26 Aralık 2008 Cuma

The Hottest State (2006)


Yönetmen: Ethan Hawke
Oyuncular: Mark Webber, Catalina Sandino Moreno, Laura Linney, Sonia Braga, Michelle Williams, Ethan Hawke
Senaryo: Ethan Hawke
Müzik: Jesse Harris

William ve Sarah bir barda tanışırlar. Kısa sürede önce arkadaş, sonra sevgili olurlar. William oyuncu, Sarah müzisyendir. The Hottest State’in konusu bu kadar. Ama hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlamamız için hayattan yeterince ders almış olmamız gerek. Kaprisler, kaçamak oynaşmalar, doğru kişi olup olmadığını anlamaya yönelik sinsi sınavlar, başka bir şey düşünmeye fırsat vermeyen, uyku uyutmayan, kalp atışını hep belli bir hızda tutan, çoğu zaman da arttıran o adını koymaya çekinilen dürüst şapşallık hissi. William ve Sarah aşkı buluyorlar. Aşk üzerine çözümlemelerde bulunmak hem gereksiz, hem de bir ihtiyaç halini alıyor. The Hottest State’de ise bu iki hali birden yaşamak olası. Fakat özellikle ihtiyaç kısmına daha çok kafa yorduğu belli. O ihtiyacın altındaki, o ihtiyacı duyan bilincin altındaki fırtınanın başka başka sebepleri de olmuştur hep. Yani aşk duygusu, sadece birisini sevmekten ibaret değil aslında. Birisini severken ne kadar genç olursanız olun, araya hep diğer tecrübelerinizin de farkında olmadan sızdığını bilin. Sadece aşkta da değil, nefrette, intikamda, hoşgörüde, mutlulukta bile sürekli bir sızma mevcuttur. Aşık olduğumuzda başka hiçbir şey düşünemediğimizi sanırız. Halbuki bilincimizin merdiven altında o kadar çok şey uyandırılmıştır ki!

İşte William bu uyanışa, o sızmaya vakıf olmaya başladığı ve bunun üzerine gittiği için çok özel bir karakter. Bir insanı bu uyanışa ve bu sorguya iten sebep ise terk edilmek. Will ve Sarah arasında yaşanan onca güzel duyguya, ciddiyete, tutkuya, paylaşıma rağmen, bir gün Sarah, biraz zamana ihtiyacı olduğu bahanesiyle Will’den ayrılmak istiyor. Sanki ona aşık olmamak için onunla yatmaktan korkan, sonra doğru zaman olduğuna karar verip kendini teslim eden, Will’i cadı annesiyle tanıştıran, Meksika’da evlenmenin eşiğinden dönen kendisi değilmiş gibi. Oysa araya sadece bir parça uzaklık girmişti. Sarah’da ne değişmişti? Gözden uzak olan gönülden de ırak olur diye bir laf var. Bunun doğruluk payını kabul etsek bile, özlem duygusuna ne diyeceğiz? Will, Sarah’yı özlüyor, Will, Sarah’ya kavuşmak için bir sürü para ödeyip erken uçağa yer buluyor, Will, Sarah’dan özür dilemek için erkeklik gururu diye bir olguyu çöpe gönderecek çılgınlıklar yapıyor, Will hayatında tanıdığı en insana benzeyen kişinin Sarah olduğunu söylüyor. Will terk edilmeyi hazmedemiyor. Will, Sarah’yı seviyor!

Peki ya Sarah? Will’in durumuna bakarak Sarah’yı sadece onu test etmek için gönderilmiş ruhsuz bir dişi olarak görmek isteyebilirsiniz. Ama aşk söz konusu olduğunda ve terk etme/terk edilme bizim başımıza gelmediği sürece hep bir haklı, bir haksız arayacağız. Aşk, çift taraflı düşünebilmenin imkansızlaştığı bir durum. Aşk bencil bir duygu. O kadar bencil ki size, aşık olduğunuz kişiyi kendinizden daha fazla sevdiğinizi düşündürebilecek kadar da kör edici. Kendimizi Sarah’nın yerine koyabiliyor muyuz? Ethan Hawke bunu istiyor mu? Bir bakıma evet. Çünkü Will’in sürünmesini, sorgulamasını, kabullenememesini ,olgunlaşmasını görmek istiyor. Bunun için Sarah gibi duygusal dengesizliğinin kendisi de farkında olan bir kadını Will’in karşısına çıkarıyor. İki tarafta bu ilişkiyi istemiş olabilir. Ama zamanla bunlardan birinin diğerinden sıkılabileceği gerçeğini “gerçek” olarak bir karaktere yüklediğinde, terk edenin penceresinden bakma fırsatını da tepmek istemiyor Hawke. Will kadar Sarah’ya yoğunlaşmasa da, Sarah’yı anlayabilmemizi sağlayabilecek gerekli kodları da iliştiriyor. Will ve Sarah’yı yer değiştirmiş olarak düşünelim. The Hottest State’e bakışımız nasıl olurdu? O kadar karmaşık bir kader ki, bir maço, bir feminist, centilmen bir kovboy, kalpsiz bir fahişe, bencil bir inek, korkak bir şıpsevdi, mangal yürekli bir melek ve şu an aklıma gelen yüzlerce isim/sıfat bütünleşmesi de yer değiştirecekti belki. Yani mesele kadın-erkek meselesi değil. Bazen adaleti olmayan bir duygudan söz ediyoruz. Zaten birgün bitecek ve sizi ilk günkü heyecanından mahrum bırakacak bir duygu ne kadar adil olabilir ki? İşin acı tarafı, iki kişiden herhangi birinde bu hissin sonuna gelinmişlik, diğeri için iyileşmesi zaman alacak acıların başlangıcı haline geliyor. Ya sürdürebileceğiniz kadar bu yalanı yaşamaya devam edecek, ya da terk edileceksiniz.

 
 
Terk edilmek, terk edilen kadar, terk edenin de terk edildiği bir durum. Bunu bir kelime oyunu sanmayın. Taraflardan biri diğerini terk ettiğinde aslında her ikisi de terk edilmiş oluyor. Onları terk eden ise aşkın ta kendisi. Tabi hasar raporu her ikisi için de aynı rakamı göstermiyor. Terk eden için hafifleme, terk edilen için ağırlaşma söz konusu. Çiftler ölene dek hiç ayrılmasalar bile aşkın taze kalması beklenmemeli. Ekmek gibi bir ihtiyaç, ama bayatlıyor, küfleniyor, kuşlara yem ediliyor veya çöpe atılıyor. Terk edilme noktası ile herkesin kendi yoluna gitmesi arasındaki sürecin çok sancılı olduğunu terk etmiş veya terk edilen biri bile anlayabilmeli. Her ikisi de kendini haklı gösterecek nedenler üretmeye başlıyorlar. Aşk bitince ortaklık da bitiyor. “Meğer sen buymuşsun”dan bir sonraki evre, uydurma sevgililerle kıskandırma gayretleri, denize düşünce sarılınan yılanlar veya kendini oyalamaya/kandırmaya yönelik fuzuli meşguliyetler ile “hala güçlüyüm” evresi oluyor. Bizi istemeyen, bir süre sonra nasıl oluyorsa birdenbire zaten bizim de istemediğimiz oluyor. Dostça ayrılmak diye bir şey var mı sahiden? Nasıl oluyor bu? Benim etrafımda hiç olmadı. Olsa da zaten "dostça ayrıldık, hala arkadaşız" diyen bir çiftle de dostça ayrılmak gerekir bence. En mahrem duygularını paylaştıktan sonra yollarını ayıran bir çiftin bundan sonra aşka ve arkadaşlığa karşı daha donanımlı olması gerekirken verdikleri "biz hala dostuz" mesajı, "evet biz biraz salağız, ilerde aynı hatayı başka insanlarla yine tekrarlayıp başka kalpler kıracağız" ile aynı şey benim cehaletime göre. Ayrıldıktan sonra acı çekmemek, sürünmemek, ders almamak, olgunlaşmamak, değişmemek (evet değişmemek) demek, yaşanılmış olan şeyin aşk değil, basit bir uçkur kontrolü veya boş zaman aktivitesi olduğuna işarettir. "Ben aşk acısını yaşadım, ama hiç değişmedim" diyebilen aşık, kendisinden habersiz şekilde yaşayan bir ottur sanki. Öldürmeyen şey güçlendirirse eğer, güç de bir değişim değil midir?


William anlam veremediği terk edilişine anlam bulmaya çalışırken aslında bunu yanlış yerde, Sarah’nın kapısının önünde arıyor. Oradan alacağınız cevap "biraz zamana ihtiyacım var" olunca bunu anlamlandırmaya çalışmak, hele de Will gibi iflah olmaz bir aşık için delirme noktasına gelmek oluyor. Bu süre zarfında Will’in Sarah’ya karşı özür, geri dönme, tekrar eskisi gibi olma çabalarını acıyan gözlerle izliyoruz. Evet, belki siz olsanız aynı şeyi yapmaz, erkekliğinize leke sürdürmezdiniz ve Will’in çok bilmiş babası gibi “sevmekten vazgeçenler sevilmeye değmez” diye düşünebilirdiniz. Ama bunu Will’e anlatabilmek için onun acısını yaşamış olmanız gerekir. 8 yaşından beri babasız büyümüş, 21’ine geldiğinde her şeyi toparlaması gerekirken daha da parçalamış olduğunu düşünen, bir erkek olarak kadınlara karşı nerede hata yaptığını bilmeyen, cevaplar arayan, ama etrafında kimseyi bulamayan bir adam için üstesinden gelmek zorunda kaldığı şeyin farkında olmayan bizler, ekran karşısında sadece birer seyirciyiz.

 
İşlerin tıkanmaya başladığı, aşk tabusunun sorgulanmaya başladığı an, Will için bir dedektif gibi yanıt arama zamanı. Hayatının düzene girmeme sebepleriyle yüzleşmek, artık kaderi olduğunu düşündüğü terk edilme nedenlerini araştırmak için çaresizce tanıdığı insanlara başvuruyor. Kendisini tanıyan insanlara. Çünkü Will, Sarah ile yaşadığı aşktan hiç pişmanlık duymamıştır ki! “Bazen öyle biriyle tanışırsın ki, geçmişte yaptığın hiçbir şeyden pişman olmazsın. Çünkü tüm yaptıkların seni o kişiye ulaştırmıştır” diyen kendisidir. Şimdi içine düştüğü çaresizlik, hayatındaki her şeyi gözden geçirmesine sebep olmuştur. Okul, iş, aile hayatlarımızda karşımıza çıkan dertler, zaman zaman bize her şeyi terk etme hissi verirken, terk edilmenin başa açtığı dert neden bu kaçıp gitme duygusunu vermez? Çünkü anlam veremediğimiz bir şey ise cevaplar lazımdır. The Hottest State’in en önemli başarısı da bu çaresizlik duygusunu Will’in kırık kalbini hep öyle tutarak, bu sayede cevaplar için oyuncu/seyirci herkesi savaşa çağırarak denemesinde yatıyor biraz da. O cevaplar da bu saatten sonra ne kadar iyileştirici olabilirse artık.

Sarah’dan aldığı yanıtlardan zaten tatmin olmamış Will, (hocaya sınav sorularının cevaplarını sormak, üstelik belki cevabı kendisinin de bilmediği bir hocaya sormak gibi bir şey) önce annesine yöneliyor. Ondan aldığı bunaltıcı nasihatler yanında, ya sorunları idare edip mutlu, ya da onların üzerine gidip sefil olacağı dersini alıyor. Sonra da en önemli kişiyi, bu hale gelme müsebbibi olarak gördüğü babasına Sarah ile olan ayrılığının sebebini soracak kadar çaresizleşiyor. O güne kadar Will’e en mühim öğüdü "Teksas’ı kalbinden asla silme" olan bir babadan ne kadar sağlıklı cevap alabilirse artık. Kitabında “çocukken bütün insanların sana hayallerinin peşinden koşmanı söylemeleri, büyüyünce bunu denemeye kalktığında sana sırt çevirmeleri garip değil mi” cümlesini kuran Ethan Hawke, Will’in babasını bu şekilde planlarken (ve filmde onu kendisi oynarken) sanki kendi ihmal edilmişliği ve olgunlaşıp baba oluşuyla mı yüzleşiyor acaba?. Anne-babası daha 3 yaşındayken ayrılmış bir evlattan, oyuncu eski eşi Uma Thurman’dan doğma iki çocuk sahibi bir babaya uzanan hayatının belli belirsiz bir hesaplaşma olduğunu düşüneceğiz. Ama romanı yazdığı 1996 yılında Ethan Hawke, klibini de kendisinin çektiği Stay isimli kalp kırığı şarkının sahibi Lisa Loeb ile beraberdi. 10 yıl sonra kitabını senaryolaştırdığı zaman boşanmış ve geride iki çocuk bırakmış bir baba olarak Will’in ne yaptığını kendisinin bile tam olarak bilmeyen babası Vince’i oynamasına anlam yüklemek istiyor insan. Sıcak bir yatakta, bir sandalyede, arabanın arka koltuğunda, huzursuz bir yatak odasında başlayan hayatlar nerelere kadar gidiyor, anne karnından, baba kucağından hangi tutarsız sevgililere uzanıyor ve nerede gerçeği buluyor, işte The Hottest State bunu anlatıyor. En sıcak eyalet olan Teksas’ın, işine gelmediğinde ne kadar soğuk olabileceğini anlatıyor.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Transsiberian (2008)



Yönetmen: Brad Anderson

Oyuncular: Emily Mortimer, Woody Harrelson, Ben Kingsley, Eduardo Noriega, Kate Mara, Thomas Kretschmann, Colin Stinton

Senaryo: Brad Anderson, Will Conroy

Müzik: Alfonso Vilallonga

The Machinist ile 2004 yılının en iyi kara filmlerinden birine adını yönetmen olarak yazdıran Brad Anderson’ın 4 yıl aradan sonra çektiği Transsiberian merakla bekleniyordu. Sibirya Ekspresi ile Çin’den Moskova’ya yolculuk yapan evli bir çift ile, yine trende karşılaştıkları sırlarla dolu bir başka çiftin arasında geçen gerilimli suç öyküsü şeklinde özetlenen filmin ne geriliminden, ne de suç tarafından etkilendim. Bu aralar sıklıkla iki adet çift üzerinden yaratılan gerilim/korku/maceralar gırla gidiyor. Dörtlüyü kurmuşken oturup okey veya sessiz sinema oynayacakları yerde, sürekli başlarını derde sokan, sonra da kabahati kötü adamlara yükleyen bu sıkıcı insanlardan ilginçlik üretmeyi de başaramayan, ürettiğini düşündürüp boş yere göz boyamaya oynayan her zamanki hikayelerden biri bana göre. Sadece kendi çapında kurduğu hikaye bütünlüğünü götürüp nereye bağlayacağına dair bir merakla izlediğim Transsiberian, son yılların modası olduğu üzere Amerika ve İngiltere gibi İngilizce konuşan, terör paranoyasını gittiği her yere taşıyan süper güçlerin Avrupa (özellikle de Rusya) fobileri üzerine bir başka zayıf halka olmaktan öteye geçiyorsa, onun sebebi de olsa olsa, seçkin oyuncu kadrosunun bireysel gayretlerindendir.

Emily Mortimer
her zamanki gibi elinden geleni yapmakta. Özellikle artık dünya üzerinde neredeyse konuşmadığı İngiliz aksanı kalmayan usta aktör Ben Kingsley’in canlandırdığı Rus polis şefi Grinko yorumu göz doldursa da, bence karakterin yeterince geliştirilememiş tasarımı filmin genel vasatlığına eşlik edercesine özensizce havada kalmış. Ayrıca The Machinist’in de görüntü yönetmenliğini yapmış olan (Alejandro Amenábar'ın yeni filmi Agora için de çalışan) İspanyol Xavi Giménez’in çekimleri bile aman aman bir tat vermedi. The Machinist’in gölgesinde zaten hiç şansı yok. Öyle bir gölge olmasa dahi, matruşkalarla uyuşturucu kaçıracak kadar süper zeki bir film işte. Karlı havanın üşütmesini, trenin klostrofobisini hissedememiş olmak şahsi problemim olabilir. Ama şu hikayenin gelişiminin ve sonucunun alışılmadık veya özgün bir yapıda olduğunu düşünmemek konusunda yalnız olmadığımı biliyorum.

20 Aralık 2008 Cumartesi

H (2002)


Yönetmen: Jong-hyuk Lee
Oyuncular: Jung-ah Yum, Jin-hee Ji, Seung-woo Cho, Ji-ru Sung, Woong-ki Min
Senaryo: Jong-hyuk Lee
Müzik: Sung-woo Jo

Kurbanlarını kadınlardan seçen Shin-Yun adlı bir seri katil polise teslim olur ve idam cezasına çarptırılır. Öte yandan iki hamile kadın acımasızca katledilir. İşin tuhaf yanı bu iki kadın, Shin-Yun hücresinde ölümü beklerken öldürülmüştür. Ama ölüm şekilleri Shin-Yun’un karakteristik cinayet yöntemleriyle öldürülmüştür. Davayı üstlenen ve haliyle başlarda hiç iyi geçinemeyen Mi Yun ve Kang isimli iki dedektif, kapanan Shin-Yun dosyasını yeniden açarlar ve araştırmalarına başlarlar. Buldukları bir şüphelinin izini sürerler. Bu şüpheli aynı yöntemlerle bir cinayet daha işler ama bu kez dedektifler onu yakalar ve öldürmeyi başarırlar. Dava tekrar kapandı diye düşünülür. Fakat kopya cinayetler hala devam etmektedir.

Görüldüğü üzere gayet esrarengiz bir konusu olan film, prodüksyon ve kurgu olarak da başarılı bir duruşa sahip. Avustralya’lı görüntü yönetmeni Peter Gray’in de katkılarıyla neredeyse tüm teknik detaylarını halletmiş bir yapım olarak H, bunca pozitif özelliğine rağmen bir bütün olarak ele alındığında ne yazık ki, her seri katil gerilimi sevene bekleneni verebilecek dört dörtlük bir film değil. Bazı filmler vardır, tüm teknik donanımına, hikayesinin ilginçliğine, rolünün hakkını veren oyuncularına karşın bittiğinde silinip gider, geriye pek bir şey bırakmazlar. Bana göre H de bu filmlerden biri. Sorunun ne olduğunu da tam bilemiyorum. Belki fazlaca temiz görünümü, bir cinayet gerilimine kan uyuşmazlığı yaratmış olabilir. Fakat bence en önemlisi, elinde patlayan ve bütün filmi mantık erozyonuna uğratan sürpriz sonu olsa gerek. Psikolojide Shin-Yun’un becerisinin bir açıklaması var mı bilemiyorum ama varsa bile bu kadar abartılmayı gerektirmiyordur mutlaka. Filmin dikkat çeken bir yönü de Marathon, Love Phobia, The Classic gibi başarılı Güney Kore dramlarının sevimli ve yetenekli genç aktörü Seung-woo Cho’yu az ve vasat bir performansla kötü adam Shin-Yun olarak karşımıza getirmesi. Son olarak yazıp yöneten Jong-hyuk Lee’nin ilk ve şu ana kadar tek filmi olduğunu da ekleyelim.

17 Aralık 2008 Çarşamba

A Man Who Was Superman (2008)


Yönetmen: Yoon-Chul Jeong
Oyuncular: Jeong-min Hwang, Gianna Jun, Ji-hee Jin, Woo-seon Seon, Young-hwa Seo
Senaryo: Yoon-Chul Jeong, Jin-ho Yun

Çevresine yardım etmeyi yaşam biçimi haline getirmiş orta yaşlı tuhaf bir adam, şehrin sokaklarında yaşlıların çantalarını taşıyıp onları karşıdan karşıya geçirmekte, çocuklara yardım etmekte, olmayacak yerlere çöp dökenlere kızmakta, yankesicileri kovalamakta, yaralıların, zor durumda kalmışların imdadına yetişmektedir. Kendisinin Superman olduğunu iddia eden bu adam kısa zamanda halkın olduğu kadar medyanın da dikkatini çeker. Onunla ilgili bir program hazırlaması istenen güzel yapımcı Soo-jung, deli saçması olarak gördüğü bu haber işini bir an önce bitirmek için harekete geçer. Ama çantasını kaptırdığı bir yankesiciyi yakalayan, üstelik kendisini bir kamyonun altında ezilmekten kurtaran Superman’ın hikayesine ilgi duymaya başlayınca, kamerasını alıp bu ilginç adamı çözmeye çalışır. Onun hikayesinde umduğundan çok daha fazlasının olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlayacaktır.

Yönetmen Yoon-Chul Jeong, 2005 yılında senaryosunu yazıp yönettiği Marathon ile, zihinsel özürlü bir genç olan Cho-won’un masalsı olduğu kadar gerçekçi başarı öyküsünden çok güçlü bir dram elde etmişti. Bu kez yine zihinsel problemi olduğunu düşündüren, kendisini Superman olarak tanıtıp insanlara yardım etmeyi ütopik bir misyon haline getirmiş ilginç bir adamın masalsı sevimliliği ile dramatik hüznü arasında Marathon’dakine benzer bir denge tutturduğu yeni öyküsünü anlatıyor. Marathon’da Cho-won’un çocukluk ile gençlik arasında gidip gelen kendine özgü hayal dünyası, A Man Who Was Superman’de yetişkinliğe kadar uzanan ileri bir boyuta kapılarını açıyor.


Her iki filmin de en mühim ortak noktalarından biri, tüm o sevimli, eğlenceli, fantastik masalsı ifade biçimlerinin tamamen hayatın katı gerçeklerine hizmet eder nitelikte olması, tadında bırakılması, bu sayede göze batmaması. Oluşturdukları çekirdek öyküye sadık kalarak, ama bunun yanında onu katmanlaştırmak için hem anlatım, hem de tür açısından yeniliklere açık olarak bir denge sağlamak kolay bir ifade şekli sayılmaz. Yani komedi unsurlarından bolca faydalandıktan sonra tek bir kırılma noktasıyla tamamen ters bir yola sapmak, fakat bunu neredeyse hiç yadırgatmayarak yoluna devam etmek, üstelik finalde bu zıtlıkların üzerine daha fazla gidip onları kaynaştırarak yere sapasağlam basan bir sona ulaşmak senaryo kadar, özel bir yönetim ve kurgu hakimiyeti gerektirir.

Ancak bu beceriler sıklıkla görmezden gelinir, komedi ve fantastik anlatımlarından ötürü hafife alınır, alay edilir. Güney Kore sinemasında fazlaca rastlanan bu eğilimin ortaya çıkardığı kimi örnekler, sırf iddia ettiği gerçekliğe yeterince samimi yaklaşamadığı, komedi kredisini hoyratça harcadığı, drama yönü eğreti kaldığı için bu aşağılamayı da hak eder bana göre. Neticede böyle bir karışımı benimsemiş türlerde yer alan komedi unsurlarının, dram örgüsüne hizmet etmesi beklenir. Yüzde şu kadarı komedi, yüzde şu kadarı dram diye bir ölçekten söz edilemeyeceği için, iş tamamen senarist ve yönetmenin ellerindedir. Hele de Yoon-Chul Jeong gibi kendi yazdığını yönetme şansı bulmuş birinin yapacağı balans ayarı, yapılan tercihleri daha özgür kılacaktır. İşte bana göre bu özgürlükten ikinci defa (yönetmenin Marathon’dan sonra çektiği ikinci filmi Shim's Family’yi görmedim) yararlanmasını bilmiş olan Yoon-Chul Jeong’un Süperman yorumu da tüm bu komedi, dram, fantezi, gerçeklik, denge, tercih, özgürlük diziminden nasibini almış bir Süperman

Süper kahraman dediğimiz karakter kimdir? Onun doğuştan veya sonradan kazandığı süper güçleri kendisini hangi anlamda “süper” yapar? Bu tip soruların cevapları ortadadır ve biz bu cevapları verirken sadece ölümlülük ve normallik sınırları içinde kalamayıp, mutlaka fantastik motivasyonlarına da değinmek durumunda kalırız. Mantık sınırı diye bir durumdan söz edilemez. Ancak süper güçlerini kullanma durumunda kalmadıkları, “insan” oldukları anlardaki çıplaklıklarını irdelerken “insan”lıklarına yaklaşırız. O bölgeye girdiğimizde ise sadece sabit bir kötüyle olan husumetine, trajik geçmişinin tetiklediği intikam ateşine, hiçbir yere varmayan romantik ilişkisine, kendisini yaratan yazarın hayalgücüne endeksli başka evrenlerde olup bitenlere veya sahip olduğu süper güç ile insan zayıflığı arasında sıkışan kişiliğinin açmazlarına saplanırız.


Süper kahramanın en önemli varlık sebeplerinden biri insanlara yardım etmektir. Bunu topyekün dünyayı kötülerden kurtararak yapmak kolaycılığı onu süper yapmak için yeter de artar. Zaten süper kahraman dediğimiz kişi tonlarca ağırlığı tek başına kaldıran, eciş bücüş düşmanlarını yerle bir eden, gözlerinden alevler çıkartan biri değil midir? Kişisel çıkarları uğruna insanlara ve çevreye zarar vermeyi şiar edinmiş kötü adamın kıçını tekmelemek her şeyi halleder. Peki bir süper kahramanın insanlara iyilik yapması için mutlaka bir kötü adam faktörü mü olması gerekir? Kötü adamın gazabından kurtarmaya çalıştığınız insanoğlunun birbirine ve çevresine yaptığı kötülükleri hangi sınıfa sokacağız? İşte A Man Who Was Superman’in yaklaşmak istediği noktalardan birinin de bu olması, onu özel bir film yapıyor. İyilik yapmanın, sadece dünyayı kötülerin elinden kurtarmaktan ibaret olmadığını, süper kahramanlar yüzünden küçük iyiliklerin geçerliliğini yitirdiğini veya bu iyiliklerin süper kahramanın süperliğine hafif gelen aktiviteler olduğunu dolaylı da olsa eleştiriyor. Ne de olsa bir süper kahramanın yaşlı bir kadını karşıdan karşıya geçirmekten daha mühim işleri vardır.

Karşılaştırmayı teke indirip, doğrudan filmin muhatabı olan kostümlü Superman’i ele alalım. Güney Koreli Süperman’ımızla karıştırmamak için de kendisine “Clark Kent” diye hitap edelim. Clark Kent’in süperliğine ait bildiğimiz ne varsa bizim gariban Süperman’de de aynısı var. Uçması, baktığı şeyin içini görebildiği ve lazer deliciliği sağladığı ışın saçan bakışları, objeleri dondurduğu nefesi, “kel adam” ile olan husumeti, alnına düşen perçemi, göğsündeki “S” harfi, kırmızı pelerini… Filmde hepsinin son derece anlamlı, kasıtlı, mantıklı, zeki ve biraz da alaycı kullanımlarını görüyoruz. Bu özellikler Güney Kore Süperman’inde o kadar insani ve dünyevi ki, Clark Kent’teki bu özelliklerin özümsenişi ve sıradan bir adama uyarlanışı, çok yaratıcı anti-süper bir samimiyetten besleniyor. Mesela sigara içen birinin ciğerlerini görebilmeniz için Süperman’ın röntgen bakışlarına ihtiyacınız olmuyor veya bir hayat kurtarmak için bazı durumlarda süper güçten önce cesarete ihtiyaç duyuluyor.

Uçmak! Bir süper kahramanın en çok ihtiyaç duyduğu yetenek. Bu filmde uçmak üzerine o kadar güzel, anlamlı, coşkulu ve trajik yorumlar mevcut ki, hep ütopik bir romantizm beslediğimiz bu fiile yapılan göndermeleri Süper Adam olmanın “süperliği” ve “iyiliği” ile bağdaştırmak, uçmak kadar yerçekiminin varlığını da hesaba katmanın önemiyle yan yana çok şey ifade ediyor. Poz vermeye yönelik veya fantastik amaçları olmayan bir uçmaktan söz ediyoruz.

Tabii film bu gerçekliğin fantastik halini de sunuyor. Hatta hem fantastiğini, hem de gerçeğini kurgulayış biçimiyle “böyle de olabilirdi, ama ne yazık ki hayat acı gerçeklerle doludur” iletisini yan yana veriyor. Ayrıca Clark Kent’in süper güçlerini kullanmasını engelleyen kriptonit zaafının bir benzerine de sahip olan Süperman’ın filme saklamak istediğim, kriptonit ile mükemmel özdeşleşen bu zaafını Güney Kore tarihinde kara bir leke olarak duran 18 Mart olayları ile ilişkilendirme zekası, filmin onlarca artısına bir diğerini daha ekliyor. Konuştukça tadı kaçacak bu harika ilişkilendirmeler hakkında filmden alıntıladığım bir cümle, özellikle film izlendikten sonra çok daha düşündürücü olacaktır: “Gerçekte kim olduğumu unutmam için kafama kriptonit koydular!”


Yoon-Chul Jeong’un bu güzel senaryosuna hayat veren Süperman rolündeki Jeong-min Hwang'ın A Man Who Was Superman’in ilk yarısındaki sempatik ve canlı performansını ikinci yarıda, hele de o enfes finalde kapıp götüren bir drama dönüştürme becerisi takdir edilmeyecek gibi değil. İki farklı yeteneğini dengelemesini çok iyi bildiği söylenebilir. Filmin bir başka denge unsuru da, Daisy, My Sassy Girl, Il Mare gibi kaliteli yapımlardan tanıdığımız güzel ve yetenekli oyuncu Ji-hyun Jun. Filmde Süperman’in hikayesinin peşine düşüp, kendi dönüşümünü geçiren TV yapımcısı rolüyle filmin duygularını dizginlemiş mantıksal kanadını başarıyla temsil ediyor.

Bir arketip olan Süperman’in nihai amacı hakkında pek bilgim yok. Keza, onun gibilerin insanlara yardım etmeyi nasıl algıladıkları hakkındaki fikirlerim belli bir şablonun dışına çıkamıyor. Ama ilettiği dünya barışı, çevre duyarlılığı, insan sevgisi, dürüstlük, cesaret mesajları yanında, şu küçücük Güney Kore filmi “eğer insanlara yardım etmezsem, nasıl yardım edeceğimi unuturum” diye bir cümle kuruyorsa, sesine kulak verilmeyi hak ediyordur. Bu yılın en iyi süper kahraman filmi hiç kuşkusuz The Dark Knight… Ama sevimliliği, cesareti ve Hawaii gömleğiyle bu Güney Koreli süper kahramanın sesine de kulak vermek hiçbir şey kaybettirmeyeceği gibi, çok şey de kazandıracaktır.

10 Aralık 2008 Çarşamba

The Assassination Of Jesse James By Coward Robert Ford (2007)

 
Yönetmen: Andrew Dominik
Oyuncular: Brad Pitt, Casey Affleck, Sam Rockwell, Paul Schneider, Jeremy Renner, Garret Dillahunt, Sam Shepard, Mary-Louise Parker
Senaryo: Ron Hansen, Andrew Dominik
Müzik: Nick Cave, Warren Ellis

Yıl 1881. 34 yaşındaki Jesse James, hem soygun planlamakta, hem de onu yakalayarak ödül kazanmak isteyen düşmanlarına savaş açmaktadır. Fakat kimin dost kimin düşman olduğunun belirsizliği onu şaşırtacaktır. Zira kendi çetesindeki adamlar bile tekin değildir.

The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford’u bir kez izledikten sonra tuhaf biçimde ikinci kez izlemek sanki bir görev gibi gelmişti bana. Çünkü bu türden ve bu üsluptan hoşlanmayanlar için eziyet haline gelebilecek Jesse James Suikastı, mükemmel bir film. Fakat westernlere ve onların sinemada pek fazla üzerine düşülmeyen hüzünlü altyapısına sempatiniz varsa bu filmi ve 2005 John Hillcoat yapımı The Proposition’ı kolkola birer başyapıt olarak görmeniz mümkün. Yine de The Proposition’ın sürükleyici bir western macerasının epik bir ambiyans içinde yoğrulmuşluğundan biraz farklı olarak, Jesse James Suikastı’na bir efsane anlatımının içine yerleştirilmiş biyografik bir western dramı denebilir.

Western tabirine uyan bir aksiyon perspektifi olmamasına ve edebi hissiyatla ele alınmış, aceleci davranmayan kurgusuna karşın, kendi iç felsefesi dahilinde oldukça sürükleyici bir yapısı da var. Günümüz gözüyle bakarsak, bir mafya ailesinin iç hesaplaşmasını andırıyor. Goodfellas mantığıyla da anlatılabilecek bir suç efsanesini, anlatıcısı, kahramanları, kötüleri, müzikleri ve doğal atmosferiyle masalsı biçimde ele almak, gişe ekonomisi açısından ciddi bir kumar. Ancak Yeni Zelanda’lı yönetmen Andrew Dominik meseleye sanatsal açıdan daha yakın durduğu için böylesine olgun ve güçlü bir sinema dili ile söylenenlerin, kesintisiz aksiyon, vızıldayan kurşunlar, iyi adam-kötü adam şeklinde tek boyuta indirilmiş karakterler görmeye alışkın ortalama izleyiciye pek hitap etmediği açık. Kovboy onuru ve vahşi bir coğrafyada hayatta kalma mücadelesinin birey üzerindeki etkilerinin psikolojik yansımalarını öne çıkarma gayretindeki milenyum westernlerinin bu tavrı gayet anlaşılır aslında.


Yukarıda sözü geçen ve geçmeyen tüm western klişelerini günümüzde kullanmak, sinemada western kültürü ile bir şekilde içli dışlı olmuş insanlara yeni bir şey vaat etmiyor. Herkesin belindeki silahlarla sağlamaya çalıştığı bireysel adaletlerin, soyulan bankaların/trenlerin, sarsılan aile değerlerinin ve en önemlisi iyi-kötü sorgusunun daha bir öne çıktığı içe dönük, fakat çok boyutlu bir yola girmesi kaçınılmazdı. Jesse James Suikastı da bu yolun yolcusu, hatta o yolun yanına yan yollar da açtığı şimdilerde olmasa bile, daha sonraları anlaşılabilecek yüreklilikte bir yapım. Çok derin, felsefi, koyu bir hüzün var içinde. Ama öte yandan bağıra çağıra dile getirmediği güçlü bir gerilimi de muhafaza ediyor bünyesinde. Tren soygunu, Jesse James’in ayrı ayrı Ed Miller ve Charley Ford ile konuştuğu sahneler, yine Jesse James’in sofrada bulunduğu anlarda havada hissedilen gerilim, Wood Hite’ın Ford’lara yaptığı baskının nefes kesen doğal aksiyonu, elbette suikast sekansı ve dahası…

Bu gerilimin oluşumundaki en büyük etken Brad Pitt’in sağı solu belli olmayan, dengesiz, alaycı, ama her halükarda karizmatik Jesse James yorumu. Yüzündeki tekinsiz gülümseme ve kötücül duruşu kadar, dipten gelen hüznünün üzerine biraz daha gidilmesini isterdim. Her ne kadar o hüzün film boyunca hiç yakamızı bırakmıyor olsa da, özellikle çok kısa geçilen bir Pitt sahnesine dayanarak böyle düşündüm: Dick Liddil ile gittiği bir hanedeki çocuğu acımasızca patakladıktan sonra dışarı çıktığı andaki ruh hali çok dokunaklı geldi bana. O sahnedeki kötü Jesse James’in içine kısacık da olsa bakabildik. Böyle sahnelerin ekonomik kullanımlarına da anlam veriyorum. Jesse James’i yakın plan hüngür hüngür ağlarken göstermek anlamsız olurdu. Bizi istediği havaya sokmuş olan film zaten her türlü gücü ve zayıflığı betimleyebiliyor. Zayıflık yönü de Robert Ford aracılığıyla çok manidar biçimde vurgulanıyor. Azılı bir kanun kaçağı efsane haline gelirken, onu öldürdüğü halde bir türlü kahraman olarak görülmeyen Robert Ford’a en iyi cevabı halk ve tabii ki söylediği şarkıyla Nick Cave veriyor.


O Nick Cave ki, baştan aşağı The Proposition gibi başyapıt bir western yazmış, Jesse James ve Robert Ford’un hikayesine de müzikal anlamda bu kadar vakıf olması çok doğal. Yine Warren Ellis ile birlikte yaptığı müzikler, filmin bütün zamanına mekanına hakim ve alabildiğine hüzünlü. Aynı şekilde filmin bütününe sinmiş olan Jesse James korkusunun ve ağıtının Brad Pitt yorumu üzerine daha çok şey söylenebilir. Ondan sonra en çok Charley Ford rolündeki Sam Rockwell’i beğendim. Herhangi bir duyguyu vermekten aciz bulduğum Casey Affleck’in yarattığı ruhsuzluğun üzerini en iyi Rockwell örtüyordu bana göre. Jesse James korkusunun ne demek olduğunu gayet iyi biçimde izleyene aktarabilmiş olan Charley Ford performansının incelikleri, Brad Pitt’in gölgesinde kalsa da filme yakışır düzeydeydi. Hatta sözünü ettiğim Jesse James-Ed Miller sohbetinde aktör Garret Dillahunt’ın tedirgin performansı da görülmeye değerdi. Rockwell’in Jesse James’i yumuşatmak, korkusunu bertaraf etmek adına Charley Ford’a yüklediği traji-komik, ezik, zoraki kahkahalar savuran, kaypak ve korkak özellikler tam isabetti. Yazmakla, konuşmakla tüketilmesi zor, hatta birçok yönden tüketilmesi zor anıtsal bir yapım The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford

5 Aralık 2008 Cuma

Assembly (2007)


Yönetmen: Xiaogang Feng
Oyuncular: Hanyu Zhang, Chao Deng, Heng Fu, Fan Liao, Naiwen Li, Wenkang Yuan
Senaryo: Heng Liu

1948 kışında Çin’de, Özgürlük Ordusu ile Milliyetçi Ordu arasında çok kanlı savaşlar gerçekleşmektedir. Özgürlük Ordusu’nun 9. bölük komutanı Yüzbaşı Gu Zidi’nin başarıyla idare ettiği saldırıların ardından ön saflara doğru sürülmesi de kaçınılmaz hale gelir. Yaklaşmakta olan düşman birliklerini karşılaması için eski madenlerin bulunduğu bir bölgeye mevzilenen Gu Zidi ve ordusu, çok kalabalık asker gücü karşısında direnmekte zorlanır. Üstlerinden, zor durumda kaldığında borazan sesini duyduğu an geri çekilme emri alan Gu Zidi, birkaç askerin duymasına rağmen kendisi geri çekil borusunu duymayınca kanlı bir mücadele sonrası kendisine yakın 46 adamını yitirir. Birkaç gün sonra bir hastanede gözlerini açtığında ise aklı hala bu trajik geçmiştedir. Adamlarını kaybettiği madenlerde hiçbir cesedin bulunamaması ve ısrarla duymadığını iddia ettiği geri çekil borusunun yarattığı kızgınlık ve suçluluk duygusuyla tüm bunları aydınlatmak için mücadele etmeye karar verir.

Çin-Hong Kong ortak yapımı Assembly, etkileyici bir savaş sekansıyla açılıyor. Hem prodüksyon, hem de kurgu açısından çok güçlü bu bölüm, her ne kadar dinmek bilmeyen bir aksiyon izleyeceğimiz yönünde çıkarımlara yol açsa da, Assembly aslında çok çarpıcı bir savaş dramı. Aksiyon yönünden kendini ispat eden film, sürekli bu ata oynayıp, bunu koz olarak kullanmaya çalışmıyor. Cebinde iyi bir hikayesi var ve esasen ona sadık kalmaya çalışıyor. Nitelikli bir savaş dramı görmek isteyenlere istediklerini verecek kapasiteye sahip. Özellikle Gu Zidi’nin kalkan olarak kullanılan birliğindeki adamlarını yitirmesinin ardından, onların kayıp bedenlerini bulma ve hak ettikleri onurlarını teslim ettirme yönünde girdiği tek kişilik diplomasi savaşı filmin temelini oluşturuyor.

“Savaşın galibi, onuru, gururu, kahramanı olmaz” gibi söylemlerden, tarafların temsil ettiği komünist-milliyetçi safların politik çağrışımlarından uzak bir ruh haliyle izlenmesi gerekeceği gibi, bir komutanın kendine bağlı askerlerine karşı duyduğu sorumluluk duygusunu sadece savaş haline bağlı bir düzlemde algılamaktansa, daha geniş bakış açılarıyla değerlendirmenin de anlamlı kılacağı bir yapım. Bu onur mücadelesini perdeye kusursuz biçimde yansıtan ise, ikinci filmiyle Çinli oyuncu Zhang Hanyu oluyor. Kurnaz, cesur, babacan ve biraz da gariban bölük komutanı Gu Zidi karakterini, bir savaş bilgesi ile sivil hayat acemisi arasında gidip gelen göz kamaştırıcı bir gerçekliğe büründürüyor. Yaşanmış olaylardan uyarlanmış olmasının yüklediği sorumluluğun altından başarıya kalkmış olan Assembly, türünün usta örneklerinden.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Karla (2006)


Yönetmen: Joel Bender
Oyuncular: Laura Prepon, Misha Collins, Patrick Bauchau, Emilie Jacobs, Alex Boyd
Senaryo: Joel Bender, Manette Rosen, Manette Beth Rosen, Michael D. Sellers
Müzik: Shawn K. Clement, Tim Jones

90’lı yıllarda Kanada’da gerçekten yaşanmış bir dizi cinayet ve tecavüz olayından uyarlanmış Karla, “Ken ve Barbie Cinayetleri” adında basında yer bulmuş bu dehşet verici olaylar serisini başarıyla perdeye aktarmış bir film denebilir. Karla’nın tüm hikayesini, hapiste şartlı tahliyesi için rapor verecek uzmana anlatırken izliyoruz. Karla ve Paul çifti, Paul’ün tecavüz saplantısını paylaşmaya karar verince dönüşü olmayan sapıkça bir yola giriyorlar. Tüm iğrençliklerine tanık olmasına rağmen Paul’ü sevmekten hiç vazgeçmeyen, ona bakire kızkardeşini sarhoş edip sunan, hatta onunla evlenen Karla’nın psikolojik durumu, katıksız bir sapık olan Paul’den daha ilginç ve ad konmakta zorlanılacak türden. Paul’den aşırı şiddet gören, aşağılanan, onun tecavüz ve cinayetlerine seyirci kalan Karla’nın gerekçelerini film boyunca merak ediyoruz. Aşk, tutku ve korkunun birbirine karıştığı psikolojisini anlamakta zorluk çekiyoruz.

Gerçek yaşamda bundan daha dehşet verici olayların vuku bulduğu düşünülürse filmin sunduğu (üstelik bazı kaynaklara göre hafiflettiği) gerçeklerin abartılmadığı anlaşılabilir. Zaten olay Kanada’da geçmiş olmasına rağmen hiçbir Kanadalı sinemacı filme almak istememiş. Bir başka dedikoduya göre Paul rolündeki oyuncu Misha Collins, bir keresinde film yüzünden Kanada’ya girmekte sorun yaşamış. Tüm bunlar, filmin başarısına işaret sayılabilir. Ama teknik açıdan bakıldığında tam olarak yetkin bir film yok. IMDB puanının düşüklüğü de ya bu teknik gerekçelere, ya da büyük ihtimalle rahatsızlık verici tavrına yorulabilir. Yaşanan gerçek olaylar çok sarsıcı olunca, film nasıl işlerse işlesin, bir şekilde kendini sonuna kadar izletmeyi, rahatsız ve sinir etmeyi başarıyor. Yine de güzelliğini gizemiyle birleştiren Laura Prepon ve her sahnesinde sinirlerle oynayan Misha Collins’in oyunları, Karla’yı ileri taşıyan diğer önemli unsurlar olarak göze çarpıyor.

30 Kasım 2008 Pazar

[Rec] (2007)


Yönetmen: Jaume Balagueró, Paco Plaza
Oyuncular: Manuela Velasco, Ferran Terraza, David Vert, Jorge Serrano, Pablo Rosso
Senaryo: Jaume Balagueró, Paco Plaza, Luis Berdejo

Yerel bir TV kanalı için “Siz Uyurken” adlı bir gece programı çeken muhabir Ángela ve kameraman Pablo, itfaiyecileri ziyaret ederler. Çekimler sürerken bir ihbar gelir. Bir apartmandaki daireden tuhaf çığlıklar yükselmiş, rahatsız olan komşular ise durumu polise ve itfaiyeye bildirmişlerdir. Bunu programları için bir fırsat bilen Ángela ve Pablo izin alarak bu ufak operasyonu görüntülemek üzere ekibe katılırlar. Olay yerine geldiklerinde giriş katında birkaç polis ve apartman sakinlerini görürler. Binadaki yaşlı bir kadın cinnet geçirmiştir. Yangın söndürmek dışında daha basit operasyonlara da katılan görevlilerin işi kolay gibi görünse de durum aslında hiç de sanıldığı kadar basit değildir. Çünkü apartmanda tuhaf şeyler döndüğünü anlamaları fazla uzun sürmez. Bir süre sonra da bina şüpheli biçimde karantinaya alınır. İçeride mahsur kalan bir grup insan için korku dolu saatler başlar.
  
Tamamını filmdeki kameraman Pablo'nun çekimlerinden izlediğimiz [Rec], Jaume Balagueró ve Paco Plaza isimli iki İspanyol’un yazıp yönettiği, birçok organizasyonda ödüller almış çok ilginç bir korku/gerilim örneği. Cloverfield, The Blair Witch Project, The Last Horror Movie gibi çok başarılı örneklerine rastladığımız bu teknik, bütün gücünü bu hareketli kameranın sağladığı gerçeklikten alıyor. Ortada bir senaryo olmadığı hissi veren, doğaçlamaya müsait ve en önemlisi kendisi de bir kurgu olduğu halde, kurgu yapımların sağladığı yapmacık tavırlardan farklı olarak ürkütücü bir atmosfer yaratması yönünden [Rec], bu türün (şayet dijital teknik açısından buna bir tür demek doğruysa) en iyi örneklerinden birisi olmuş denebilir. Bir ev, bir oda, bir kasaba gerilimini oluşturan basmakalıp düzeninden hareketle bu kez bir apartman gerilimi yaratılmaya çalışılması da ilginç bir yaklaşım. [Rec], zaman zaman kurmacalığını hissettirse de, 70 küsür dakikalık süresinin büyük bir bölümünü diken üstünde geçirtme becerisine sahip. Kameranın sağladığı amatör bakış ve belgesel doğallık, kurmacanın getirdiği saldırılar, yaralanmalar, çığlıklar ile bir araya geldiğinde ürpertici bir kimya ortaya çıkıyor. Bu teknik aynı zamanda deneysel çekim ve kurgu oyunlarına da elverişli olduğu için, yaratıcılığı öne çıkaran, destekleyen bir özgürlük de sağlıyor.

Filmin başrolü varsayabileceğimiz kameranın gücü çok büyük. Olayları adeta seyircinin korkan, panikleyen, oradan oraya kaçışan gözü ile gördüğünden, binaya tıkılıp kalma hissini de damarlara zerk ediyor. Kameranın, onun sallantılı kadrajlarının, bilinçli oyunlarının kattığı gerçeklik, izleyenin bakış açısına göre kişileşiyor. Yani kamera, ekran karşısındaki bizlerin bir çift gözü olmaya soyununca bakış da değişiyor, kişiselleşiyor. İnsanın içindeki röntgenci, korkak, cesur, meraklı özelliklerini tetikliyor. Hem asi, hem de itaatkar davranıyor: Mesela girmemesini istediğimiz yerlere girebiliyor, bakmaması gereken yerlere bakabiliyor. Haliyle bize gösterdikleri de sıradan bir TV kamerasının göremeyeceği bir şiddeti belgeliyor. Bunun yanında izlerken tam olarak idrak edemediğimiz kritik bir sahneyi geri sarıp tekrar gösterebiliyor. Elbette onu kullananın bir insan olması, bu özellikleri bir kameradan çok o insana yüklüyor gibi görünüyor. Fakat geri alma, aniden kayda girme, ışığıyla karanlığa el feneri olma, hele hele de gece görüşü özelliğiyle klostrofobi yaratma özelliklerini gördüğümüzde bunu yapanın bir yönetmen veya kameraman olduğu gerçeğinden önce, bu imkanı sağlayanın bir kamera olduğu gerçeği daha öne çıkabiliyor.


Özellikle filmin girişinde itfaiye binasında yapılan çekimler, bunun kurmaca bir film olduğunu bilmeden izlense sahiden bir reality şov olduğunu düşündürecek kadar doğal. Keza apartman sakinlerinin bazı bölümlerde oyunculuk yönünde yarattığı hava da öyle. Ancak panik ve terör baş gösterdikten sonra bu doğallığa hiç de sırıtmayan oyunculuk numaraları da serpiştiriliyor. Kaldı ki bunların arasında samimi bulunmayan numaralar olsa bile, bu durumu filmin dijital doğasıyla örtüşen amatör canlandırmalar olarak algılamak da mümkün. Bu küçük detay bile [Rec]’in orijinalliklerinden biri sayılabilir. Elbette kapalı mekan gerilimi, bulaşıcı hastalık gerilimi, hatta zombi gerilimi formüllerine başvuran yapısıyla ve daha önce örnekleri sunulmuş tekniği sayesinde tümüyle yenilikçi bir film sayılmaz. Fakat tüm bu saydıklarımız, korku janrı dahilinde yeniliklere açık denemeler ve [Rec] de deneyen, araştıran, arı gibi çalışan bir film. Yarattığı apartman atmosferi bir korku filmi için neredeyse nimet. Kameranın yarattığı tedirgin hareketlilik, dışarıdan spotlarla aydınlatılmış karanlık apartmanın pencerelerinden sızan ışığı sunuş biçimi ile birleştiğinde tam bir dehşet ortamı yaratılmış. Sadece bu atmosfere sırtını dayamayan film, hep zinde tuttuğu, finale doğru iyice yükselttiği tansiyonu finalde artık zirveye çıkarıyor. Tavan arasındaki kilitli dairede geçen final sekansı, apartman gerilimini zifiri karanlık tek bir daireye indirerek deyim yerindeyse rahat yüzü göstermiyor. Gece görüşü ile yapılan çekimlerin sağladığı tüyler ürperten gerilim, türün meraklılarının ayaklarını yerden kesecek kadar sağlam.

Buna benzer çoğu gerilimin içine düştüğü, bana göre oldukça gereksiz “yaşanan kaosu herhangi bir gerekçeye dayandırma” zorlaması burada da görülüyor. Tabi ki bu durum göreceli bir ihtiyaç. Bazı izleyenler izledikleri gizemli olayların daha makul, daha bilimsel bir sonuca ulaştırılmasını, ölen insanların yaşadıkları tuhaflıkların ölmelerine değecek bir neticeye bağlanmasını arzu ederler. Gizemli olayların veya yaşanan şiddetin altında yatanları aydınlatmak adına bilimsel bazı gerekçeler bulmaya (bazen de uydurmaya) çalışmak böyle filmlerin özellikle son bölümlerinin iki ayağını bir pabuca sokabiliyor. Buna benzer gerekçelerle filmi şişirmektense finali muğlak kılmak çok daha anlamlı olabiliyor. Muğlak bir final demek, karamsar bir final demekle çoğu zaman aynı anlamı taşıyor. Böyle bir final ise tamamen kişisel bir tercihten ibaret. Her zevke hitap etmiyor.

Bu manada 2005 Neil Marshall filmi The Descent ile [Rec] arasında ortak noktalar gördüm. Aslında The Descent, bilimsel açıklamalara uygun bir zemini olmasına rağmen, hiç buna kafa yormaya çalışıp ağırlaşmadan kendi tarzını ve gerilim takvimini şekillendirmeye uğraşmış pesimist bir filmdi. Bunda da bana göre son derece başarılı oldu. [Rec] ise insanların çıldırma sebeplerini kendince haklı bir zemine oturtmak adına “gerekçe bulma” yolunu seçmekte. Fakat bunu yaparken sözünü ettiğim ağırlaşma yerine şaşırtıcı biçimde bu gerekçeyi kendi gerilim özünde sindirmeyi, biraz daha geri plana atmayı başarıyor. Yani milyon kere işlenen “kontrolden çıkan bilimsel bir deney”in küflenmişliği bile, filmin özgün gerilim anlayışının önüne geçmeyi başaramıyor.


Blair Witch Project ve Cloverfield da bu tekniğin güzide örnekleri. Birisi hayalet, diğeri canavar filmleri geleneğine dayanmış olmasına rağmen onları farklı kılan yegane özellik bu hareketli kamera kullanımı. Normal şartlarda sabit kamera + özel ses/görüntü efektleriyle çekilseler bu kadar ilgi çekerler miydi tartışılır. Mesela Cloverfield’ın Godzilla’dan ne farkı kalırdı? Fakat Blair Witch’den finaldeki kulübe sahnesi dışında hiç ürkmediğimi, hatta efsane cadı üzerine yeterince gizem ağı örülemediğini düşünüyorum. İşin en önemli kısmı da burasıydı bana göre. Keza Cloverfield nereden geldiği belli olmayan, ama nihayetinde ne olduğu belli olan bir yaratığın yarattığı terör üzerine aslında “büyük” bir filmdi. Büyüklüğünden kastım, pahalı özel efektlerin gazladığı masraflı bir yapımdan ziyade, gizemli küçük ayrıntıları tercih etmemesi, bireysel korkuları deşme yerine daha çok kaostan beslenen kitlesel korku üzerine yoğunlaşmasıydı. Zaten metro sahnesi bence de koskoca filmin korku namına en etkili olduğu bölümdü. Ne zaman açık alanlardan, caddelerden, sokaklardan kurtulup dar, kapalı, karanlık ve havasız mekanlara geçiyorsunuz, işte o zaman bu kamera gücünün iki katı etki gösteriyor. Yine de Cloverfield, Godzilla formülünü ve bütçesini bağımsız bir cesaretle bu tekniğe adamasıyla ve bu canavarın nereden, nasıl, niçin geldiği üzerine fazla kafa yormayıp içeriğini şişirmek yerine doğrudan panik atmosferine kilitlenmiş olmasıyla takdiri hak ediyor.

Bir de bu tür filmleri izlerken yer yer aklımıza takılan, biraz yüzeysel gelebilecek de olsa bir ayrıntıyı dile getirmek isterim. Adı geçen her üç filmde yaşanan o kadar panik, kaos, korku, gerilim ambiyansına rağmen devamlılığın bozulmayışı, ya da daha anlaşılır şekilde kamerayı kullanan kişinin panikleyip canını kurtarmak için kamerayı bir kenara bırakma düşüncesinde olmayışı da düşündürücü. Buradaki motivasyon da çok önemli aslında. Çünkü bu teknikle samimiyete oynayan filmler, herşeye kulp takan bir kısım seyirciyi az da olsa oyalayabilmeliler. Blair Witch’de belgesel çekme amaçlı üniversite öğrencilerinin, [Rec]’de TV programı çeken bir kameramanın motivasyonlarının anlaşılabilirliği daha kolay sanki. Ama Cloverfield’da ise sadece yaşanan sıra dışı bir olayı kameraya çekmek isteyen sıradan bir gencin motivasyonunu sırf merak duygusuna bağlamamız gerekiyor.


Üstelik diğer iki filmden biraz farklı olarak “kamerayı fırlatıp canının derdine düşme” hissiyatının en fazla duyulabileceği tam bir savaş ortamında bu merakı anlamlandırmamız gerekiyor. Tabii ki öyle bir merak olmaz diye bir şey yok. Yine de bu üçlü arasında kamerayı taşıyanın motivasyonu söz konusu olduğunda en ikna edici olanı [Rec] sanırım. Çünkü her ne olursa olsun, bir TV kameramanının mesleki kaygıları veya onu kameraman yapan kişisel merak özelliklerinin toplamında yaptığı çekimler, kamerayı bırakıp canını kurtarma fikrini sürekli erteliyor. Bu da [Rec]’in var olan inandırıcılığına katkı sağlıyor. Blair Witch filminde öğrencilerin motivasyonları da buna benzer bir merak duygusu ile hareket etmekte. Fakat özellikle kendi aralarındaki hararetli tartışmaları bile filme almalarını anlamlandırmak biraz daha zor. Her ne kadar orada hayalet düşüncesinin sinirleri yıpratmış olduğu vurgusu iyi yansıtılmış olsa da, kahramanımız el kamerası orada haksız biçimde bireysel ve yüzeysel tartışmaların sıradan bir izleyeni konumuna indirgenmiş. Yani sırf kaybolma duygusunu vermek adına her sözün kaydedildiği çekimlerle dramatize olmaya çalışıldığı açık edilmiş, samimiyet biraz zedelenmiş bana göre.

Genel olarak önceki kalıplar ile kendi yenilikçi tavırlarını harmanlayıp bir “melez” peydahlamış The Descent ile [Rec] arasındaki pesimist kardeşlik, kendileri adına küçük, gerilim sineması adına büyük adımların sesini duyuruyor. Ripley’ler, Rambo’lar veya karton kahramanlar yaratmadan da pür korku ambiyansı meydana getirilebileceğinin vurucu örnekleri adeta. Hatta [Rec], The Descent’den bu yana izlediğim en iyi korku/gerilim.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Burn After Reading (2008)



Yönetmen: Ethan Coen, Joel Coen
Oyuncular: Frances McDormand, George Clooney, John Malkovich, Brad Pitt, Tilda Swinton, Richard Jenkins, Elizabeth Marvel, J.K. Simmons, David Rasche
Senaryo: Ethan Coen, Joel Coen
Müzik: Carter Burwell

Alkolik olduğu gerekçesiyle CIA’deki işinden kovulan emekli ajan Ozzie Cox (John Malkovich), intikam almak için bildiği gizli bilgileri bir CD'ye kaydeder. Cox’un boşanmanın eşiğinde olduğu eşi Katie (Tilda Swinton) CD'yi çalar ve gittiği spor salonunda unutur. Salonda çalıştırıcı olan Chad (Brad Pitt) ve aynı yerde yönetici olarak çalışan Linda (Frances McDormand), Chad’in tesadüfen bulduğu CD ile Cox’a şantaj yapmaya başlarlar.



Coen biraderlerin kara mizah haritasını artık çoğumuz biliyoruz. Yani biliyoruz da bilmiyoruz. Belki de sadece kara mizah olduğunu biliyoruz ama o mizahı nasıl hikayeleştirip, işleyeceklerini, sonucunu nereye bağlayacaklarını asla kestiremiyoruz. Kim, ne zaman, nasıl ölür veya ölür mü, ölmez ise ne olur, kazanır mı, kazanamaz mı anlamak mümkün değil. Blood Simple, Miller's Crossing, Fargo, The Man Who Wasn't There, No Country For Old Men gibi kara mizahı koyultulmuş suç epiklerinin aralarına serpiştirdikleri, sanki biraz da eğlenmek için çektikleri daha hafif yapımlara benziyor Burn After Reading. O klasmanda da gayet oturaklı komedileri var ve Burn After Reading’in oradaki yeri de üst sıralar olmalı. Film, pekala yukarıda adı geçen Coen harikaları gibi kara büyüye dönüştürülebilecek türden karmaşık entrika trafiğine sahip bir yapıda. Gerçi öyle bir bakışla The Big Lebowski de onlar gibi kapkara bir film olarak çekilebilirdi. Yaptıkları tercihlerde en ufak bir piyasa kaygısı taşımadıkları yönünde belirtilerden biri sayılabilecek bu durum, yazım, yönetim, üslup seçimlerindeki özgürlüklerinin sağladığı çok boyutluluğa işaret etmekte. Mesela şu filmin, süresi biraz uzatılıp daha durağan ve ciddi oyunculuklar ile fevkalade bir politik gerilim olabilecek kapasitesi var iken, çılgın ama mütevazi bir bağımsız kıvamında bırakılması, Coen biraderlerin önceliği her zaman özgürlükten yana kullanan güçlü duruşlarının bir yansımasıdır. Tıpkı bir şarkının önce hareketli ve mutlu versiyonunu, sonra da aynı şarkının daha ağır, hüzünlü ve gizemli halini kaydedip, içlerinden en beğendiklerini yayınlamaya karar veren müzisyenlere benziyorlar.

Diğer filmlerine nazaran insanda acı tebessümler yaratan cümleleri fazla olmasa da, karakterleri içine sürüklediği girdabın yarattığı baş dönmesini usta bir entrika ağıyla süsleyen Burn After Reading, asla yan yana gelmeyecek tipte ve konumda insanları mantıklı bir trafik sıkışıklığına hapsederek “kesişen hayatlar” dersi veriyor adeta. Neden “ders” diyoruz? Çünkü aynı filmde durakta otobüs bekleyen biriyle tek ortak yanı sadece arabayla onun önünden geçmek olan insanlardan yaratılan bu sözde senaryolara nazaran çok daha gerçek, ama haber bültenlerinde, gazetelerin üçüncü sayfasında gördüğümüz kadar da fantastik tesadüflere açık derecede gerçek bir kesiştirme söz konusu. Kaç hikayede bir CIA ajanıyla spor salonu çalışanları karşı karşıya gelir ki? Hayat bir kara komedi zaten! Yönetmenlere ve filmde rol alan isimlere aldanmamak gerek. Burn After Reading aslında küçük bir suç filmi. İçinde Coenler’in yıllar geçtikçe demlenen unutulmaz sekanslarının yer aldığı başyapıtlarındaki gibi iz bırakmaya namzet anlar bulunmasa da, ileride ne olacağını kimse bilemez. Onların cıva misali yerinde duramayan senaryo anlayışlarının izlerini görmek, yönetim anlamında da “her Coen filmi Fargo olmak zorunda değildir” diye bir duruşu benimsediklerinin çıkarımını yapmak mümkün. Evet, Brad Pitt’in dolaba saklandığı sahnenin sağladığı gerilimi farklı duygularla, başka Coen filmlerinde tattık. İşte buradaki yorum farklılığı, yorumlayan kadar, yorumlanan şeye de önem katıyor. O sahnenin nasıl sonuçlanacağını bilememek gibi bir duygu çeşitliliği hakim Coen filmlerinde. Dolap açılabilir de açılamaz da! Peki ya açılırsa?



Coen filmlerinin oyuncu profilleri de ilginçlik arzediyor. Eş (Frances McDormand) dost (Buscemi, Goodman, Turturro, Shalhoub) tayfasından faydalandıkları kemikleşmiş oyuncular yanında, yapımcıların veya cast ekibinin seçmiş olduğu kalburüstü oyuncularla çalıştıkları oldu. Zaten aklıbaşında her oyuncu kariyerinde mutlaka bir Coen filminde gözükmek ister. O kemikleşmiş tayfadan aldıkları verim dahilinde bu oyuncuların geniş yelpazelerinin etkili olması bir yana, bazı rollerin özellikle o oyuncular düşünülerek yazıldığını kendileri de itiraf etmişlerdi. Yalnız bu seferki tayfa öyle böyle değil. İkon, Oscar, popülarite, tecrübe, entelijansiya, biri, öbürü, neredeyse bu kelimelerin taşıdığı anlamları aktüel bazda temsil eden unsurların elit bir seçkisi olarak çok görkemli. Ama Frances McDormand dışında şu isimlerin hiçbiri temsil ettikleri bu değerlerin hakkını vermek veya o değerlerin üzerine bir şeyler eklemek gibi “gereksiz” bir çaba içinde değiller sanki. Çünkü Coenler bunu istiyorlar. Bu açıdan en iyilerden bazılarını seçmişler.

Bu kadroyu bir Coen filminde görüp de gişe için hamle yapıldığını düşünmek çok kolay düşülecek bir tuzak. Çünkü tepeden tırnağa karikatürden ibaret bir Brad Pitt, kokoş ve silik bir Tilda Swinton, yapmacık ama ona rağmen komik bir George Clooney, durmadan küfreden bir John Malkovich, daha seksi görünmek isteyen bir Frances McDormand var bu filmde. Hangi kariyer sahibi oyuncu bu tiplemeler için kendini riske atar? Coenler için bu riski göze almanız kaçınılmaz. Size son derece itici bir saç modeliyle bile Oscar kazandırabilecek türden sihirleri mevcuttur. Hoş, bu filmde öyle bir sihiri aramak yanlış. Böylesi isim sahibi oyuncuların filme sağladığı çok daha mühim katkılar bulunmakta. Mesela bunu en iyi, amirine rapor veren ajanın bu karakterlerin akibetleri hakkında anlattığı pasajları görmüyor olmamıza rağmen, o olayları ve onları yaşayanları (belki de mimiklerine kadar) gözümüzde canlandırma başarısı gösteriyor olmamızdan çıkarabiliriz. Çünkü filmde biri bize “Harry çıldırdı” deyince aklımıza hem Harry’nin filmde üstlendiği karakterin işlevleri, hem de Harry’yi oynayan oyuncunun aktör duruşu geliyor. Böylece hem karakter, hem de onu canlandıran oyuncu hakkında sağlama yapabiliyoruz. Kaldı ki o sağlamayı yapamasak bile, Coen grameri nerdeyse zorla bunu yaptırıyor.



Chad’in telefonda Osbourne Cox’tan azar işitmesi de buna bir örnek olabilir. Birbirini görmeyen iki oyuncu için sadece karşıdan gelen sesi duymak, ya da kurgu estetiği gereği duyuyormuş gibi yapmak, hattın her iki ucundaki kişinin de izleyene sunduğu ile ilişkilidir. Bunu iki ortalama oyuncunun sunmasıyla, Pitt-Malkovich ikilisinin sunması çok başka bir şey. Madem söz onlardan açıldı, arabada buluştukları sahneye gelelim. Bir kere o kadar gerzek bir sahne ki, bana göre Coen miti yine tam olarak öyle olmasını istiyordu. Çünkü o gerizekalılıktan çıkacak olan zekaya filmin bir şekilde ihtiyacı var. Bir yanda ilerleyen yaşına ve kariyerine rağmen hala bir genç kız ikonu olan Brad Pitt ile bir oyuncu olarak farklı sanat dallarında entelektüel birikiminden haberdar olduğumuz John Malkovich’in ilginç buluşmasının Coen yansıması. Kastettiğim “hangi erkek Brad Pitt’e veya filmdeki Chad’e yumruk atmak istemez ki” yavanlığı değil. Böylesi aptal bir plana atılmış doğaçlama bir yumruk bile olabilir. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz: En basit sahnelerde bile Coenler’in ne yapacağını bilemezsiniz. Rusları bile işin içine sokarlar ama onlardan daha tehlikeli olan normal insanlardır. Karşınızdaki bir Coen filmiyse öyle olması gerek.

Oyunculuk olarak Tilda Swinton hariç diğer tüm oyuncuları beğendim. Onu da rolünün etkisizliğine bağlamak gerek. Yoksa bu filmi izlemek için en büyük etkenlerden biri de kendisiydi. Clooney bile karikatürize paranoyasıyla filme uyum sağladı. Filmin merkezi ve yıldızı Frances McDormand olsa gerek. Coen dokunuşlarıyla kendini bulan bir doğallık ve komiklik, Coen disiplininin özünü kavramış olmaktan ileri geliyordur muhakkak. Kısaca, sadece göz kamaştırıcı oyuncu kadrosuyla ve bir sene önceki Oscar fatihi Coen hakimiyetiyle çekilmiş bir film olarak daha izlemeden iyi bir film diye damgalanmaması gereken, ancak izledikten sonra gerçekten iyi olduğu anlaşılacak bir film Burn After Reading



Esasen film hakkında ilk bilgiler yavaş yavaş günyüzüne çıkmaya başladığı andan itibaren kendi adıma temkinliydim. Bu kadar çok ünlü ismin bir Coen yapımında boy gösteriyor olması, sadece Coen kanatları altında değil, kimin kanatları altında olsa yine aynı biçimde yaklaşmamı sağlardı. Ama birkaç film dışında tarafsız yaklaşmakta güçlük çektiğim Coen tarihinin bu kadroyu da kendi oklavasıyla dümdüz ettikten sonra şekillendireceğine olan inancım da vardı. Belki Coen hayranlığım gözlerimi kör ettikten sonra yeniden açıyordu. Sevabıyla günahıyla bir Coen filmi için “başyapıt” veya o başyapıtın içindeki bazı bölümler için “gerizekalı” ifadelerini aynı paragrafta kullanabiliyor olmaktan, Burn After Reading için de bunu yapabiliyor olmaktan çok mutluyum. “Ünlüler Geçidi”nin aslında film içinde o kadar da ünlü görünmemesinden de. Bunun film açısından bir handikap olarak algılanması filmi izleyene beğendirmeyecektir. Chad gibi bir Brad Pitt, Harry gibi bir Clooney veya Katie Cox gibi, her filmiyle kendisine daha çok bağlandığım bir Tilda Swinton görmek memnuniyetsizlik yaratabilir. Frances McDormand'ın Linda'sının makul kalmadığına, hatta bir komedi filmine göre Fargo’nun hamile şerifi Marge kadar bile komik görünmediğine inanıyorum. Ama sanki hepsinin kasıtlı olarak öyle görünmesi yönünde uğraşılmış bir akış hissediyorum. Ve evet! Bir Coen filminin yıldıza ihtiyacı yoktur!

25 Kasım 2008 Salı

Gone Baby Gone (2007)

Yönetmen: Ben Affleck
Oyuncular: Casey Affleck, Michelle Monaghan, Morgan Freeman, Ed Harris, Amy Ryan, John Ashton, Amy Madigan, Titus Welliver
Senaryo: Dennis Lehane, Ben Affleck, Aaron Stockard
Müzik: Harry Gregson-Williams

Boston
’da geçen filme, küçük Amanda’nın kaçırılmasının üçüncü gününde dahil oluyoruz. (Boston grubunun Amanda adlı epik şarkısı geliyor aklıma!) Başına buyruk uyuşturucu bağımlısı anne Helene, medyayı ayaklandırarak kızının bulunmasını ulusal bir mesele haline getirmeyi başarmış, tüm polis teşkilatını seferber etmiş. Ama kayıp kızın teyzesi Bea ve onun kocası Lionel, bununla yetinmeyerek iki özel dedektif/sevgili olan kahramanlarımız Patrick ve Angie ile de anlaşıyorlar. Araştırma yol aldıkça başka iki dedektif, Boston Polis Departmanı şefi, küçük çapta bir uyuşturucu mafyası, bir pedofil ve ona yardım ve yataklık eden tuhaf bir çiftin de olaya dahil olmasıyla içinden çıkılması güç olaylar zinciri birbirini izliyor.

Dramatik altyapısı sağlam, sürprizlerle ve kırılma noktalarıyla rotasını iyi çizmiş bir film Gone Baby Gone... Mystic River’ın da yazarı olan Dennis Lehane romanından, özellikle senaryo konusunda tecrübelenmiş Ben Affleck’in de katkıda bulunduğu uyarlama yine kendisinin yönetimiyle vücuda gelmiş. Çarpıcı olduğu her halinden belli olan roman ziyan edilmemiş, temiz bir prodüksyon ve ölçülü kamera kullanımıyla işlem tamamlanmış. Morgan Freeman ve Ed Harris gibi iki yetkin isimin varlığı, Braveheart, The Thin Red Line, Almost Famous gibi usta filmlerin usta görüntü yönetmeni John Toll’un kamerası ve şu sıralar en gözde film bestecilerinden olan Harry Gregson-Williams’ın güçlü müzikleri de filmin künyesini parlatıyor. Ben Affleck’in kardeşi Casey Affleck’den bir başrol olarak zaten hiç beklentim yoktu. “Kötü bir oyuncu” diyeceğim ama bu kez onu “oyuncu” olarak gördüğüm sanılacak. Bana göre filmi hiçbir şekilde taşıyamayan ruhsuz bir suratın, sıradan (hatta komik) ses tonunun elinden gelen rol kesme numarası sadece. Zaten gerek de yok. Romanın işleyen süreci ve ağabeyinin ilk de olsa başarılı yönetimi filmi bir yerlere taşıyor. Afişinde “Herkes gerçeği ister… Onu bulana dek.” yazan Gone Baby Gone, başka güzel şeyler de söylüyor. Mesela doğru olanı yapmanın da bir bedeli olduğunu…

17 Kasım 2008 Pazartesi

Superbad (2007)

Yönetmen: Greg Mottola
Oyuncular: Jonah Hill, Michael Cera, Christopher Mintz-Plasse, Bill Hader, Seth Rogen, Martha MacIsaac, Emma Stone
Senaryo: Seth Rogen, Evan Goldberg
Müzik: Lyle Workman

İki asosyal tip olan lise son sınıftaki Seth ve Evan, popüler bir partiye katılabilmek için içki alma işini üstleniyorlar. Yaşları tutmadığı için de bir sürü sorunla karşılaşıyorlar. Superbad’in konusu bu kadar. The 40 Year Old Virgin ile dikkatleri çeken Judd Apatow’un başı çektiği, Seth Rogen, Evan Goldberg, Paul Rudd, Jonah Hill gibi yeni isimlerin aralarında bulunduğu bir komedi çetesi, metine önem veren, müstehcen komediyi zekice işleyebilen, bu sayede bel altı-bel üstü arasında makul bir denge sağlayabilen filmler üretmeye başladı. Bu çeteyle ilgili söylenecek çok şey var aslında. Çekildiği yılın en iyi komedilerinden biri olduğunu düşündüğüm Knocked Up, şu ana dek bu çetenin en karakteristik ve başarılı filmi sayılabilir. Akıl dolu diyaloglar, espiriler, dokundurmalar maalesef Superbad’de fazla yer bulmuyor.

Dişe dokunur bir konuya sahip olmadan da oldukça komik işler çıkarılabileceği potansiyeline sahip bu anlayış Superbad’de biraz sekteye uğramış sanki. İçki-kızlar-parti üçgenine gereksizce sadık kalarak, bittiğinde geride sadece ufak tefek şeyler bırakan bir gençlik komedisinden öteye geçememiş.Yine de tam olarak American Pie kulvarına sokulmayı hak etmeyen, “nerd kahraman” yaratma arzusunu biraz abartmış, bazı nitelikli bağımsız komedilerin bıraktığı tadı da bırakabilen bir film. Bende geride bıraktıklarıysa birkaç komik espiri dışında, içki mağazasında yaşananlar, sinir bozucu derecede komik Fogell tiplemesi ve Lyle Workman’in bayıldığım müzikleri oldu. Çok kaliteli bir soundtracki olduğunu da bu sayede keşfettim.

12 Kasım 2008 Çarşamba

Blind Date (1987)


Yönetmen: Blake Edwards
Oyuncular: Bruce Willis, Kim Basinger, John Larroquette, William Daniels, George Coe, Phil Hartman, Stephanie Faracy
Senaryo: Dale Launer
Müzik: Henry Mancini

TV tarihinin en iyi dizilerinden biri olan Moonlighting (Mavi Ay) ile de çoğumuzun gönül bağı vardır. Şirketlerini bir bir kaybeden zengin Maddie Hayes, bir dedektiflik şirketi olduğunu keşfeder. Bu şirketin David Addison adında hazırcevap, zeki, komik, bir nevi ucube yöneticisi ile Maddie, birbirinden ilginç ve eğlenceli maceralara yelken açarlar. Cher gibi ortayaş çekiciliğinin tüm nimetlerine sahip Cybill Shepherd, neredeyse kimsenin tanımadığı Bruce Willis ve yine ucube potansiyeline sahip sekreter Agnes DiPesto, sezonlar boyu insanlara TV başında pranga vurdu. Ama bu dizinin en büyük keşfi, o meşhur güneş gözlüğü, kalpli boxerı, ağzının kenarına kondurduğu yavşak gülümsemesi ve 80’lerden beklenmeyecek ölçüde zeka ürünü esprileriyle Bruce Willis oldu. Parlak senaryosuyla yarı şaka-yarı ciddi bu muhteşem dizi TRT’nin haftasonu hediyesi gibiydi. Fakat ne zaman David Maddie’ye aşık oldu, dizi benim ve pek çok hayranı için miyadını doldurdu. Zorlama bölümler çekilmez hale geldi ve dizi resmen bitti. Bu son bölümlerin yavanlığı biraz olsun Mavi Ay yokluğuna bizi alıştırmıştı bir yerde.

Blind Date, yani Kör Talih, Talihsiz Randevu, Ucube Flört, Görücü Usulü, ne derseniz deyin, Pembe Panter’in babası Blake Edwards’ın nefis bir romantik komedisi.. İşkolik Walter'a bir arkadaşı sarışın güzel Nadia ile bir randevu ayarlıyor. Yalnız Nadia’nın ne pahasına olursa olsun içki içmemesi gerek. Çünkü kendisi içince sapıtanlardan. Bir kadehten bir şey olmaz diye düşünen Walter, Nadia’ya içirince de buyurun şenliğe. Bir de üstüne aşırı kıskanç eski sevgili David (müthiş komik John Larroquette) işin içine girince, Bruce Willis’in Mavi Ay sonrası ilk ve şimdiye kadar da tek romantik komedisinin tadına doyulmuyor. VCD kültürü olan çoğu kişinin elinden mutlaka geçmiş olan Blind Date, benim için Mavi Ay’dan sonra 80’lerin o kendine has romantizmiyle, sulusepken komedi anlayışının harmanlandığı hoş bir hatıra olmuştur. Willis’in Cybill Shepherd ile uyumuna alışmış olanlar için o dönemde Kim Besinger biraz yadırgansa da, Walter karakterinin David Addison’a yakınlığı, filmde o hoş tadı damaklara bırakabiliyor.


Gelelim romantik, naif, aynı zamanda zıpır, şen şakrak David Addison’dan, aksiyon tüccarlarının yarattığı iflah olmaz sert polis tiplemelerine giden yoldaki Bruce Willis’e.. Her şey Die Hard serisinin gözüpek, problemli polisi John McClane ile başladı. Askerdi, polisti, dedektifti derken karşımızda sert, kaba saba bir jön bulduk. Kendisi de o kadar benimsedi ve benimsendi ki, üniformalı sorunlu kimlikleri oynaya oynaya, üniformasız sorunlu Bruce Willis ortaya çıktı. Bu kadar omuzu kalabalık rolden sonra Irak’a gidip birkaç Iraklı vurmayı arzulayan, abuk milliyetçi bir kimliğe bürünebilecek ölçüde Bush hayranı olması sürpriz olmamalı. “Bush seçilirse bu ülkeyi terk edeceğiz” demecine sahip bir zamanların Alec Baldwin-Kim Besinger çiftinin bu laflarını yemelerine nazaran Willis’inki dürüst bir tavır olmasına rağmen, bu kadar sakat bir dürüstlük de adamı gündüz vampiri yapar.

Zamanında 9.5 haftamızı esir almış Kim Besinger’ın ise Oscar aldığı Lynn Bracken rolü (olağanüstü L.A. Confidential ile), benim için Blind Date’deki Nadia’dan daha iyi değil kesinlikle. Zavallı Walter’ı ve onun hayatını cehenneme çeviren hoş sarhoş Nadia’nın komik öyküsü, George W. Bush’tan habersiz iki oyuncunun kıyıda köşede kalmış, içinde çok matrak sahneler barındıran bir romantik komedi güzelliğidir. The Last Boy Scout, Pulp Fiction, Sin City, Hudson Hawk, The 5th Element güzel filmlerdir. Ama hiçbirini içinde Bruce Willis var diye sevmem. Blind Date’i ise içinde Bruce Willis de var diye seviyorum. Aslında ben Bruce Willis’i değil, David Addison’u seviyorum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Sexy Beast (2000)


Yönetmen: Jonathan Glazer
Oyuncular: Ray Winstone, Ben Kingsley, Ian McShane, Amanda Redman, James Fox, Julianne White, Álvaro Monje
Senaryo: Louis Mellis, David Scinto
Müzik: Roque Baños

İspanya’daki villasında eski bir porno yıldızı olan karısı Deedee ile gününü gün eden Gal (Ray Winstone), kendini emekliye ayırdığını düşünen bir soyguncudur. Ama bu işlerden emekliye ayrılmanın o kadar kolay olmadığını anlaması, beraber iş yaptıkları Don Logan’ın (Ben Kingsley) Gal’in yaşadığı kasabaya geleceğini haber vermesiyle mümkün olur. Gizemli ve tehlikeli Don Logan, Londra’da yapılacak bir soygunun ekibinde yer alması için üstleri tarafından Gal’i ikna etmekle görevlendirilmiştir. Artık pis işlerden uzak durmak isteyen Gal başlangıçta reddetmeye çalışsa da, üzerine çöken Don Logan belâsından kurtulmak ve kurduğu düzenli yaşamına tekrar dönebilmek için teklifi kabul etmek zorunda kalır.

Sexy Beast, bazı çevrelerce kült kabul edilmeye başlanmış, stil sahibi bir İngiliz suç yapımı. Uzun müddet hizmet ettiği suç camiasından çıkmak ve birikimleriyle bundan sonrası için huzurlu bir yaşam sürmek isteyen suçlu motifinden hareketle, sıyrılmanın o kadar kolay olmadığını kendisine anlatacak bir başka motifin devreye girmesi ve hız kazanan gerilim-aksiyon hiç de yabancısı olmadığımız prosedürler. Ama yönetmen Jonathan Glazer işin aksiyon tarafını budayıp, daha estetik bir anlatıma kaymak isteyince ortaya çıkan film gerçekten etkileyici bir renkli noir’a dönmüş adeta. Çok çarpıcı kurgu oyunları da mevcut. Ray Winstone, Ben Kingsley, Ian McShane gibi karizması tavanda İngiliz oyuncuların yanı sıra, Amanda Redman ve Julianne White gibi iki çekici İngiliz dizi oyuncusunun varlığı ortalığı daha da şenlendiriyor. Fakat Ben Kingsley için ayrı bir paragraf açmak bu film için farz.

Psikopat, dengesiz, küfürbaz, yavşak ve biraz da âşık Don Logan tiplemesiyle 2002 Oscar’larında En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne aday olan, fakat Iris filmindeki rolüyle ödülü vatandaşı Jim Broadbent’e kaptıran Ben Kingsley’in performansı yabana atılacak gibi değil. Herhalde Gandhi’den sonra gördüğüm en iyi Kingsley oyunuydu. Don Logan’ın öfke nöbetleri, bulunduğu ortamı hiç takmayan pervasızlığı, terbiyesiz romantizmi, küfürün birinin bin para olduğu aksanlı konuşmaları, patladığı halde hâlâ patlamaya hazır bir bomba gibi duran olağanüstü bir oyunculuğun dışa vurumuydu. Bir sürü soygundan haksız kazanç elde etmiş, çaldığı paralarla kendini burjuvazinin kollarına bırakmış, İspanya’daki villasında bünyesini serinleten Gal karakterine yakınlık hissetmemizin en önemli sebeplerinden biri belki de bu kabus gibi Don Logan performansı. Etik açıdan düşünüldüğünde, beterin beteri bir karakteri bu şekilde öne çıkaran, bu sayede suç aleminin ne kadar insani ve hayvansı olabildiğini gösteren yapımlar arasında en lezzetlilerinden birisi Sexy Beast. Yeri gelmişken, Gal’in kabuslarında rastladığımız o seksi hayvanın fonksiyonu bile ancak İngiliz suç mizahı içinde kendine adam akıllı bir yer bulabilecek derecede absürd bir dokunuş. Fazlasını düşünmek gaz yapabilir.

6 Kasım 2008 Perşembe

En la ciudad de Sylvia (2007)


Yönetmen: José Luis Guerín
Oyuncular: Xavier Lafitte, Pilar López de Ayala
Senaryo: José Luis Guerín

Genç bir ressam, altı yıl önce tanıştığı ve belli ki çok etkilendiği Sylvia adındaki bir kadını bulmak üzere tekrar Strasbourg’a geliyor. Kafelere gidiyor, duraklarda bekliyor, sokaklarda geziyor, insanları dinliyor, gözlüyor, güzel kadınları defterine kara kalem çiziyor. Sonunda Sylvia’yı buluyor. Daha doğrusu bulduğunu sanıyor. Çünkü güç bela kızla konuşmayı başardığında onun Sylvia olmadığını öğreniyor. O kadar emin görünüyor ki onun Sylvia olduğuna, gerçeği, ya da bize söylenen gerçeği öğrendiğinde yıkılıyor. Aramaya devam ediyor veya etmiyor. Şimdi bu özetten filmi ciddiye almama, filmin konusunu ilginç veya tanıdık bulma, filmde yaşananları tam olarak algılayamamış olma gibi tespitler yapılabilir. Bunların hepsinin doğruluk payı var. Çünkü o kadar zor bir film ki, film demeye bile dilim varmıyor. Bir kesit. Tabiî tahmin edilebileceği gibi minimalist bir kesit. Uzun planlar, ressamın bitmek bilmeyen çevre gözlemleri, Sylvia sandığı kadını Strasbourg sokaklarında takip ettiği upuzun bölümler, ayak sesleri, çok az sayıda ve basit diyaloglar, anlamlandırmaya çalıştığımız bakışlar.

Hani film sürerken bir yerinde bırakıp 10-15 dakika sonra tekrar oturup izleseniz hiçbirşey kaçırmazsınız. Fakat yönetmenin (ya da kameraya çeken şahsın diyelim) amacı burada kendimizi bu genç adamın yerine koyup, kendi kaybettiklerimiz ve bulmak için geri döndüklerimiz, ya da onun yaptığı gibi etrafı gözlemlememiz sonucu elde edeceğimiz bir empati ise, baştan sona dikkatle izlenir ise bunu sağlayabilecek etkiye sahip olduğunu söyleyebilirim. Muhtemelen mesaj bu yöndedir. Belki de burada Sylvia, yitirdiklerimizin, aradıklarımızın, bulduğumuzu sandıklarımızın ya da hayatımızda aramamız gerekenlerin bir sembolüdür, bilemeyiz. Buradaki tek mesele, filmin baştan sona dikkatle izlenmesi olacaktır ki, o empatiyi yakalamak uğruna belki de eziyete dönüşecek bir tecrübe bu film.

Yine de filmde basit de olsa adamakıllı diyaloğun yaşandığı tek bölüm olan şehiriçi otobüste geçen konuşma ve sonrası, belli bir hayalkırıklığı hüznünü aktarmayı başarıyor sanki. Çünkü o kadar ömür törpüsü sahneden sonra tam bir şeyler oturmaya başladı derken, tekrar başlanılan noktaya dönülme hissi, belki de filmin bize ısrarla dayattığı minimal yaklaşımını ya da amiyane tabirle posteki saydırmasını amaçlanan zemine oturtuyor. Tabiî bu etki herkeste aynı olacak diye bir durum, hele hele de böyle bir film için kesinlikle sözkonusu değil. Tavsiye ettiğim şeklinde bir yanlış anlamaya da kurban gitmek istemem. Sadece bana ilettiği biraz turistik Avrupa hüznüne bulanmış o “arayış” ruhu hatırına filmi tümden harcamak istememenden kaynaklı bir duygusallık.

4 Kasım 2008 Salı

L'Enfant (2005)


Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Oyuncular: Jérémie Renier, Déborah François, Jérémie Segard, Fabrizio Rongione, Anne Gerard
Senaryo: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne

Küçük hırsızlıklar yaparak ve çaldıklarını satarak yaşayan sorumsuz Bruno, sevgilisi Sonia doğum yapınca bebeği de satıyor. Sonia’nın tepkisi üzerine tekrar bebeği satın almak isteyince de işleri iyice karıştırıyor. 2005 Cannes Film Festivalinde Emir Kusturica’nın başkanlığında John Woo’lu, Fatih Akın’lı, Javier Bardem’li, Salma Hayek’li jürinin Altın Palimiye’ye layık gördüğü Çocuk, sinir bozucu derecede çekici, sürükleyici biçimde sakin bir yapım. Bu yapısıyla da çok gerçekçi. Özellikle Bruno’nun soğukkanlı saflığını ve pişmanlığın getirdiği çaresizliğini bu gerçekçi atmosferde abartısız sunan Jérémie Renier, Bruno’nun sözünü ettiğim sinir bozucu özelliklerine rağmen çocuksu yanını da sanki rol yapmıyormuşcasına ilginç bir denge ile yansıtmış.

Filme adını veren “çocuk”un, babası Bruno tarafından yabancılara satılan bebek mi, yoksa Bruno’nun kendisi mi olduğu gibi birçok farklı bakış açısını da gerçekçi tavrına katık etmiş. Ayrıca Bruno’nun küçük suç ortağı Steve rolündeki Jérémie Segard’ın da hakkını vermek gerek. İkilinin motosikletle kapkaç yaptıktan sonra kaçışlarındaki sahiciliği hiçbir sentetik takip sahnesi kolay kolay veremez. Aynı şekilde yaptıklarına pişman olmuş Bruno’nun Sonia’ya kendini affettirme yolundaki ümitsiz çırpınışlarını da… Sade, gerilimli ve dramatik bir film olarak L'Enfant, Belçikalı Dardenne biraderlerin filmografilerinde kayıtsız kalınamayacak bir kilometre taşı.

29 Ekim 2008 Çarşamba

The Midnight Meat Train (2008)


Yönetmen: Ryuhei Kitamura
Oyuncular: Bradley Cooper, Vinnie Jones, Leslie Bibb, Brooke Shields, Roger Bart, Tony Curran, Barbara Eve Harris
Senaryo: Clive Barker, Jeff Buhler
Müzik: Johannes Kobilke, Robb Williamson

Stephen King’in “onu okuduğumda adeta nutkum tutuluyor” dediği İngiliz yazar Clive Barker’ın aynı adlı kısa hikayesinden hareketle, kendine özgü fantastik bilim kurgu/aksiyonlar yazıp yöneten Japon sinemacı Ryuhei Kitamura’nın ellerine teslim edilen The Midnight Meat Train, metroda cinayetler işleyen bir kasap ve onu keşfeden fotoğrafçı özetiyle kendisini ikinci sınıf seri katil filmi olarak tanıtan, fakat finali ile beklenmedik bir dönüşüm geçiren ve sırf bu finali ile “ilginç” sıfatını kendine yakıştırabilen bir film.

Fakat oraya gelene kadar kurmaya çalıştığı film formatı hiç de orijinal değil ve ne kadar aşağılasak yeridir. Kilitli kapıyı açan kredi kartıyla, lavabodaki aynalı ecza dolabıyla, Brooke Shields’ıyla, iki sevgili arasında kurulan kıytırık dramatik ilişkisiyle bedava klişelerini önümüze seren zayıflığını, metro sahnelerinde olduğu gibi kanlı ve klostrofobik çekimlerle dengelemeye çalışan Kitamura, bu noktada güzel numaralar çevirmiyor değil. Ama keşke sonlara doğru gerçekleşen o sağlam metro kapışmasına kadar olan önceki yapı biraz daha özenli ve orijinal olsaymış. Böylece o kapışma sonrasında dumur yaratıp The Midnight Meat Train II’yi arzulatan kurulum, film bitiminde üretmeye çalıştığımız mantıklı (veya mantıklı olma iyi niyetli) teorileri bir bütün olarak hak edermiş. İlginçtir ki bana göre bu sakat haliyle bile hak ediyor.

Filmde sadece bir (rakamla 1) kelime eden kasap Mahogany rolüyle Vinnie Jones, işte o bir kelimeyle bize önceden ne olduğunu, sonradan neye dönüştü(rüldü)ğünü mükemmel biçimde özetliyor. Zaten onun kalıbının, duruşunun, bakışının asaletinden söz etmeye bile gerek yok. Çaktırmadan ucunu öyle açık bırakmış bir film ki, senaryosu adam gibi biri tarafından yazılmış The Midnight Meat Train II’yi şu an önüme koysalar üşenmeden oturur izlerim. Yönetmen koltuğunda Kitamura otursa da olur.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Righteous Kill (2008)


Yönetmen: Jon Avnet
Oyuncular: Robert De Niro, Al Pacino, Carla Gugino, John Leguizamo, Donnie Wahlberg, Brian Dennehy, 50 Cent, Trilby Glover
Senaryo: Russell Gewirtz
Müzik: Ed Shearmur

Emekliliğe hazırlanan New York polisinden iki dedektif, David ve Thomas rozetlerini çıkarmadan önce, kadın ticareti yaparak kötü ün yapmış birinin cinayetini araştırmak için çağırılırlar. Hukuki sistemin açıklarından yararlanan suçluları hedef almış bir seri katille karşı karşıya oldukları ortaya çıkar. Katilin amacı polisin yapamadığını yapmak ve huzuru sağlamak için suçluları sokaklardan temizlemektir.

Bir önceki 88 Minutes filmini izlediyseniz, Jon Avnet’in kedi-fare polisiyelere olan ilgisinin son filminde de sürdüğünü göreceksiniz. İşlenen cinayetler, kafa karıştırmaktan hoşlanan bir katil, kafası karışan bir grup insan ve onların arasındaki kafası karışmış taklidi yapan katili bulma çabası içindeki baş karakter. Yalnız bu filmin sıradan polisiyelerden çok farklı bir konumu var. Dünyanın yaşayan en iyi iki aktörünün başrolde olması… The Godfather II ve Heat gibi iki suç başyapıtının kadrosunda yer almış De Niro ve Pacino, ilkinde hiç beraber sahnelerinin olmadığı, ikincisinde ise sadece iki sahneleri bulunan bu filmlerin efsane duruşlarında en büyük katkıda bulunan isimlerdi. Bu duruş, yıllar sonra bir daha asla bir araya gelmeyeceği düşünülen iki oyuncuya başrolün paylaştırıldığı Righteous Kill’in omuzlarına haliyle çok büyük bir yük bindiriyor.
  
İlginçtir, şimdilerde De Niro-Pacino ikilisinin rol aldığı bir filmin başarısız olacağına olan inanç, başarılı olacağına olandan daha fazla olabiliyor. Çünkü bir filmin başarılı, hatta klasikleşmesi için artık günümüz şartlarının oluşturduğu beğeni çıtası fevkalade yükselmiş, yüksek bütçeli, süperstar kadrolü filmlerin kalitesizlik sabıkaları artmış olduğundan, artık yılın hit filmi adaylarına şüpheyle yaklaşıyoruz. Başrolde De Niro-Pacino olsa bile. Mesela kaç sinemasever bu filmden en az Heat kadar, veya onu aşan bir başarı bekliyordu? Artık bu saatten sonra bu ikili tekrar yan yana gelse bile öyle bir film ortaya çıkmaz. Çünkü bazı yapımlar zirvedeyken bırakılmış, anlamsız yere suyu çıkarılmamış şekilde tarihteki yerlerini alırlar.

Tek ortak yanları, bu efsane ikilinin beraber rol aldığı bir film olmaktan ibaret olan Heat ve Righteous Kill arasında kıyasta bulunmak çok anlamsız. Ama De Niro ve Pacino’dan ötürü sırtına yük binmiş Righteous Kill’in beğenilmeme oranı, tüm olası pozitif özelliklerine rağmen yüksek. Bunda hem Jon Avnet’in senaryo zafiyetleri, hem De Niro-Pacino ikilisinin gerek oyuncu kimlikleri, gerekse filmde canlandırdıkları Turk-Rooster ikilisinin kimyaları etkili olmakta. Hikayenin seyrini de unutmamak gerek. Başrolünüzdeki adamların isimleri De Niro ve Pacino olmasına rağmen, hikayeniz klişelerle çevrili bir “katil kim” oyunu da olsa, tüm bu unsurlar arasında bir fikir birliği, bir tarz yakalayıp onları kaynaştırabilir, üst düzey bir polisiye elde edebilirsiniz. Fakat aklı hala 88 Minutes’de kalmış gibi duran, sanki orada yarım bıraktığı birtakım rol model-özbenlik çatışmalarını, kolektif intikam/adalet meselelerini halletmeye çalıştığını düşündüren takıntılı bir Jon Avnet’den daha tehlikeli olanı, galiba yine kendisi. Muhtemelen eski dostluklarının hatırına ikna ettiği iki dev oyuncuyu 88 Minutes’den bu yana en ufak bir ilerleme kaydetmemiş yönetim anlayışına hapsedince, Russell Gewirtz ise esasen Spike Lee’nin elinde iş görür hale gelen Inside Man’den bu yana en ufak bir ilerleme kaydetmemiş senaryosunu iki oyuncunun eline tutuşturunca başka türlüsü beklenmemeli. Olay yerine varıldığında “bunu yapanı mutlaka yakalamalıyız” gibi zeka dolu cümleler kurulması sadece De Niro-Pacino başrolündeki bir filme değil, herhangi bir polisiyeye bile komik kaçıyor.


Aslında 88 Minutes’in bazı bölümlerine bakarak Avnet ve çalıştığı senaristlerin “katil kim” oyununu oynarken az da olsa nasıl zeka pırıltıları gösterebileceğini savunmakta bir sakınca görmüyorum. Filmde göndermesi yapıldığı üzere satranç oyununa benzer, çeşitli fonksiyonları bulunan taşları, hatta aynı renkte, aynı tarafta bulunan taşları dizme, onları oyuna sokma ve çıkarma konusunda ciddi çabaları olan bir yönetmen. Evet, ama bu durum sadece oyunu oynadığı esnada böyle. Oyunun dışında kalan ve oyuna dahil olmayı bekleyen birtakım sosyal, psikolojik ve bireysel sorunlara cevaplar aynı işlerlikte değil. Üstelik en önemlisi, oynattığı oyunun istikrarı yok ve oyunun bitişi de her ne kadar hem 88 Minutes, hem de Righteous Kill açısından şaşırtıcı olsa da gerekçeleri sağlam temellere dayalı değil.

Birçok eleştirinin aksine son iki Avnet filminin esas sorununun klişeler değil, hikaye istikrarsızlığı olduğunu düşünmekteyim. Çünkü klişeler bile adam edilebilir, onlarla birlikte yaşayan bir yönetmen isterse pekala onların varlığını kısa süreli de olsa unutturabilir. Kaldı ki her iki film de katilini saklamayı bilen, hedef şaşırtabilen kıvraklıklara sahipti. Sonunu tahmin edebiliyor olmanız, bu tip filmleri kötü yapmaz. Sadece onların sizin nazarınızdaki istikrarsızlığını kanıtlar. Ama Righteous Kill, beş kişilik bir şüpheli grubun arasındaki katili kimi yorumlara göre gayet iyi gizliyor olmasına rağmen, yani sonunu tahmin ettirmemesine rağmen istikrarsız bir film. Çünkü bu kez, o katilin motivasyonları üzerine kafa patlatmak gerekliliği doğuyor ve bu noktada tatmin olmak bir yana, sizi böylesi bir zeka oyununa dahil etmeye çabalayan bir filmin kaçak dövüşerek sizi çileden çıkarması demek. Sıradan bir giriş yapılan, karakterler ve olaylar şekillendikçe açılan, çizdiği zik-zaklarla kendine bağlayan, fakat bir süre sonra sanki oynadığı oyundan kendisi de sıkılıp işi aceleye getiren, bu yüzden zeminini yeterince sağlam hazırlayamadığı finalinde kayıp düşen bir film diye özetlemek de mümkün.

Öte yandan, sınırları fazla netleşmemiş derecede şüpheci izleyici profili için Righteous Kill, haddini bilen bir izlence sayılabilir. Aralara serpiştirilmiş bazı ipuçları, zaten çok fazla derinlik içermeyen senaryonun basit gidişatı içinde birdenbire o şüpheciliği tetikleyip, filmin sonuna dair zihinsel gel-gitlere kapı açabilir. Mesela Turk’ün itiraf videosunun filmin başından sonuna kadar çeşitli yerlere dağıtılmış olması ve film boyunca monologlarla hatırlatılması direk hedef gösteriyor iken, aslında bu gibi filmlerde parmakla gösterilen katilin aslında katil olmadığını anlamak zor değildir. Yine de film sizi ani dönüşleri ve kırılmalarıyla silkeleyerek “acaba”sını hep cebinde tutar. Turk’ün bu videosu film için ne kadar koz sayılır ise, Avnet o kozu o kadar iyi kullanmış denebilir. Aynı şekilde hedef şaşırtma ve asıl karakterlerin sahip olduğu dinamiğin sağlamasını kurma amaçlı Perez ve Riley adındaki iki polis ortağın Turk-Rooster ikilisinin karşısına rakip olarak konması ne kadar olumluysa, karşı köşelerin yeterince iyi işlenemediğinin sinyalleri de o kadar güçlü. Hatta Perez-Riley ikilisi sadece Turk-Rooster köşesine alternatif olarak değil de, kendi bütünlükleri dahilinde hikayeye malzeme olsalardı, ara sıra da olsa onlardan rol çalma potansiyellerini kullanabilirlerdi.
 

Son olarak filmin en can alıcı noktası olan oyunculuk yakasına bakalım. Suratları buruşmuş, sesleri çatallaşmış, gıdıları sarkmış, göbeklenmiş iki efsanevi oyuncunun arasında eşit önemde dağıtılmaya çalışılan rol dengesine rağmen Righteous Kill, esasen Robert De Niro’nun başrolde olduğu bir film. Birbirleri için Turk çok iyi bir polistir”, Rooster çok iyi bir ortaktır” gibi komplimanlar yapmalarına karşın, Al Pacino’nun canlandırdığı Rooster’ın kimi zaman yalakalık seviyesine vuran ikinci adamlığını sindirmek hayranları için zor olacaktır. Tabi onun ne kadar önemli olduğunu anlatmak için de senaryonun kendine göre çözümleri var. Fakat yine de her ikisi de “iyi”yi temsil eden, aynı saflarda yer alan, aynı lokantada yemek yiyen, aynı şeylere gülen iki adamı canlandırırken, bazen alakasız anlarda suratlarında beliren alakasız gülümseme veya ona benzer şeyi silemeyen Avnet, bunun gibi daha pek çok amatörlüğü de ele veriyor. De Niro’nun öfke nöbetleri artık eskisi gibi değil. Al Pacino yıllardır farklı isimlerle aynı karakteri oynuyor sanki.

Yüksek sesle dillendirmekte bir sakınca yok: Righteous Kill’in vasatlığının sebeplerinden biri de onlar aslında. Her ikisi de yıllardır o kadar kötü filmlerde oynadı ki, yüzlerinin eskimesi bir yana, artık bu saatten sonra onlardan birini modern bir başyapıtta görme umudu azaldıkça azaldı neredeyse. Görürsek de şaşıracak hale geldik. Bu filmde oyunculuk olarak De Niro, Pacino’ya göre biraz daha etkili gözükmekte. Bunun sebebini rolün hacmine bağlayabileceğimiz gibi, Pacino’nun yüzünün De Niro’ya nazaran yaşlılığa karşı biraz daha dayanıksız olduğu gözlemi yapılabilir. Faltaşı gibi açılmış gözlere rağmen yorgun bir yüz ifadesi, sadece bu film için değil, son yılların Al Pacino’sunun karakteristiği haline geldi. Diğer yandan Carla Gugino, John Leguizamo, Donnie Wahlberg gibi şık tamamlayıcılara ilaveten, 50 Cent lakaplı rapçı Curtis Jackson’un varlığı filmin belki de en inandırıcılıktan yoksun noktası. İri cüssesi ve yüzünden bir türlü silinmeyen alık gülümsemesiyle, ortalığı haraca bağlayıp terör estiren uyuşturucu dağıtıcısı kulüp sahibi rolünden çok, kendisine ilk kez cep telefonu alınmış bir yeni yetme gibi. Robert De Niro ve Al Pacino’yu ansiklopedik sinema figürleri olarak tanıyan MTV jenerasyonunu filme çekmek için bir stratejiden ibaret kendisi. Sonuç olarak Righteous Kill, De Niro ve Pacino’nun devasa gölgesinde kalmış orta karar bir polisiye. Bu ikilinin yerinde başka iki oyuncu olsaydı nasıl olurdu diye ilginç bir soru sorulsa yanıtı da bence o kadar ilginç olurdu: Orta karar bir polisiye!