6 Kasım 2008 Perşembe

En la ciudad de Sylvia (2007)


Yönetmen: José Luis Guerín
Oyuncular: Xavier Lafitte, Pilar López de Ayala
Senaryo: José Luis Guerín

Genç bir ressam, altı yıl önce tanıştığı ve belli ki çok etkilendiği Sylvia adındaki bir kadını bulmak üzere tekrar Strasbourg’a geliyor. Kafelere gidiyor, duraklarda bekliyor, sokaklarda geziyor, insanları dinliyor, gözlüyor, güzel kadınları defterine kara kalem çiziyor. Sonunda Sylvia’yı buluyor. Daha doğrusu bulduğunu sanıyor. Çünkü güç bela kızla konuşmayı başardığında onun Sylvia olmadığını öğreniyor. O kadar emin görünüyor ki onun Sylvia olduğuna, gerçeği, ya da bize söylenen gerçeği öğrendiğinde yıkılıyor. Aramaya devam ediyor veya etmiyor. Şimdi bu özetten filmi ciddiye almama, filmin konusunu ilginç veya tanıdık bulma, filmde yaşananları tam olarak algılayamamış olma gibi tespitler yapılabilir. Bunların hepsinin doğruluk payı var. Çünkü o kadar zor bir film ki, film demeye bile dilim varmıyor. Bir kesit. Tabiî tahmin edilebileceği gibi minimalist bir kesit. Uzun planlar, ressamın bitmek bilmeyen çevre gözlemleri, Sylvia sandığı kadını Strasbourg sokaklarında takip ettiği upuzun bölümler, ayak sesleri, çok az sayıda ve basit diyaloglar, anlamlandırmaya çalıştığımız bakışlar.

Hani film sürerken bir yerinde bırakıp 10-15 dakika sonra tekrar oturup izleseniz hiçbirşey kaçırmazsınız. Fakat yönetmenin (ya da kameraya çeken şahsın diyelim) amacı burada kendimizi bu genç adamın yerine koyup, kendi kaybettiklerimiz ve bulmak için geri döndüklerimiz, ya da onun yaptığı gibi etrafı gözlemlememiz sonucu elde edeceğimiz bir empati ise, baştan sona dikkatle izlenir ise bunu sağlayabilecek etkiye sahip olduğunu söyleyebilirim. Muhtemelen mesaj bu yöndedir. Belki de burada Sylvia, yitirdiklerimizin, aradıklarımızın, bulduğumuzu sandıklarımızın ya da hayatımızda aramamız gerekenlerin bir sembolüdür, bilemeyiz. Buradaki tek mesele, filmin baştan sona dikkatle izlenmesi olacaktır ki, o empatiyi yakalamak uğruna belki de eziyete dönüşecek bir tecrübe bu film.

Yine de filmde basit de olsa adamakıllı diyaloğun yaşandığı tek bölüm olan şehiriçi otobüste geçen konuşma ve sonrası, belli bir hayalkırıklığı hüznünü aktarmayı başarıyor sanki. Çünkü o kadar ömür törpüsü sahneden sonra tam bir şeyler oturmaya başladı derken, tekrar başlanılan noktaya dönülme hissi, belki de filmin bize ısrarla dayattığı minimal yaklaşımını ya da amiyane tabirle posteki saydırmasını amaçlanan zemine oturtuyor. Tabiî bu etki herkeste aynı olacak diye bir durum, hele hele de böyle bir film için kesinlikle sözkonusu değil. Tavsiye ettiğim şeklinde bir yanlış anlamaya da kurban gitmek istemem. Sadece bana ilettiği biraz turistik Avrupa hüznüne bulanmış o “arayış” ruhu hatırına filmi tümden harcamak istememenden kaynaklı bir duygusallık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder