogoyen, ortaya çok iyi bir polisiye gerilim, aynı zamanda güçlü bir dram çıkarıyor.

Öfke kontrolü sorunu olan Alfaro, bir iş arkadaşını darp etmekten soruşturma geçirmekte, yalnız yaşayan kekeme Velarde ise kadınlarla ilişki kurmakta başarılı değildir. Seri katil davasıyla birlikte ikilinin bu sıkıntılarını derli toplu bir kurguyla izlediğimiz film, birkaç sahne dışında hiç aksamıyor. Velarde'nin apartmandaki temizlikçi kadınla, Alfaro'nun ise ailesiyle yaşadığı sorunlar yanında, iki dedektifin birbirleriyle de zaman zaman yaşadıkları gel-gitler, bu aksamaya izin vermiyor. Merkezdeki kimliği ve motivasyonları bilinmeyen seri katil davası, bu bireysel yan hikayelerle çatışma yaşamıyor. Katille ilk sıcak temas sağladıkları bölümün mantık zorlayıcı tesadüfü bile neyse ki kendini net bir sonuca ulaştırmadığı için ritmi bozmuyor. Filmin fiziksel ve ruhsal sertliği, bu ritim içinde çok kolay eriyor, olaylar ve karakterler bir süre sonra kendi doğallıklarını ya da rol icabı varoluşlarını seyirciye kolayca kabul ettiriyorlar. Velarde gibi asosyal veya Alfaro gibi öfkesini dizginlemekte zorlanan insanlarla hep bir yerlerde karşılaştığımız / karşılaşmaya hazır olduğumuz için yabancılık çekmiyoruz. Bu zıt kutupların birbirleriyle girdikleri diyaloglar durumu pekiştiriyor. Örneğin ikilinin cadde üzerinde fahişelere gitme üzerine sohbet ettikleri bir sahnedeki doğallıkları bunun kanıtlarından biri.


Nihayet katilin de filme dahil oluşuyla gücünü iyice arttıran film, hem Velarde ve Alfaro'nun katili yakalama misyonlarını seyircinin gözünde ete kemiğe büründürüyor, hem de ikisi için daha tekinsiz bir atmosfer oluşmasını sağlıyor. Özellikle kurbanlarından birini avına düşürdüğü bölüm, nefes kesen bir gerilime sahne oluyor. Velarde'nin sırf beyin, Alfaro'nun ise kas gücünden oluştuğu algısıyla da sık sık oynayan Sorogoyen, finale doğru giden yolda tasarladığı trajik anlar sayesinde onların birer kaybeden olmalarının seyirciye verdiği güvensizliğe çok iyi sahip çıkıyor. Yine gerilimin tavan yaptığı enteresan bir finalle filmin o ana kadar başarıyla gelmiş olduğu noktanın yüzünü kara çıkarmıyor. Seri kurbanlardan katil profili çıkarma çeşitliliği, bir dışavurum (Alfaro) veya içe atım (Velarde) davranışı olarak sonuçlarının nereye varacağı kestirilemeyen öfke kavramı, şüphe duygusunun boyutlarının suçlu yakalamadaki rolü, tecavüz ve cinayet suçunun bu defa yaşlı kadınları hedef almasından sonra spontane biçimde gelişen toplumsal ötekileşme muhafazakarlığı gibi daha pek çok konu kendine serbest alan bulabiliyor.

Velarde ve Alfaro rolleriyle Antonio de la Torre ve Roberto Álamo'nun karşılıklı ve ayrı ayrı performansları da Rodrigo Sorogoyen'in hazırladığı bu özgür alanı çok iyi değerlendiren ustalıkta seyrediyor. Özellikle 2017'de İspanya'nın Oscar'ı Goya Ödüllerinde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü kazanan Roberto Álamo'nun Alfaro performansı görülmeye değer. Nereden geldiğini bilmediğimiz öfkesi, gamsızlığı, tekinsizliği ve Velarde'ye olan alaycı / sevecen yaklaşımı yanında, bir günde bir sürü ağır şeyi üst üste yaşayan bir aile babası olarak Alfaro karakteri, tıpkı filmin genel karakteri gibi kendi doğallığından besleniyor. Bu genel karakter içinde yer bulan öfke, yalnızlık, din, sadakat, adalet, intikam, Oidipus Kompleksi gibi kavramlar karakterleri olduğu kadar izleyenleri de zorlayan, ikilemlere sokan farklılıklar içeriyor. Bu da onu iyi bir film yapıyor.

18 Ocak 2018 Perşembe

The Villainess (2017)


Yönetmen: Jung Byung-gil
Oyuncular: Kim Ok-bin, Shin Ha-kyun, Sung Joon, Kim Seo-hyung, Lee Seung-joo, Jo Eun-ji
Senaryo: Jung Byung-gil, Jung Byeong-sik
Müzik: Koo Ja wan

The Villainess, Jung Byung-gil'in senaryosunu Jung Byeong-sik ile yazdığı, kendisinin yönettiği Güney Kore usülü sıkı bir aksiyon dram. 7-8 dakikalık olağanüstü bir giriş yapan film, FPS oyunlarını anımsatan, kesintisiz çekim havası verilmiş aksiyonuyla baş karakterin gözünden seyirciye onlarca mafya fedaisini harcama imkanı tanıyor. Baş karakter ise, orada ne işi olduğunu, bu adamları neden kalbura çevirdiğini bilmediğimiz Sook-hee. Uzun süre bize sadece Sook-hee'nin sadece ellerini gösteren, bir sahne sonra beklenmedik biçimde tamamını gördüğümüz, ama kamera hamlelerini de ona göre aktive eden bu müthiş bölüm sonrası taş taş üstünde bırakmayan bu kadın, dışarı çıktığında polis tarafından yakalanarak devlete ait gizli bir suikastçi yetiştirme tesisine kapatılır. Bu arada kimliği ve estetik ameliyat edilip yüzü değiştirilen eski mafya tetikçisi Sook-he'nin hamile olduğunu öğreniyoruz. Çocuğu doğup belli bir yaşa gelince onu yeni kimliğiyle normal hayata gönderen teşkilat, arada sırada ona gizli suikast görevleri verir. Bu teşkilatın bir çalışanı olan ve başından beri Sook-hee'den hoşlanan Hyeon-soo, Sook-hee'nin yan komşusu olarak yerleştirilir. Aldığı bir görev sırasında geçmişine dair önemli bir yüzleşme yaşayan Sook-hee, hem geçmişi, hem de gizli devlet görevlisi olarak ikilemde kalır.

Uzakdoğu aksiyonlarının ortak noktalarından biri, konu olarak fazla komplike olmaması, genelde intikam veya güç dengeleri üzerine basit konumlar belirlemesi, asıl yenilik arayışlarını aksiyon sekanslarında belli etmesi denebilir. The Villainess'te de görülen bu durum, benzer filmlerden bir miktar ayrı konumlanmak isteyen Jung Byung-gil'in farklı tercihlere yönelmesini sağlamış. Küçük yaşta babası gözlerinin önünde öldürülen, sonrasında çete lideri Joong-sang tarafından eğitilerek bir ölüm makinesine dönüştürülen, aşık olduğu Joong-sang'ı bir mafya hesaplaşmasında kaybeden, onu öldüren çeteyi de tekrar tekrar izlenesi açılış sekansında çökerten Sook-hee'nin merkezindeki hikaye, aralardaki romantik ve dramatik bağlantıları saymazsak Byung-gil'in birbirinden yaratıcı fikirleriyle dolu bir aksiyona dönüşüyor. Açılış bölümü yanında, motosiklet üzerindeki kılıçlı kavga, Sook-hee'nin otobüsü takip ettiği ve otobüs içindeki aksiyon sahneleri, onlarca ilginç tasarım barındırıyor. Baş döndüren Byung-gil kamerası bazen sanki karakterlerin kafalarına, bazen bir kılıcın ucuna, bazen ortamdaki bir sineğe monte edilmişçesine yerinde duramayıp acayip işler yapıyor. Hatta kimi zaman Brian De Palma'nın hiperaktif versiyonunu izliyormuş hissine kapılabiliyoruz.

Her ne kadar bu aksiyon sekanslarının bitmesini istemesek de filmin dramatik bir sorumluluğu da var. Sook-hee sadece bir aksiyon kahramanı olsaydı film bir süre sonra kabak tadı verebilirdi. Kızıyla birlikte yeni bir hayata başladığı bölümden itibaren temposu düşen, adeta başka bir filme dönüşen The Villaines, bu anlarda melodram klişelerine başvurmadan edemiyor. Ama Byung-gil filmin kurgusuyla oynayarak, zamanlaması iyi geri dönüşlerle hem filmin ağırlaşmasını önlemek, hem de Sook-hee'nin üzerindeki gizemi yavaş yavaş azaltmak iyi niyeti taşıyor. Düz bir anlatıma tercih edilen bu serbestlik çoğunlukla bu amacına ulaşıyor. Sook-hee'nin babasının öldürüldüğü güne, eşi Joong-sang'ın öldürüldüğü geceye -ki devamında aynı gece açılış sekansındaki aksiyon yaşanmıştı-, daha da öncesinde Joong-sang ile yaşadığı bazı anlara geri dönüşler yapan film, biraz dağınık bir görüntü vermesine karşın fazla aksamıyor. Düğün günü aldığı suikast görevi sırasındaki kırılma anı, Sook-hee'nin hem görev aldığı gizli servisle, hem de hedefindeki mafya ile mücadele etmek durumunda kalmasına sebep oluyor. Babasının intikamı da bu ikileme dahil olarak paketleniyor. Doyurucu aksiyon, sahip olduğu yaratıcı fikirler sayesinde bir süre sonra mantık hatalarının fazla kafaya takılmayıp bu fikirlerin hayata geçiriliş biçimleriyle daha fazla ilgilenmemizi sağlıyor. Kim Ok-bin'in her iki kanada da hakim başarılı oyunu sayesinde bu aksiyon sahnelerinin mekanikliği sağaltılabiliyor. John Wick gibi devamı müsait olan (tadında bırakılsa daha iyi tabii) The Villaines, stilize aksiyonlardan hoşlananların kaçırmaması gereken filmlerden.

12 Ocak 2018 Cuma

Lady Bird (2017)


Yönetmen: Greta Gerwig
Oyuncular: Saoirse Ronan, Laurie Metcalf, Tracy Letts, Beanie Feldstein, Lucas Hedges, Timothée Chalamet, Odeya Rush, Jordan Rodrigues, Marielle Scott, Stephen Henderson, Lois Smith
Senaryo: Greta Gerwig
Müzik: Jon Brion

Oyuncu, senarist, yönetmen, yapımcı Greta Gerwig, daha önce Noah Baumbach, Joe Swanberg gibi indie isimlerle çeşitli ortaklıklar neticesinde bağımsız film çevrelerinin saygın isimlerinden biri haline gelmiş, daha çok oyunculuğu ile bilinen bir isim. 2012'de senaryosunu Baumbach ile birlikte yazdığı Frances Ha ile biraz daha geniş kitlelere ulaşan Gerwig, bu filmle hem senarist, hem de oyuncu olarak kendini ispatladı. Tabii bu durum ona bazı Hollywood yapımlarında yan roller getirdi. İlk defa tamamını kendisinin yazıp yönettiği Lady Bird ise otobiyografik özellikler taşıyan, "coming of age" filmler arasında şimdiden kendine sağlam bir yer edinen güçlü bir yapım. 18 yaşına az bir zaman kalan, kendine Lady Bird ismini takan Christine gibi Gerwig de Sacramento'da doğmuş, Katolik lisesinde okumuş, annesi de hemşireymiş. Tabii bu yapısal benzerliklerin yanında, Gerwig'in önceki filmlerinden bildiğimiz kadınsı bakış açısının duygusal ve toplumsal kimlik konumlandırmaları yine yoğun biçimde filmde görülmekte. Lady Bird ile bunlara ergenliğe veda öncesindeki bir genç kızın kendisi ve çevresiyle girdiği mücadele ekleniyor ki, önceki filmlerinde çoğu zaman satır aralarında dile gelen bu durum artık öncelikli bir konumda yer alıyor.

Ergenlik sancılarını komediden drama yapılan yumuşak geçişlerle geniş bir yelpazede ele alan Gerwig, özellikle katkı sağladığı Frances Ha ve Mistress America senaryolarında işlenen, kadının toplumdaki konumundan hareketle yine benzer şeyler ifade ediyor. Ama onun ifade ediş tarzı her zaman dinamik, sıkboğaz etmeden gerçekçi, olması gerektiği kadar alaycı, sömürüye kaçmadan hüzünlü olduğu için sevimliliğe ve ciddiyete aynı anda yoğunlaşabiliyor. Bu dengenin yarattığı özgürlüğü hemen yürürlüğe koyan, anlatacağı her detayı o özgür zemine serpiştiren Gerwig, her filminde baş kadın karakter ve onun etrafındaki diğer kadın karakterler, onun hayatına birer birer giren ve çıkan erkekler döngüsünde bir olgunlaşma süreci meydana getiriyor. Üniversite yıllarında sosyal ve duygusal yönden ayakta durma gayreti içindeki Frances, birkaç yıl öncesindeki Christine'in lise sonlarındaki haline benziyor. Anlatılanlar genel itibariyle böyle bir şablon çıkarsa da, o hikayelerdeki kişiler, olaylar, detaylar her yeni Gerwig filminde farklılaşarak, üzerine koyarak ilerliyor.

 
Greta Gerwig için baş karakterin büyük bir kaybeden olması çok önemli. Bunu Frances özelinde tecrübe etmiştik. Christine de onun kadar özel bir karakter. Dünya tatlısı babası, despot annesi, üvey kardeşi ve onun sevgilisiyle aynı evde, Sacramento standartlarında yoksul bir statüde hayatını sürdüren namı diğer Lady Bird'ün duygusal zekasını ve kişiliğini bir türlü senkronize edememesinden kaynaklanan problemlerle boğuşması, daha iyi bir hayat düşlemesi, buna rağmen elindekilerle yetinmeyi bilen bir olgunlukta olması, Gerwig'in kendisine yarattığı özgür senaryo alanı için çok iyi bir seçim. Özellikle lise yıllarında bazı ergenlerin kendilerine farklı bir isim takma takıntısına istinaden kendine Lady Bird (Uğur Böceği) diyen ve dedirten, ne var ki uğursuzlukların bir türlü yakasını bırakmadığı Christine, bu ironiyi dibine kadar yaşıyor. Aşk, bekaret, arkadaşlık, okul, iş, mezuniyet balosu hiçbiri onun istediği ve bizim olacağını düşündüğümüz klasik şekliyle olmuyor. Bu durum Lady Bird'ü hem komik, hem de hüzünlü durumlara sokuyor. Erkek arkadaşlar, ebeveynler ve olmazsa olmaz en iyi arkadaş, Katolik lisesi (ve onun türlü hocaları) üzerinden Christine'in normalleşememe sıkıntıları, Gerwig'in aslında normal, en önemlisi de özgür bir birey tanımına tam oturuyor.

Önceki filmlerde böylesi oradan oraya savrulan ruh hallerine sahip olan (ya da olmak zorunda bırakılan) karakterleri hep kendisi oynayan Greta Gerwig, Lady Bird rolünü bu defa İrlandalı genç oyuncu Saoirse Ronan'ın ellerine teslim etmiş. O da hem karakterini, hem de komple filmi sırtına alıp nereye giderse oraya götürmüş. En büyük çatışmaları yaşadığı annesi Marion, pamuk şekeri babası Larry, sevimli kankası Julie, farklı deneyimler yaşadığı erkek arkadaşları Danny ve Kyle, Lady Bird'ün farklı ruh hallerinin, aynı zamanda Atonement, Hanna, Brooklyn gibi yapımlarda kendini çoktan kanıtlamış Ronan'ın yeteneğinin sergilenmesine serbest alanlar yaratıyor. Ana karakterini var etmeyi, sevdirmeyi, yıpratmayı, oradan oraya savurmayı çok iyi bilen bir kaleme sahip Gerwig, dozunu kaçırmadığı feminizmini, mizah ve dram unsurlarına aynı değeri biçen anlatımını, yer yer Woody Allen'ı anımsatan temposunu bu defa ergenliğe veda etmek üzere olan Christine aracılığıyla (üstelik tek başına) temize çekiyor. Sayısız benzer filmde izlediğimiz sert hesaplaşmaların, mutlu kavuşma anlarının, kör göze parmak mesajların, sıkıcı nasihatlerin kimi zaman kurgusuyla, kimi zaman içerikleriyle oynayarak, seyirciye umduğu şeyi yüzde yüz vermiyor. Finali de belki bu yüzden geleneksel seyirci profili tarafından tatmin edici bulunmayabiliyor. Ama Greta Gerwig, kendine ait bu ilk filmiyle Noah Baumbach ve özellikle Frances Ha tarzına yakın ve uzak reflekslerden kendine bir tarz belirleyerek adeta gelecek güzel filmlerinin müjdesini veriyor.

6 Ocak 2018 Cumartesi

Loving Vincent (2017)


Yönetmen: Dorota Kobiela, Hugh Welchman
Oyuncular: Douglas Booth, Eleanor Tomlinson, Chris O'Dowd, Robert Gulaczyk, Helen McCrory, Saoirse Ronan, Aidan Turner, Jerome Flynn, Cezary Lukaszewicz, Bill Thomas, Martin Herdman, John Sessions
Senaryo: Dorota Kobiela, Hugh Welchman, Jacek Dehnel
Müzik: Clint Mansell

Vincent Van Gogh'un Fransa, Auvers'te öldüğü haberi, eskiden yaşadığı Arles kasabasına ulaşır. Van Gogh ile yakın arkadaş olan emektar postacının oğlu Armand Roulin, 17 yaşında Van Gogh'un portresini yapmış olduğu bir adamdır. Ressama pek de düşkün olmayan Armand, babasının ısrarları sonucu taziye mektubunu Van Gogh'un ağabeyi Theo'ya götürmeye razı gelir. Paris'e vardığında Theo'nun da kardeşinin ardından vefat ettiğini öğrenince mektubu verebileceği bir akraba aramaya başlar. Bu yolculukta ünlü ressamın son günlerini ve ölümünün esrarını da aydınlatmaya başlayacaktır. Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'ın yönettiği, bu ikiliye senaryoda Jacek Dehnel'in eşlik ettiği Loving Vincent, bir tarlada kendisini tabanca ile vurduktan sonra yaralı halde odasına dönen, fakat iki gün sonra yaşamını yitiren 37 yaşındaki Hollandalı ressam Vincent Van Gogh'un ölümünden bir yıl sonrasında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Biyografik özellikleri yanında, esasen Armand'ın önceleri gönülsüz de olsa babasının taziye mektubunu götürdüğü kasabada karşılaştığı insanlardan edindiği bilgilerle Van Gogh'un ölümünün ardındaki sır perdesini merak etmesiyle polisiye bir ton yakalıyor.

Van Gogh'un çocukluğundan itibaren içe dönük kişiliğini, resim sanatına karşı oluşan gecikmeli tutkusunu, bu gecikmeyi telafi etmek istercesine gelişen aşırı üretkenliğini Armand'ın görüştüğü Van Gogh'a yakın karakterlerden öğreniyoruz. Aslında Armand ile beraber, onun hakkında bildiklerimizi pekiştiriyor, bilmediklerimizi öğreniyor, kimi zaman bazı detaylar karşısında şaşkınlık yaşıyoruz. Çünkü modern sanatta çığır açmış çok önemli sanatçılardan biri hakkında, olağanüstü tabloları haricinde daha kişisel şeyler öğrenmek, özellikle de trajik sonuna doğru giden yolda yaşadıklarından, ruh halinden çıkarımlarda bulunmak oldukça aydınlatıcı bir tecrübe yaşatıyor. Çocukluğundaki dışlanmışlığından kendine vicdani sorumluluklar yüklediği ve tabii çok sevdiği için hep ona göz kulak olmak isteyen ağabeyi Theo'nun da Van Gogh'un ölümünden kısa bir süre sonra ölmesi, Armand'ın mektubu teslim edecek bir kişi bulamamasına sebep oluyor. Armand'ın bu mektup seyahatinde görüştüğü Doktor Gachet'nin, onun kızı Marguerite'in, Auvers'te kaldığı pansiyon sahibinin kızı Adeline'in, kayıkçının Van Gogh'un bu dönemine ışık tutan anıları, Van Gogh'un intihar mı ettiği, yoksa biri tarafından vurulduğu mu gibi soruları ortaya çıkaran diğer yan karakterler, içeriği daha çekici kılıyor. Ama Loving Vincent'ın asıl gücü, benzersiz anlatım şeklinden gelmekte.


10 yıllık bir çalışmanın ürünü olan Loving Vincent, 125 ressamın, 65 bin kare, 853 özgün yağlı boya tablo meydana getirmesiyle oluşmuş muazzam bir teknikle işleniyor. Van Gogh'un tablolarını yapmış olduğu karakterlerden ve son dönemde yaşadığı mekanlardan bazılarını birebir alarak bu teknikle hareketlendiren ekip, Douglas Booth, Chris O'Dowd, Eleanor Tomlinson, Saoirse Ronan, Jerome Flynn gibi oyuncuların katkılarıyla bu tabloların dokusunu bozmadan filmi boyutlandırmayı başarıyor. Bir yerlerde mutlaka rastladığımız, belki de evimizdeki duvarı süsleyen Yıldızlı Gece, Sarı Ev, Eski Değirmen, Dr. Gachet’nin Portresi, Gece Kafesi, Kargalarla Buğday Tarlası, Rhone Üzerine Yıldızlı Bir Gece gibi nice Van Gogh başyapıtını muhteşem bir atmosfer içinde izlediğimiz film, animasyon türünde bir devrim niteliğinde. Üstelik bu tablolar uzun emeklerle, yağlı boyalarla, Van Gogh'un stili korunarak canlandırılırken filmin hikaye akışına körü körüne eklenmeyip ölümünün bir yıl sonrasında yaşanan olayların sinematik düzenini bozmayan bir sürükleyicilikte canlandırılıyor. Tıpkı hareketsiz tabloların taşıdığı gizem gibi, film de kendi gizemini, üzerine koyarak daha da arttırıyor. Işıklar, gölgeler, kıvrımlar, parlak renkler, fütüristik bakış açısının tüm görkemini sabit bir tuvalden hareketli ekrana taşıyor. Böylece ilk defa, sinematografisi Vincent Van Gogh tarafından yapılmış bir film izliyoruz. Clint Mansell'in şahane müzikleri de bu deneyime hakkıyla eşlik ediyor.

Sinema tarihinde ilk defa böyle bir animasyon çekileceği duyulduğunda, birçok insan ortaya şiirselliğe boğulmuş, bir süre sonra ağızda kekremsi bir tat bırakan, diş kamaştıran, göz kanatan bir film görme endişesi taşıyordu. Doğal hali zaten tüm şiirselliğiyle önümüze serilen film, hikayesinin polisiyeye kayan yönünü hep diri tutarak bu endişeye bir an olsun fırsat vermiyor. Aynı anda hem Van Gogh eserlerinden oluşan eşsiz bir müzeyi geziyor, hem de o müzedeki eserlerin parçasını oluşturduğu büyük ve hüzünlü Van Gogh portresinin detaylarını öğreniyoruz. Eserlerin yaratıcısından çıkmasına, yaratıcının da eserlerinin esiri olmasına izin verilmiyor. Van Gogh'un gözüyle 90 dakika uzunluğunda bir film izleme şansı elde ediyoruz. 8 yıl içinde 800'den fazla tablo yapan, bunlardan sadece birini satabilen, ölümünden sonra ise modern resmin babası kabul edilerek tabloları milyonlarca dolara alıcı bulan bir sanatçının arızalarının altında yatan nedenlere tam olarak hakim olamamanın verdiği gizemli yanın korunması, ya da zaten kendinden korunaklı olması filmin en önemli yanlarından sadece biri. Bu teknikle çekilmemiş olsa kesinlikle büyük bir etki uyandırmayacak olması, Van Gogh ve eserlerinin bir başka sanat dalına taşınırken ne denli özenli ve yenilikçi olması gerektiğinin altını çiziyor. Zira sanatçı olmanın getirilerinden biri de, kendine "neden gökteki yıldızlar bizim için erişilemez olsunlar" sorusunu sorup ona cevap arama naifliğiyle eserler üretme refleksidir. Belki de bu sebepten bir yıldıza gidebilmek için ölümü göze alabilir.