23 Şubat 2018 Cuma

The Florida Project (2017)


Yönetmen: Sean Baker
Oyuncular: Brooklynn Prince, Bria Vinaite, Willem Dafoe, Mela Murder, Valeria Cotto, Christopher Rivera, Josie Olivo
Senaryo: Sean Baker, Chris Bergoch
Müzik: Lorne Balfe

Florida'da Disney yakınlarındaki Magic Castle adı verilen konutlarda haftalık kirayla yaşayan 20'li yaşlarındaki Halley ve onun 6 yaşındaki kızı Moonee'nin hayatına orta yerinden dahil olduğumuz Sean Baker bağımsızı The Florida Project, anne kızın birbirleriyle ve komşularıyla olan ilişkilerini bir reality doğallığıyla aktaran bir film. Amerika ağırlıklı pekçok festivalde 50 civarında ödül, 80 civarında adaylık elde eden film, bariz bir konuya sahip olmayan, buna ihtiyaç da duymayan bu bağımsız tavrını ilk dakikalarından sonuna dek sürdürüyor. Baker, bu oteldeki insanların rutinlerinden kendine bir tempo yaratıyor, zaman ilerledikçe seyirciden bu tempoya alışmasını talep ederek (veya umarak) bu tarzından taviz vermiyor. Okulları tatil olan Moonee ile arkadaşları Jancey ve Scooty'nin koşup oynamaları, dondurma yemeleri, gönüllerince eğlenmeleri, yaramazlık yapmaları, Halley'nin zaman zaman onlara eşlik etmesi, konutların otoriter ve iyi kalpli işletmecisi Bobby ile sık sık yollarının kesişmesi sahne sahne filmin bu temposunun şekillenmesini sağlıyor. Çocuklara ait bu sahnelerin bir süre sonra yetişkinleri sıkabileceği ihtimalini göz ardı etmeyen Baker, ya bu sahneleri çok uzatmıyor ya da zaman zaman çocukların diyaloglarını parlak ifadelerle süslüyor. Elbette film tümüyle bu kanaldan akmıyor.

Florida, Disney, Magic Castle gibi süslü lokasyonlara tezat biçimde insanların neredeyse üst üste yaşadıkları banliyölerde geçen, adını da Disney'in orijinal adından alan The Florida Project, karakterlerin içinde bulundukları sefaleti, yoksulluğu, ekonomik ve sosyal bakımdan hayatta kalma mücadelesini kesinlikle arka plan olarak kullanmayıp, çocukların mutlu masum dünyalarıyla iç içe anlatan bir yapım. Ama bunu uzun uzun konuşmadan, son derece basit ve anlaşılır biçimde, çoğu kez atmosferiyle yapıyor. Birbirinden çok farklı olan yetişkinlerle çocukların dünyası arasında kesin çizgiler çizmeyip, hepsinin aynı sefalet içinde farklı yorumlanışlarına yuva oluşturuyor. Küçük yaşta anne olan Halley'nin geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, bilmemiz de gerekmiyor. Zira ortada bir baba yok ve bazı geceler dışarıda veya odasında fahişelik yaptığını üstü kapalı yollardan öğreniyoruz. Tahmin edebildiklerimiz üzerine yorum yapmaktan kaçınan Baker, "siz olayı anladınız" dercesine daha çok anne kızın sevimli ilişkisine yoğunlaşıyor. Anne de olsa genç ve uçarı bir karakter olmasının etkisiyle Moonee ile çok iyi anlaşan, doğası gereği ona bir rol model olmak yerine arkadaş olan Halley, tam da bu haliyle filmin naifliği üzerinde tehdit oluşturabilecek tek kişi konumunda. Onun Bobby ile, konutlardaki yakın arkadaşı, aynı zamanda Scooty'nin annesi Asley ile ve başkalarıyla yaşadığı tartışmalarda ne kadar agresif görüyorsak, Moonee ile ilişkisinde o kadar sakin ve mutlu görüyoruz.

Sean Baker'ın çok fırsat bulmasına rağmen özellikle Moonee üzerinden duygu sömürüsü yapmaktan kaçınması, 35 mm çektiği filminin doğal akışında seyirciye de pozitif yansıyor. Ama bu doğallık da kendi içinde acı gerçekliği barındırdığı için kimi zaman yine Moonee üzerinden, özel bir çaba sarf edilmemesine rağmen sessizce yürek burkan anlar izliyoruz. Fazla uzun sürmeyeceğini bildiğimiz anne kızın sefil ama mutlu yaşantılarının, Baker'ın gerekli gördüğü bir müdahale ile değişmesi finali buluyor. Hızlı, dokunaklı ve gergin bir kurguyla işlenen final, filmin geneline aykırı düşmeden, Moonee'yi canlandıran Brooklynn Prince'ın olağanüstü yükselişinin ardından muğlak kalmayı tercih ederek bir miktar hayal kırıklığı yaşatabiliyor. Bunun sebebi, filmin kurduğu ve birbirine kenetlediği iki dünyanın birlikte inşa ettikleri doğallığı böylesi bir belirsizlikle havada bırakması ya da topu seyircisine atması. Bunu da belki Baker'ın o tahmin edebildiklerimiz üzerine yorum yapmaktan kaçınan tutumuna vereceğiz. Sevimliliği ve spontane halleriyle yıldızlaşan Brooklynn Prince yanında, Halley rolüyle Baker'ın Instagram'da keşfettiği Bria Vinaite de ilk filmiyle gelecek için ümit veriyor. Bobby olarak izlediğimiz, bağımsız filmlere olan ilgisini bildiğimiz büyük usta Willem Dafoe'nun performansı için akla gelen ilk tanım ise "güven verici" oluyor. 2015'te iPhone ile çektiği Tangerine ile pekçok ödül kazanan Sean Baker, The Florida Project ile bağımsız film evreninde üstüne katarak doğru yolda ilerlediğini kanıtlıyor.

16 Şubat 2018 Cuma

The Shape Of Water (2017)


Yönetmen: Guillermo del Toro
Oyuncular: Sally Hawkins, Michael Shannon, Richard Jenkins, Octavia Spencer, Michael Stuhlbarg, Doug Jones, Nick Searcy, Nigel Bennett
Senaryo: Guillermo del Toro, Vanessa Taylor
Müzik: Alexandre Desplat

1960'ların Amerikasının soğuk savaş rüzgarları fonunda tasarlanmış 10. Guillermo del Toro filmi The Shape Of Water, gizli araştırmalar yapan devlete ait yüksek güvenlikli bir tesise getirilen amfibik bir yaratık ve tesiste çalışan dilsiz temizlikçi Elisa arasındaki ilişkiyi konu alan fantastik bir dram. Konuya bakarak "bu filmi kim çekmiş olabilir" sorusunun ilk akla gelen cevaplarından birisi del Toro olurdu. Yaratıklar ve canavarlarla arası çok iyi olan del Toro, özellikle The Devil's Backbone (2001) ve Pan's Labyrinth (2006) gibi orijinal dilinde iki filmle vizyonunu göstermiş, aralarda Hollywood yapımı Hellboy, Blade gibi uçuk kaçık serileri yönetmek için aranılan isimlerden biri haline gelmişti. Sonrasında Transformers kabilesinden Pacific Rim ve ağdalı Crimson Peak ile iyiden iyiye Hollywood vatandaşı olup, o vizyonundan uzaklaşan ya da tavizler veren, hatta daha önce çekilmiş bazı filmlerden olay / karakter alıntılayıp kendi senaryolarına uyarlayan yönetmen, aslında özgün konumundan uzaklaşma göstermekteydi. The Shape Of Water ile bu Hollywood alışkanlıklarını kontrolsüzce abartmış olarak karşımıza çıkıyor.

The Shape Of Water, konusu itibariyle şayet 2000 başlarındaki yaratıcı zihniyetle ele alınmış olsa çok daha iyi bir Guillermo del Toro filmi olabilecek iken, muhtemelen del Toro'nun kendisi tarafından (yapımcıların da müdahale veya destekleriyle) bir sürü tanıdık referansı senaryosuna boca etmesi sebebiyle ödül sezonuna yönelik algı yaratmaya oynadığını çok belli ediyor. En son Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet'nin dahil olduğu intihal iddiaları bir yana, tipik bir Beauty and The Beast formülünü hikayeleştiren, ama işi burada bırakmayıp Oscar tarihinde prim yapmış pek çok fikri filme tepeleme koyan del Toro, amaçladığı göz boyama işini gerçekleştirmiş bulunuyor ne yazık ki. Neresinden tutulsa mutlaka bir yerlerden esinlendiği/alıntılandığı bariz bu derme çatma film, artık bir noktadan sonra bu anımsattıkları neticesinde orijinal olmadığını seyircinin gözüne gözüne sokuyor adeta. Amfibik adam tasarımının Abe Sapien (Hellboy) ve Pale Man (Pan's Labyrinth) karışımı gibi durması sadece başlangıç. Bu kadar fazla aşinalıktan sonra "kendisi" olamadığı için inşa etmeye çalıştığı herşey suni kalıyor bana göre.


Karakterlerden başlarsak, başroldeki duyabilen ancak konuşma engeli bulunan temizlik işçisi Elisa'nın rutinleri olsun, naifliği olsun özellikle Amélie'den öykünmeler barındırıyor. Ancak del Toro'nun onu tümüyle naif yansıtmayıp Amélie benzerliğini savuşturmak gibi birazdan bahsedeceğimiz bazı cinsel eklemeleri var. Neyse, onun amfibik dostumuza aşık olacağı kesinliği ise, bu iki "konuşmadan anlaşabilen" aşık zorlamasına alışmamız yönünde bizi güdülüyor. Elisa'yı bu şekilde ayrıcalıklı hale getirip Oscar'a hazırladıktan sonra, çevresini de ona uygun hale getirmeye çalışan del Toro, sanatçı eşcinsel -ki ne sanatçılığı, ne de eşcinselliği elle tutulur hale gelmeyen- komşusu ve akıl hocası Giles'ı onun yanına monte ediyor. Fakat sadece sürekli gittiği kafeyi işleten gence olan ilgisi (ki o da hemen geçiştiriliyor) ile eşcinsel olduğu vurgulanan Giles da üstünkörü karakterize edilince sıra geliyor Elisa'nın iş arkadaşı Zelda'ya. Durmadan kocasını çekiştiren, hem çalışıp hem de evini çekip çeviren sevimli bir siyah kadın olarak Zelda da, basit bir yancı olarak gösterilmemeye uğraşılıyor. Siyah olmasının vurgusu ise del Toro'nun "iyi taraf" ve tabii "Oscar kaygılı" üçlemesinde yatıyor. Dilsiz, eşcinsel ve siyah şeklinde ötekileştirilen bu üç iyi karakter ile işini sağlama alan yönetmenin baş kötüsü olan hükümet görevlisi Richard Strickland ise, Pan's Labyrinth'in müthiş kötü adamı (ve üvey babası) Vidal'i anımsatıyor. Yaratığa işkence eden, evli ve iki çocuklu aile hayatına rağmen Vidal misali ruhsuz bir üvey baba gibi resmedilmesi de yine bir iki sahneyle geçiştirilen çevre düzenlemelerinden.

Guillermo del Toro, bu kadarla yetinmeyip sanki ödülleri garantiye almak için herşeyi göze alabileceğini gösterircesine başka şablonlara başvurmaya doymuyor. 60'larda Amerikan hükümetinin Ruslarla pekçok alanda rekabet halinde olmasından istifade, hikayeye casusluk gerilimi de eklemeye çalışarak iyice dağıldığı için, alameti farikası olan fantastik sahnelerde de feci açıklar veriyor. Örneğin yaratığın ortadan kaybolduktan sonra Elisa'nın onu evinin altındaki boş sinema salonunda tek başına büyülenmiş bir şekilde ayakta The Story Of Ruth (1960) (İncil ve Yahudi yazıtlarından uyarlanmış bir tarihi dram) izlerken bulması, Elisa ve yaratığın banyo kapısını kilitleyip içeriyi suyla doldurması sonucu bir su altı romantizmi yaşamaları, bahsini ettiğimiz üç öteki karakterin, Rus ajanı iyi kalpli doktorun da yardımıyla yaratığı yüksek güvenlikli (!) hükümet tesisinden kaçırmaları tahammül sınırlarını zorlayıcı nitelikte. Zaten aklı başında bir seyirci, bu tesisin yaratığın konduğu bölümünde Elisa ve tuhaf erkek arkadaşının su tankında rahatça piknik yapıp cilveleşmeleri gibi sahnelerle kendisini neyin beklediğine dair hazırlığını yapmıştır. Özünde Creature From The Black Lagoon (1954) ve Beauty and The Beast formülleri ancak bu kadar saçma biçimde senaryolaştırılabilirdi.

Guillermo del Toro belli ki Oscar almayı saplantı haline getirmiş, bu uğurda The Shape Of Water'ı derme çatma bir Oscar paketi haline getirmiş. En son 2006'da Pan's Labyrinth ile En İyi Orijinal Senaryo ödülünü Little Miss Sunshine'a kaptırmasıyla aradan geçen zamanda bolca Oscar gözlemi yaptığı anlaşılıyor. Bu ödül hırsı paçalarından öyle bir akıyor ki, bir ara Elisa'nın hayal kurduğu sahnede siyah beyaza bürünen ekranda Elisa ve amfibik adam sahnede dans ediyorlar, dilsiz Elisa şarkı söylüyor, yaratık da Fred Astaire gibi onunla dans ediyor. Yani anlayacağınız, bu gözlemlerin arasında 5 Oscarlı The Artist (2011) bile kendine ufak bir yer bulmuş. Hem bir Disney filmi gibi görünüp renkli, ışıltılı, sevimli, müzikli anlar yaratarak İsa'ya, hem de mastürbasyon, çıplaklık, seks sahnesi, penis muhabbeti ekleyerek o kadar da sevimli olmadığını göstermek istercesine Musa'ya yaranmaya çalışıyor. İncelikli bir sanat ve görüntü yönetimi, dönemi yansıtan diğer detaylar, filme çok fazla gelen Alexandre Desplat müzikleriyle vitrin sağlama alınarak görev tamamlanıyor. Sonuç olarak The Shape Of Water tam 13 dalda Oscar adaylığı ile yere göğe konamaz hale getiriliyor.


Filmin az sayıdaki pozitif unsurlarının başında Elisa rolündeki İngiliz oyuncu Sally Hawkins geliyor. Fakat bu senaryoda kendisinden beklenen ne ise, sadece onu verdiği söylenebilir. Onun bu yaratığa aşık olmasına ikna olacağımız ne varsa tamamen Hawkins'in çabasının ve doğal duruşunun bir sonucu. Oynadığı her filme belli bir iz bırakan Michael Shannon ise onun peşinden geliyor. İlginçtir, bu rolle hiçbir adaylık dahi almayan Shannon'a karşın, bu filmde gayet düz performanslarını izlediğimiz (iyi oyuncular olduğunu da bildiğimiz) Richard Jenkins ve Octavia Spencer bu suni ödül rüzgarından nasipleniyorlar. Amfibik Adam tasarımı ise, Amazon Nehri’nde bulunmuş, oranın yerlilerinin tanrı gibi tapındığı gizemli ve bilinçli bir su yaratığından ziyade, çoğunlukla evcil hayvan gibi resmediliyor. Hawkins'in çabalarıyla Elisa'nın ona aşık olmasını hızlandırılmış biçimde de olsa sindirme isteğimize rağmen, yaratığın onu benimsemesi sadece duygusuz hayvansal içgüdü sınırlarında kalıyor. Yani del Toro'nun Oscar tuzağına düşmüş dimağlar artık bir yerden sonra filme ne konursa konsun kabullenmek zorunda hissediyor. Trump'ın Meksika sınırına duvar öreceğini duyan Akademi ise, haklı muhalif yaklaşımını Meksikalı del Toro'nun en kötü filmlerinden birini ödüllere boğma haksızlığıyla göstermek istiyor. Bunu yaparken başka filmlerdeki bir sürü güzel emeği görmezden gelerek.

9 Şubat 2018 Cuma

Darkest Hour (2017)


Yönetmen: Joe Wright
Oyuncular: Gary Oldman, Kristin Scott Thomas, Ben Mendelsohn, Lily James, Stephen Dillane, Ronald Pickup, Samuel West
Senaryo: Anthony McCarten
Müzik: Dario Marianelli

Pride & Prejudice, Anna Karenina, Atonement gibi başarılı dönem filmleriyle tanıdığımız Joe Wright'ın yönettiği Darkest Hour, İkinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Winston Churchill'in başbakanlığa getirildiği kritik günleri mercek altına alan yine bir dönem yapımı. Hitler'in kumandasındaki güçlü nazi ordusu Avrupa'yı işgal edip ülkeleri birer birer düşürürken, tehdit İngiltere Krallığı kapılarına dayanmıştır. Başbakan Neville Chamberlain'in başarısız yönetimi sonucu muhalefetin yoğun baskılarına direnemeyen iktidar, bu zor dönemi idare etmesi için bakanlardan Viscount Halifax'ı başbakan yapmak istemektedir. Kral 6. George dahil herkes onu desteklemektedir. Ama önündeki kritik sürecin sorumluluğunu almaktan kaçınan Halifax, ortalık yatışınca bu görevi almayı düşündüğü için, tarihi kararların alınması gereken bu kaos ortamını, muhalefetten de destek alacağını bilerek başbakan yaptıkları Winston Churchill'in sırtına yüklerler. Böylece Gelibolu'da yenilgiye, Hint, Rusya politikalarında başarısızlığa uğramış Churchill'den intikam alma fırsatı da elde edilmiş olur. Churchill ya sorumluluk almaktan kaçınan Chamberlain ve Halifax'ın isteği doğrultusunda Nazi Almanyası ile barışçıl bir antlaşma yolu bulmaya çalışmalıdır ya da milletinin bağımsızlığı ve idealleri için nazilerin karşısında sımsıkı durmalıdır.

Dünya tarihinin en önemli durakları olan I. ve II. Dünya Savaşları kendi kahramanlarını, komutanlarını diktatörlerini, politikacılarını, kıyımlarını, kritik kararlarını, anlaşmalarını yaratmış, sinemaya da sayısız filmle ilham vermiş, hala da vermekte. Öznesi kim veya hangi olay olursa olsun, bu yapımlar tarihi gerçekleri işlerken hem belli bir estetik kaygısı güttükleri, hem de farklı dönemlerden günümüze uzanan kolektif dersler çıkarıcı niteliklere sahip oldukları vakit, sinema ve tarih yönünden eğitici bir kimlik kazanıyorlar. Darkest Hour ise çok tartışmalı bir tarihi figür olan Winston Churchill'in İngiltere tarihinin bu hayati dönemine ilişkin içine düştüğü ikilemi konu alan bir film. Bu karakterleri farklı kültürlere yansıyan dost veya düşman algısından bağımsız, kendi iç politika dinamikleri düzlemi ve bunun sinema sanatına aktarımı açısından değerlendirdiğimizde Darkest Hour iyi bir savaş dramı. Tabii bu kategorinin masa başında ve Churchill odaklı gelişmelerini içermekte. Bu yüzden politik gerilim omurgasına eklediği dram unsurlarına, kimi zaman karikatürize bir Churchill profiliyle mizah da katıyor.


Alman ordusunun kuşattığı müttefik ordularına ait 400 bin askeri kurtarma harekatı olan Dunkirk operasyonunun da perde arkasını izlediğimiz film, Christopher Nolan'ın neredeyse bir zafer biçiminde aktardığı filmden farklı olarak bu mecburi geri çekilme hamlesini allayıp pullamıyor. Zaten Churchill'in en büyük başarısının, insanlık tarihinin gördüğü en kanlı diktatörlerden biri olan Hitler ile anlaşarak ülkesini nazi boyunduruğuna sokmak istememesi olduğunun altı çiziliyor. Dunkirk çekilmesine zaman kazandırmak için gerekirse Calais bölüğündeki askerleri feda etmesi, sivil teknelerin bu operasyona katılmalarını sağlamaya çalışması, halkın sağduyusuna güvenmesi gibi hamleler de bu nihai amaca hizmet ediyor. Onun dışında nevi şahsına münhasır Churchill'in patavatsızlığı, bencilliği içki ve püro düşkünlüğü filmde daha çok mizahi tonlarda yer buluyor. Eşi Clemmie, sekreteri Elizabeth, Kral George ve Hitler ile anlaşma sevdalısı Chamberlain - Halifax ikilisi de filme katkı sağlar biçimde dramatize ediliyor.

Churchill'in Hitler'e teslim olma ve ülkenin bağımsızlığını koruma arasında yaşadığı ikilemde, hangi milletten olursak olalım tarafımız bellidir. Kaldı ki, İngiliz halkının da tarafı belliyken metro sahnesinde olduğu gibi filme fazla ağdalı kaçan duygusal ton ya da o kadar sinir stresin arasında sekreterlerin girmesi yasak olan odaya Churchill'in Elizabeth'i sokup bir de harita önünde ona Dunkirk planını anlatması gerçekten yaşandı mı bilemiyoruz. Bunları 2014 yapımı Stephen Hawking biyografisi The Theory Of Everything'i de uyarlayan senarist Anthony McCarten'a sormak gerek. Üstelik kendisi o filmi bir kitaptan uyarlamışken, Darkest Hour için bu tip detayların ne kadarının gerçeğe dayandığı tam oturmuyor. Ama filmde oturan en önemli şey, harikulade bir makyaj altında harikulade bir Churchill performansı gösteren usta aktör Gary Oldman. Çeşitli festivallerde sadece bu rol ile yaklaşık 25 kadar ödül kazanan Oldman, kariyeri boyunca girdiği sayısız farklı rolün altından iz bırakarak kalkmış bir oyuncu olarak Churchill'in kendine has mimikleri, vücut dili, ses tonu kadar, özellikle gözleriyle ve bazı tepkileriyle de bunu yapanın Gary Oldman olduğunu hissettiren bir kalite ortaya koyuyor. Tabii sanat yönetimiyle, sinematografilerin marka isimlerinden Bruno Delbonnel'in görüntüleriyle, Anna Karenina ile Oscar'a uzanmış Jacqueline Durran'ın kostüm dizaynları ve Atonement ile Oscar'a uzanmış Dario Marianelli'nin müzikleriyle biçimsel olarak her yanından kalite sızan bir prodüksyon. Gary Oldman faktörü olmasa bu elit kadronun ne denli öne çıkıp çıkamayacağını ise asla bilemeyeceğiz.

7 Şubat 2018 Çarşamba

Atomic Blonde (2017)


Yönetmen: David Leitch
Oyuncular: Charlize Theron, James McAvoy, John Goodman, Toby Jones, Roland Møller, Eddie Marsan, James Faulkner, Sofia Boutella, Bill Skarsgård, Jóhannes Haukur Jóhannesson, Til Schweiger
Senaryo: Kurt Johnstad, Antony Johnston, Sam Hart
Müzik: Tyler Bates

Kasım 1989'da Berlin'i ikiye ayıran duvarın yıkılması öncesinde Britanya gizli servisinde görevli olan MI6 ajanı Lorraine Broughton (Charlize Theron) başka bir ajanın öldürülmesini araştırmak üzere Berlin'e yollanır. Ölen ajan Doğu'daki kaynağından bir liste almıştır ve bu listede, iki tarafın çifte ajanlığını yapanlar deşifre edilmiştir. Fakat liste, ölen ajanın üzerinden çıkmaz. Berlin duvarının yıkıldığı gece ajan Broughton'ın üstü olan meslektaşı sokak ortasında vurularak öldürülür. Bunun üzerine Lorraine, Londra'ya dönerek başından geçenleri anlatır. Biz de bu flashbackler sayesinde yaşananları izlemeye başlarız. Tabii bu uzun skeçlerin bitiminde tekrar sorgu odasına döneriz. Antony Johnston'ın grafik roman serisi The Coldest City'den Kurt Johnstad'ın uyarladığı,  Hollywood'un en tecrübeli dublörlerinden biri olan David Leitch'in yönettiği Atomic Blonde, Bourne serisi ile ivme kazanan, dönem dönem vasat örneklerle seyirciyi sınayan becerikli ajan maceralarından biri. Bana göre de o vasat örneklere dahil edilesi türden.

80'ler ruhunu, bol bol neon ışığı ve gayet iyi seçilmiş new wave, post-punk, synthpop şarkılarıyla hallettiğini sanan, halbuki dünya tarihinde önemli yeri olan Berlin Duvarı'nın yıkılma dönemi dekoru olmasa, günümüze yakın bir zaman diliminde bile sırıtmayacak filmdeki bu özensiz detaylandırmalar genele hakim görünüyor. Kendisiyle ilgili yazılarda sıklıkla John Wick adının telaffuz edilmesi, onu bir Jane Wick yapmıyor. Leitch bu tip pazarlama numaralarından mutlu mudur bilinmez. (Zaten bu filmde ilk John Wick filminin görüntü yönetmeni Jonathan Sela ile çalışmış.) Berlin, Budapeşte, Londra gibi lokasyonlar, kendisini takip eden ajanlardan kaçarken Lorraine'in sığındığı sinemada Tarkovsky'nin Stalker'ının gösteriliyor olması gibi göndermeler, James McAvoy, Eddie Marsan, Toby Jones, James Faulkner gibi kaliteli İngiliz oyuncular, Roland Møller, Bill Skarsgård, Sofia Boutella, Jóhannes Haukur Jóhannesson, Til Schweiger gibi uluslararası yan figürlerle filmini daha ilginç kılmaya çalışan Leitch, basit bir aksiyon olarak anılmamak için elinden geleni yapmış.

Leitch bu kaygılarını biçime de yansıtmak isteyerek, merdivenlerde başlayıp diğer dairelere sıçrayan 10 dakikalık plan sekanstan oluşan kavga sahnesinde olduğu gibi bazı farklar yaratmak istemiş. Aslında plan sekans olmadığını bilmemize rağmen keyif veren bu 10 dakika, belki de Atomic Blonde dendiği zaman aklımıza gelecek yegane an olacak. Lakin bir bütün olarak iz bırakabilmesi için çok daha fazlasına ihtiyacı vardı denebilir. Filmin en büyük yükünü taşıyan Charlize Theron, her ne kadar Mad Max: Fury Road gibi bir aksiyon operası ile bu kulvarda da müthiş işler çıkarabileceğini gösterse dahi, saha ajanı Lorraine Broughton olarak Furiosa'nın yarısı kadar bile etmiyor. Çünkü senaryo onu kimseye güvenmeyen, soğuk nevale, balmumu Charlize Theron olarak görmek istiyor. O da bu işi fazla ciddiye alıyor gibi görünmeyip, Leitch koreografileri dışında ödüllerle tescillenmiş performansını hasır altı ediyor. Geçmişine dair bilgilendirilmediğimiz, temelinde ne tip bir psikolojiye sahip olduğunu veya yeteneklerini bilmediğimiz Lorraine ile özdeşlik kurmak zor. Leitch, bize onun CV'sini vermeden işe almamızı istiyor. Bu kadar uğraşmasına rağmen çerezlik olmaktan kurtulamadığını, güvendiği twisti de iyi organize edemeyip erken ele verdiğini düşündüğüm Atomic Blonde, ruhsuzluğuyla kuru sıkı bir aksiyon olmaktan öteye gidemiyor.

1 Şubat 2018 Perşembe

Three Billboards Outside Ebbing, Missouri (2017)


Yönetmen: Martin McDonagh
Oyuncular: Frances McDormand, Woody Harrelson, Sam Rockwell, Lucas Hedges, Peter Dinklage, Abbie Cornish, Clarke Peters, Zeljko Ivanek, John Hawkes
Senaryo: Martin McDonagh
Müzik: Carter Burwell

Missouri'nin Ebbing kasabasında vahşice öldürülen Angela'nın katili 7 ay sonra bile bulunamayınca, annesi Mildred Hayes radikal bir karar alır. Ebbing çıkışında kullanılmayan üç billboardı kiralayıp üzerlerine hala çözülemeyen cinayetle ilgili polisleri suçlayıcı mesajlar yazdırır. Bölgeden sorumlu saygıdeğer polis şefi William Willoughby'yi de içeren bu mesajlardan rahatsızlık duyan polis teşkilatı ve bazı sakinler Mildred'a karşı cephe alırlar. Willoughby'ye babası gibi bağlı yardımcısı Dixon, Mildred'ın bu protestosunu kişiselleştirerek kirli oyunlara başvurur. In Bruges ve Seven Psychopaths'ten sonra merakla beklenen yeni Martin McDonagh filmi Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, yine bu güçlü kalemin elinden çıktığını her haliyle belli eden bir yapım. Bu üç filmiyle suç senaryolarına yeni bir soluk getirerek boyutlandıran, görünen referansları Tarantino, Coen, Ritchie olmasına rağmen demlendikçe kendine has özellikleriyle artık kendisi bir referans haline gelen McDonagh, Three Billboards ile bu çizgisini sürdürüyor.

McDonagh'ın 2006'da Six Shooter ile En İyi Kısa Film Oscarı, öncesinde de yazdığı tiyatro oyunlarıyla onlarca ödül kazandığını tekrar hatırlatarak onun ne kadar geniş bir vizyonu olduğunu, henüz üç filmi olmasına rağmen güçlü ve tecrübeli bir senarist olduğunu tekrar vurgulamak gerek. Bizi orta yerinden hikayeye sokan McDonagh, aslında Mildred'ın aldığı karar sonucu (kendisinin de haber spikerine söylediği üzere) bir dizi olayın daha başlangıcında olduğumuzu gösteriyor. Herkesin birbirini tanıdığı küçük kasaba tutuculuğuna fazla gelen bu karar, aylarca adalet bekleyen ve artık sabrı kalmayan Mildred ile emniyet teşkilatını karşı karşıya getiriyor. Konusu en fazla iki cümleyle özetlenebilecek McDonagh senaryolarının derinliği, bu özeti detaylandırmada, o detayları kimi zaman iç içe geçirdiği, kimi zaman arka arkaya sıraladığı kara mizah ve dram dengesinde hissediliyor. Tebessüm ve ciddiyet birkaç saniye arayla seyirciyi yokluyor. Hatta çoğu zaman aynı sahnede, aynı replikte kendini gösteriyor. Mesela billboardların altında çiçek dikerken Mildred'ın yanına gelen bir ceylana söyledikleri "reenkarnasyon" ve "Doritos" kelimeleri içeriyor ve kesinlikle sakil durmuyor. Evde Mildred, eski kocası Charlie ve oğulları Robbie'nin yaşadıkları kısa şiddet anı, tansiyonu yükselttiği kadar tuhaf biçimde güldürüyor da. Bu tip sözel ve fiziksel sahneler tasarlamayı çok iyi bilen McDonagh, olayı birbirinin ucuna eklenmiş skeçler bütünü haline getirmeyip zamanlaması kendine has bir üslupla kurguluyor.


McDonagh, In Bruges'de sadece Ray ve Ken gibi iki anti kahraman ile suç hikayesini ustalıkla örgütlerken, Seven Psycopaths'te Marty odaklı daha geniş bir karakter yelpazesini de idare edebileceğini göstermişti. Mildred'ın merkezde olduğu Three Billboards ise, bu merkez etrafında onun kararını sorgulayan diğer yan karakterlerin varlığıyla şekilleniyor. Ama birçok senarist açısından meydan okuma sayılabilecek, altından kalkılması güç olan önemli bir fikir, McDonagh'nın ellerinde bambaşka yerlere gidebiliyor. Bu önemli fikir, Mildred'ın adalet arayışının sadece adalet sağlayıcıları muhatap alması. Yani ortada muhatap alınacak bir katil olmadığı için, intikam olgusu da devre dışı kaldığı için, kanser sebebiyle ölmek üzere olan iyi niyetli ve iyi yürekli polis şefi Willoughby bu güçlü kadının bir numaralı hedefi haline geliyor. Bu haliyle her senaristi zorlayacak duruma çözüm olarak, annesiyle yaşayan, şiddet eğilimleri olan, ırkçı ve çocuksu şerif yardımcısı Dixon gibi tekinsiz bir tipleme yaratan McDonagh, yine tecrübesiyle onu çok iyi dizayn ederek seyirciye hedef saptırtıyor. Çünkü Mildred gibi güçlü, inatla adalet arayan, sahici bir kadının karşısında bir kötü istiyoruz ki, o adalet bir şekilde tecelli etsin. Ama McDonagh'nın size vereceği kötünün de kesinleşmiş tam bir tarifi yok.

Martin McDonagh, uzun süre peşinden koştuğu Frances McDormand'ın canlandırdığı Mildred Hayes ile beyaz perdede gördüğümüz en güçlü kadın karakterlerden birini kazandırıyor. McDormand da en başta hüznü, sonra pişmanlığı, alaycılığı ve soğukkanlılığıyla Mildred'ın tüm hislerine hakim biçimde son yılların en iyi performanslarından birini sunuyor. Zaten bu rol, onun gibi güçlü bir oyuncudan başkasına mutlaka büyük gelirdi. Seven Psychopaths'ta da izlediğimiz Woody Harrelson ve Sam Rockwell ile yine çalışan McDonagh, bu tercihin boşuna olmadığını gösteriyor. Özellikle Dixon öyle iyi yazılmış bir rol ki, Sam Rockwell ayarındaki bir oyuncu da gayet iyi işler çıkarabilirdi. Ama iki aşamalı bu rol için ilk aşamadaki alaycı, tekinsiz, suça ve şiddete meyilli rollerin biçilmiş kaftanlarından biri olan Rockwell, ikinci aşamanın senaryo canlılığının ve dönüşümünün üstesinden gelmesini çok iyi biliyor. Ortada öyle bir metin var ki, canlı olduğu kadar yılgın, karamsar olduğu kadar ümitli, Willoughby'nin mektupları gibi doğrudan olduğu kadar onlarca sahne ve replik kadar kestirilemez niteliklere sahip. Ana karakterler yanında Mildred'a ümitsizce tutkun James, Charlie'nin yaşından büyük laflar eden genç sevgilisi Penelope, naif billboardcu Welby, Dixon'ın ürkütücü biçimde sevimli annesi, siyahlara eziyetleriyle ünlü Ebbing polis teşkilatının başına gelen siyah polis şefi Abercrombie gibi incelikli McDonagh yan karakterleri, senaryonun etrafını birer dantel gibi sarıp sarmalıyorlar.


Kötü adamdan geçilmeyen McDonagh filmlerindeki kötülük tanımının karşılığı şehirden şehire giderken yol üstünde suç işleyip kaçan hiç görmediğimiz biri de olabilir, bir şerif yardımcısı da, bir dişçi de... Mildred'ı bu billboard kararından vazgeçirmek için evine gelen, ondan da muhteşem bir tirad ile ayar yiyen bir rahip de olabilir. Hatta kızı Angela arabayı istediğinde ona vermeyen, Angela'nın "umarım yolda tecavüze uğrarım" dediğinde "umarım uğrarsın" diye cevap veren Mildred da bu karşılığa dahil edilebilir. Kötü olmak için yasadışı işler yapmak gerekmez. Geciken adalete karşı tahammülsüzlüğümüz, öfke anında sevdiklerimize söylediklerimiz, suç işlemesek de işleyenlere tepkisizliğimiz, fiziksel veya mevkisel otoritemizle güçsüzleri ezmemiz bizi pekala kötü yapabiliyor. Fakat er ya da geç bunların hepsinin bir şekilde telafisi bulunuyor. Bir mektup, bir molotof kokteyli, bir bardak portakal suyu sizi dönüştürebiliyor. Gözyaşı ve mizah birbirine o kadar yakın ki, McDonagh tiyatro oyunu yazmanın karakter/insan odaklı kodlarını hiç es geçmiyor. Asıl aksiyonunu yazdığı diyaloglardan elde ediyor ve bunları her coğrafyaya kolayca uyarlayabiliyor. Londralı McDonagh bazen Brüjlü, bazen Hollywoodlu, bazen Missourili olarak sanki senaryosunu yazarken bir yola çıkıyor ve ne yapacağına yolda karar veriyor.