24 Mayıs 2021 Pazartesi

Tetarti 04:45 (2015)

 
Yönetmen: Alexis Alexiou
Oyuncular: Stelios Mainas, Dimitris Tzoumakis, Adam Bousdoukos, Giorgos Symeonidis, Mimi Branescu, Maria Nafpliotou, Christian Sanfira
Senaryo: Alexis Alexiou
Müzik: Yannis Veslemes

Atina'da bir caz kulübü işleten Stelios, ülkedeki mali kriz yüzünden iflasın eşiğine gelince birkaç yıl önce Romen tefeciden aldığı borcu ödeyemez hale gelir. Tefeci parasını geri istediğinde ise tüm borcu ödemek için sadece bir günü vardır. Stelios bir yandan para bulmaya çalışırken, bir yandan da tehlikeli tefecinin kendisine verdiği birtakım ayak işlerini yapmak zorunda kalır. Alexis Alexiou'nun yazıp yönettiği 2. uzun metraj olan Tetarti 04:45 (Wednesday 04:45), Yunan sinemasının Yunan Yeni Dalgası'na ait arthouse örnekleri dışına da çıkabileceğini gösteren başarılı bir kara film örneği. Alışılmış suç kalıplarının dışında olmayan ama ana karakterinin etrafına iyi bir çember çizip o çemberi ufak ufak daraltarak basit yapısını diri tutan Alexiou, aile babası ve caz kulübü işletmecisi Stelios merkezli hikayesini gün, saat vererek ve içindeki diyaloglarda geçen bazı cümlelerle isimlendirilmiş bölümlere ayırarak kendine has bir geriye sayımla anlatıyor. Tefeciden borç alıp ödemeyen, kokain çeken, karısını aldatan, çocuklarını ihmal eden geçmişi karanlık bir adam olarak resmettiği Stelios'u seyirciye karşı belli ölçülerde mesafeli hale getirdiği gibi, onu borcunu ödemesi gereken sınırlı zamana hapsedip türlü olaylarla empati yaratarak o mesafeyi fazla uzun tutmuyor.

Para bekleyen bir tefeci, ilgi bekleyen bir aile, kriz ortasında finansal destek bekleyen bir caz kulübü arasında kalan Stelios'u öznesi olarak cepte tutan Alexiou, bu özneye es vererek kısa süreliğine striptiz kulübü işletmecisi Arnavut göçmeni Omer'i öne çıkarıyor. Stelios'un borçlu olduğu tefeciye de borcu olan Omer'in bir göçmen olarak yıllar önce Atina'ya gelip kendi işini kurmasından, Yunanca'yı bir Yunan kadar iyi konuşabilmesinden, oğluyla olan baskıcı ilişkisinden dem vuran Alexiou, her iki işletmeci üzerinden girişimcileri tefecilere muhtaç eden ekonomik düzene isyanını dile getiriyor. Aynı zamanda Stelios ve Omer'in oğlu arasında bağlanmamış bağcıklar aracılığıyla dramatik bir bağ da kuruyor. Gerek bu bağcıklar sayesinde çocukluğuna, gerekse Romen tefeci hesabına çalışan ve tercümanlık yapan eski dostu Vassos sayesinde geçmişine dair muğlak ipuçları taşıyan Stelios, kendini tümüyle açıklamayan bir karakter olarak tasarlanmış. Gün ve gece boyunca yaşadıklarına istinaden kendi sıkışmışlığının muhasebesini yapan, bu fiziksel ve ruhsal çıkışsızlığından kurtulmak için kendi çıkış planını yapan Stelios, tümüyle olmasa da bazı yönleriyle Coen karakterlerini andırıyor.

Yunanistan'ın içinde bulunduğu ekonomik krizi, emniyet güçlerindeki yozlaşmayı, toplumsal çürümeyi, milliyetçiliği azar azar filmine sızdıran Alexis Alexiou'nun bu farkındalık duruşu, hikayesinin elverdiği üzere abartılı veya didaktik ölçeklerde seyretmiyor. Karakterler, onların geçmişleri, şimdiki zamana biriken sıkıntıları bazen satır aralarında, bazen de sadece topu seyirciye atıp hissettirerek kendini konumlandırıyor. Kara komediye ya da aksiyona bile uyarlanabilecek bir suç hikayesini doğru bir tercih olarak kara film sularında gezdiren Alexiou'nun sinema dili, yer yer şiddeti estetize etmekten de kaçınmıyor. Yunan sinemasının iki tecrübeli aktörü Stelios Mainas (Stelios) ve Dimitris Tzoumakis (Vassos) ile birlikte Omer'i canlandıran Giorgos Symeonidis'in performansları da filmin ruhuyla ahenk içinde. Ayrıca Romen tefeci rolünde Moartea domnului Lãzãrescu, Pozitia copilului, Portretul luptãtorului la tinerete, Sieranevada, Periferic gibi Romanya sinemasının önemli filmlerinde bulunmuş Mimi Branescu'yu görmek mümkün. Tetarti 04:45, Avrupa menşeli kara film izlemek isteyenler için saklı kalmış yapımlardan biri.

13 Mayıs 2021 Perşembe

Gelincik (2020)

 
Yönetmen: Orçun Benli
Oyuncular: Ahmet Mümtaz Taylan, Kaan Yıldırım, Hande Doğandemir, Bülent Emrah Parlak, Ulaş Torun, Nilperi Şahinkaya
Senaryo: Şükrü Üçpınar, Orçun Benli
Müzik: Sertaç Özgümüş

Şükrü Üçpınar ve Orçun Benli'nin senaryosunu yazdığı, Benli'nin yönettiği Gelincik, yerli sinemada pek rastlanmadığı üzere polisiye gizem türünde bir yapım. Rastlanmaması sebebiyle de buna alışkın ve hazırlıklı olmadığımız için onu kolaylıkla farklı bir yerde konumlandırabiliyoruz. Şehirden uzaktaki orman evine gelen bir genç adamın, uzun süre buraya uğramadığını anladığımız oyalanma sahnelerinden sonra ava çıkmasıyla ne sunacağını bilmediğimiz bu hikayeye giriş yapıyoruz. Adam önce tavşan olduğunu düşünerek bir gelincik vurur, onu yanına gittiğinde ise karşısına kendini Karadayı olarak tanıtan iri yarı bir adam çıkar. Onunla tanışırken adının Ayhan olduğunu öğrendiğimiz genç adam, Karadayı'dan gelinciklerin doğasını, en önemlisi de ne kadar kinci hayvanlar olduklarını öğrenir. Görevinden izinli olarak kendine ait bu dağ evine geldiğini anladığımız polis memuru Ayhan, kafasını toplamak için geldiği bu evde hem ardında bıraktığı anılarıyla yüzleşir, hem sürekli karşısına çıkan Karadayı'yı çözmeye çalışır, hem de evine musallat olan gelincikle mücadele etmek zorunda kalır. Orçun Benli bu hikayeyi anlatırken düz bir yöntem izlemiyor, sahip olduğu gizemi geri dönüşlerle besleyen bir kurgu tercih ediyor ki, filmi diri tutan en önemli unsurlardan biri bu tercih. Bu bütünü bir ekmeğe benzetirsek, seyircinin o ekmeğin izini sürebilmesi için ekonomik biçimde doğru yerlere kırıntılar bırakıyor.

Orçun Benli'nin 6. uzun metrajı olan Gelincik çeşitli yönlerden özel bir film. Önceki filmlerde de beraber çalışan Şükrü Üçpınar ve Orçun Benli ikilisinin sinema kaygısı içermeyen, gişe başarısından da uzak bu filmlerin ardından Gelincik gibi bir yapım ortaya çıkarmış olması az rastlanır bir durum. Bu kariyer içinde bambaşka bir yerde duran Gelincik, ülke sinemasındaki keskin sınıflaşma düşünülünce tür ve o türün yorumlanış biçimi dahilinde de az rastlanır bir film. Senaristlerin muhtemelen müslüman mahallesinde salyangoz satmak ya da "iş yapmaz" olarak gördükleri polisiye gizem türüne dair yaratıcı fikirler ortaya koyamamalarından doğan tembelliğe basit ama etkili bir cevap adeta. Önce Ayhan karakteri ile olta misali seyirciyi ilgi çekici bir muğlaklıkla yakalayan, fazla oyalanmadan onun karşısına Karadayı gibi bir adam koyarak bu muğlaklığı gerilimle katlayan, Ayhan'a dair geri dönüşlerle de başka bir kanaldan hikayesini katmanlayan Benli, atmosferini bozmayarak bu hikayeye dair kafamızdaki soruları ufak ama etkin dokunuşlarla cevaplıyor. Nelerden ya da kimlerden kaçtığı meçhul Ayhan ile, babacan tavrını şüpheci tavrıyla gölgeleyen (veya tam tersini yapan) Karadayı arasında daha ilk dakikadan itibaren oluşan tekinsiz hava, bazen bir pala, bazen bir balta, bazen bir tüfek gösterilerek, çoğu zaman da ikisinin birbirlerine keskin bakışlarıyla iyice geriliyor. Şömine başında içtikleri sahnede olduğu gibi bu gerginliğin içine bir miktar huzur karıştırma tuhaflığı bile başarıya ulaşıyor.


Benli ve Üçpınar, ellerinde Ayhan ve Karadayı gibi gerilim mayası çoktan tutmuş iki karakter olmasına rağmen bu avantajın üstüne yatmayıp asıl meselesine doğru ağır ama emin adımlarla yürümeye başlıyor. Başlarda filmin geçtiği zamana dair bir belirsizlik olsa da, araba, telefon gibi nesnelerle ya da flasbacklerle bir miktar kafa karışıklığı yaratıp bu belirsizliği yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başlaması o emin adımların değerini ortaya koyuyor. Sözü edilen "ağırlık", "yavaşlık" aslında filmin en önemli karakterlerinden biri. Üstelik 75 dakika gibi bir sürede bu yavaşlığın bir kendini ifade unsuru olabilmesi hayranlık verici. Filmin bu karakter avantajıyla yetinmeyip kendini bir noktadan sonra siyasi açıdan beklenmedik bir yere konumlandırması, 90'ların terör ve terörle mücadele dinamiklerinde gezinen cesur bir politik gerilime evrilmesini sağlıyor. Huy olarak insanlara benzeyen fiziksel varlığı yanında, intikam peşindeki kinci geçmişin de bir metaforu sayılabilecek gelincik unsuru, Karadayı'nın "yukarıdakiler"e gönderme yaptığı tanrı kral Xerxes hikayesi, geçmişte yaşanan bir olayın içinde görünmez olup o olayı yerinde izleyerek hatırlama gibi parçalar, filmin sürekli kendini canlı tutma hamleleri olarak metni ve sinematografiyi güçlendiriyor.

Gelincik, son dakikalarında çözülmeye başladığı anlarda alıştıra alıştıra açığa çıkardığı nefis sürpriziyle, adını verdiğimiz zaman o sürprizi bozabilecek bazı tanıdık yabancı filmlerin finallerini hatırlatıyor. Ama o finallere benzemek için kastığını kesinlikle düşündürmüyor. Zira o final bloğuna kadar zaten kendi ayakları üstünde durabilmiş olan film, böyle anlamlı bir finali hak ediyor. Ayhan ve Karadayı arasında genelde Karadayı'nın yönlendirdiği diyaloglar, yaşanan tansiyon böylece nihai cevabına ulaşıyor. Vicdan, pişmanlık, geçmişin muhasebesi ve dahası bu finalin satır aralarından taşarak bir sele dönüşüyor. Ayhan'ın ürkeklik ile gerginlik arasında asılı kalmış ruh halini çok iyi veren Kaan Yıldırım ve Karadayı'nın keder ile gerginlik arasında asılı kalmış bilgeliğini çok iyi aktaran Ahmet Mümtaz Taylan'ın performansları filmin doğasına çok uygun. Karşılıklı sahnelerde sık sık Karadayı'nın ortamı sinsice germeye çalışan ince çıkışları, Ayhan'ın bunlara sinirlenip kendini frenleyişi ve bunların seyirciye olması gerektiği gibi ulaşması, bu iki oyuncunun gücü kadar, Orçun Benli'nin onları diyalogların gidişatına uygun biçimde kadrajlayan, türlü tempo ve kurgu becerileri içeren yönetmenliğiyle de mümkün oluyor. Gelincik, Şükrü Üçpınar ve Orçun Benli ikilisinin kariyerinde gerçek bir kırılma noktası. Yepyeni bir başlangıç. Hatta ilk olmayan bir ilk film.

8 Mayıs 2021 Cumartesi

La Zona (2007)


Yönetmen: Rodrigo Plá
Oyuncular: Daniel Giménez Cacho, Maribel Verdú, Daniel Tovar, Alan Chávez, Carlos Bardem, Mario Zaragoza, Marina de Tavira
Senaryo: Rodrigo Plá, Laura Santullo
Müzik: Fernando Velázquez
 
Lise öğrencisi Alejandro, Meksika’nın başkentinde, en son güvenlik teknolojisiyle korunan, duvarlarla örülü ve fakirlikle çevrili refah ve zengin bir site olan La Zona’da yaşıyor. Bir gece gecekondu mahallesinden üç genç La Zona’ya girip ev soymaya kalkışırlar. İş üstünde basılınca, yaşlı bir kadını öldürürler. Kaçmayı başaran kadının hizmetçisi güvenliği ayağa kaldırır. Çıkan çatışmada iki genç vurulur. Üçüncüsü -Miguel- ise La Zona’nın derinliklerine doğru kaçmaya başlar.
 
La Zona, zengin ve yoksul kavramlarının aynı coğrafyada, aynı havayı teneffüs ediyor olmalarına rağmen, aralarındaki uçurumun derinliğine çok çarpıcı vurgular yapan bir Meksika yapımı. Etrafı gecekondularla çevrili burjuva yerleşim bölgesi La Zona’nın dikanli teller ve yüksek duvarlarla çevrili izole konumu ile bu konumun mahremiyetini tehdit eden yoksul mahallelerin çoğunluk çaresizliği, global anlamda kuvvetli sosyo-kültürel göndermelere sahip. Aslında bunlara gönderme demek de doğru sayılır mı bilmem. Çünkü burjuvazi ile yoksulluk temsilleri hiç de dolaylı bir anlatım izleğinde değil. Şöyle ki, kabaca zengin ve yoksul yaşam şekilleri arasındaki fark, hemen hepimizin farkındalığı dahilinde güç ve zayıflık arasındaki eşitsizlikle aynı anlamda. Zaten La Zona’nın temel varoluş sebebi bu. Ancak belki de beraberinde çift taraflı bir eleştiride de bulunmuş sayılabilir ki sanırım filmin o kısmı izleyenin zihninde daha dolaylı bir yol izlermiş gibi görünüyor. Yani azınlık olan zenginin gücü ile, çoğunluğa sahip fakirin güçsüzlüğü arasındaki bariz tezat. Fakat kendi ülkemizden biliyoruz ki bu tezatlık sorgulanamaz bir dokunulmazlığa sahip değil.

La Zona, cinayetle sonuçlanan bir ev soygunu sonrası yaşananlarla belli bir örnekten çok yönlü çıkarımlar elde etmeyi/ettirmeyi başaran bir tokat. Fakirliğin etrafını kuşattığı elit bir bölge olması itibariyle daha önce yaşadığı kötü tecrübelerin de etkisiyle kalın duvarlar, güvenlik kameraları, güvenlik görevlileri ile önlemini almış, refah içinde, fakat oldukça huzursuz mini bir uygarlık. Bunun yanında kendi içinde oluşturduğu demokratik bir yapılanmayla apartman veya site yönetimlerinin doğal işlevlerini yerine getirme düzenini de oturtmuş. Bunlar gayet doğal. Hatta demokratik yapılanması dışında dışarıdan gelebilecek tehlikelerin ciddiyetine olan farkındalığından ötürü tartışmaya açık bireysel silahlanma durumu bile makul bir savunma şekli sayılabilir. Fakat La Zona ileri gelenleri, demokrasi kılıfı içinde kendi katı kurallarını oturtma adına sınıfsal ırkçılığa varan tutumlarıyla rahatsız ediciler. Özel hayatlarına yapılan tecavüzleri kanuni yollardan halletmek yerine kendi insan avları için organize olmayı seçiyorlar. Çünkü kanun kuvvetlerinin bile etkisiz kaldığı bir hak arayışı, o hakkın bulunamaması ile çoğu kez aynı anlama geliyor.
 

İçinde bürokratların da ikamet ettiği özel bir sitede bu hak arayışının yasalar yoluyla aranmıyor olmasıda çok anlamlı. Zengin, fakir, hatta iktidarı temsil eden bireylerin kendisinin bile bürokrasinin hantallığından, suçluların doğru dürüst cezalandırılmamasından, yasaların yeterince caydırıcı olmamasından şikayetçi olduklarına tanık oluyoruz. Varoşlar nasıl kendi yazılı olmayan kanunlarını mahallelerine yayabiliyorsa, La Zona burjuvaları da göze göz, dişe diş ilkeleri ile kendi çöplüklerinde kendi adalet anlayışlarını yerleştirebiliyorlar. Her iki tarafın da kafasına göre hareket edebilmesinin kolaylığı, yasaları ve onun uygulayıcısı olan polisleri de devre dışı bırakıyor. Üstelik para ve iktidarın gücü sadece kurumsal bazda değil, filmdeki idealist dedektif Rigoberto’yu yıldırdığı gibi bireysel çabaları da devre dışı bırakıyor.
 
Öte yandan “adalet parası olanlar içindir” düşüncesine sarıp sarmalanmış yoksul kesimin insanca yaşama hakları ile La Zona ahalisinin de şikayetçi oldukları “adaletin istedikleri şekilde tecelli etmeyişi” düşüncesi ne de güzel çakışıyor. Hiçbir kesime yaranamayan kanun ve hükümlerin “adalet” olarak tanımlanması da çok ironik. İster sırça köşklerde, ister gecekondularda yaşasınlar, insanlar için adalet kavramı hiçbir zaman tam manasıyla yerini bulmamıştır zaten. La Zona benzeri yerleşim alanlarında yaşayanların adalet, hak, hukuk ile daha yakın temasta olduğunu düşünürüz hep. Gecekondu sorunu da başlıbaşına bir inceleme konusu. Fakat esas olan gecekondu ile La Zona gibi uydu kent, studio city tipleri arasındaki refah uçurumunun orta yolunun bulunamayışı üzerine gelişmekte olan toplumları yönetenlerin sadece lafta kalan veya ufak tefek göz boyamalarla idare edilen kurnazlıkları. Çünkü bu çatışmanın sebebi elbette ki yıllar boyu sürdürülen yanlış global ekonomik politikalar ve oy toplamadaki zekasını ülke yönetiminde kullan(a)mayan politikacılar. İnsanların istedikleri yerde insanca yaşama hakları olduğunu kabul etsek de, kontrolsüz göçün ve kırsalı öldüren ekonomik iktidarsızlıkların sebep olduğu gecekondu kavramını kabullenmek zorunda kalmak çok kötü. Varoşların oy potansiyeli düşünüldüğünde oralara istif edilmiş insanların birçok yönden sömürüldüğü gerçeği unutulmamalı.
 
İşte o varoşların oylarıyla La Zona standartlarına kavuşan politikacı tipinin, kendini onlara karşı korumaya alma, onlara yapılan adaletsizliklere bırakın göz yummayı, ön ayak olma ikiyüzlülüğünün adıdır politika. Sorun sadece bu sayede kendi silahıyla vurulmuş konumuna düşen yoksul gecekondu insanlarının sorunu da değil. Eğitim, sağlık, kültür, adalet yönünden yoksun veya eksik büyüyen bu toplulukların ülke geneline yayılan suça, cehalete, yozlaşmaya önemli katkıları olduğu da bir gerçek. Artık bir yerden sonra sorun zengin-fakir ayırt etmeden herkesin sorunu oluyor. Büyük şehirlerin artan suç oranları, işsizlik, kontrolsüz kentleşme, nüfus artışı, kültür ve insan erozyonu hepsi zincirleme trafik kazası gibi birbirine giriyor. Bildiğimiz anlamda gecekondular zamanla çok katlı gecekondulara dönüşüyor. Bu sömürüden beslenen siyasi iktidarlar ve kaymak tabaka da La Zona cumhuriyeti gibi kendilerini yasalar üstü görüp istedikleri gibi at oynatabiliyorlar. Ama tüm bunlardan zengin olsun fakir olsun her şekilde etkilenen hep insanoğlu oluyor.
 

Film olarak La Zona’nın ekonomik, siyasi, sosyal yönden kıskaca aldığı insanların dramı da her iki yakadan izleyeni kıskaca alıyor. Olayın bireye yansıyan boyutu çok sarsıcı. Fiilen cinayeti işlemese de olaya karışmış olan ve diğer iki arkadaşı La Zona’lılar tarafından öldürülen genç Miguel ile, La Zona sakini zengin çocuğu Alejandro’nun yollarının kesişmesi, doğuştan elde edilen farklı statülere sahip bireylerin, şansın ve şanssızlığın hayatın her evresinde kolayca yan yana gelebildiğini, birbirlerinin hayatlarında önemli rol oynayabildiklerinin ispatı. Farklı sınıflara mensup iki ergen üzerinden tek mesaj iletiyor veya ergen masumiyetinden hareket ediyor gözükse de, hem Miguel’in cinayet işleyen arkadaşlarını, hem de Alejandro’nun La Zona’daki insan avını bir oyun gibi algılayan yaşıtlarını da hesaba katarak ergen-yetişkin farkı gözetmeden, özünde insan olanın birbirlerini algılayış biçimleri ile bir enerji yaratıyor film. La Zona’dan canlı çıkmanın zorluğu sadece orada saklanmak zorunda kalan, polise teslim olmayı isteyecek kadar çaresiz Miguel’in kimliğinde vurgulanmıyor aslında. Alejandro’nun ebeveynleri ile birlikte birkaç sağduyulu La Zona mukiminin de içinde yaşadıkları sistemden hoşnut olmamaları La Zona’yı bütünüyle burjuva çetesi tarafından idare edilen bir site yapmıyor. Ama çoğunluk kendi içinde vicdanı da asimile ediyor. Kapitalizmin insanlara dayattığı onlarca şeyden biri de bu değil midir?

Fakat esas acı olan, sistem memnuniyetsizliği ve tek tük vicdani rahatsızlığa rağmen, La Zona sisteminin iç bünyesinde hunharca çözdüğü problemler sonrası değişen bir şeylerin olmaması. Yani Miguel’in suçunu itiraf edip özür dilediği kamera kaydını izleyen Alejandro’nun babasının veya kazara güvenlik görevlisini vuran yaşlı adamın vicdani çırpınışları da kendi kendine eriyip gidiyor. Özel mülkiyet sahipleri bir süre sonra iyice çığrından çıkıp “özel adalet”e başvuruyorlar. Kanunların işe yaramadığı yerde belki başka çare de kalmıyor. Fakat o kadar karmaşık bir döngü ki, “ben adaleti sağlıklı biçimde sağlayabilirim” diye sağduyulu bir kanun koruyucu bile yıllar boyu emek verdiği adalet sistemi tarafından susturuluyor. Hayat herkes için kaldığı yerden devam ediyor. Yaşadığımız, tanık olduğumuz veya TV’de gördüğümüz cinayetler, linçler, kapkaçlar, banka hortumlamalar, politik suçlar, rüşvetlerle devam ediyor. Elimizde kalan tek vicdan temsilcisi olan Alejandro’nun insan olarak yapması gerekeni yapıp, vatandaş olarak yapmaması, köşe başında karnını doyurması gibi devam ediyor. Devam etmesi gereken şekilde etmese de…

3 Mayıs 2021 Pazartesi

Dans ma peau (2002)


Yönetmen:
Marina de Van
Oyuncular: Marina de Van, Laurent Lucas, Léa Drucker, Thibault de Montalembert, Marc Rioufol
Senaryo: Marina de Van
Müzik: Esbjorn Svensson

Kendi halinde bir iş kadını olan Esther bir gece bir partide sağ bacağını feci şekilde yaralar. Önce bu yarayı hiç farketmez ve o kazadan itibaren kendi vücudu ile tuhaf bir ilişkiye girer. Kendini kesmeye, hatta "yemeye" başlar. Anlaması, anlatması akıl karı olmayan bir film. Cronenberg'in Crash'inin ipini koparmaya cüret etmiş hali biraz da. Bir başka "beden" fetişi. Marina de Van, filmi yazmış, yönetmiş ve başrolü oynamış. François Ozon'un birkaç filminde yardımcı senaryo yazarlığı da yapmış olan Marina de Van, hassas mideler için izlemesi biraz zahmetli bu filmi ile şimdiden kendine has bir hayran kitlesi bile edinmiş. İnsan böyle filmleri tavsiye etmeye korkuyor. Fakat ilginçliği ile kendisine bağlamayı bilen bir yapım. Özellikle kendiyle baş başa kaldığı sahnelerin yarattığı tedirginlik duygusu, kendine, etine, şiddete, yalnızlığına gönderdiği kanlı mesajlar, tuhaf biçimde rahatsız edici bir huzuru da barındırıyor. İnsanın ara sıra "kendinden" biraz atıştırması gibi tüy dökücü orijinallikleri de düşünüş ve kullanış biçimiyle ilginç bir deneyim. Son derece ciddi ve karmaşık psikolojik analizler gerektiriyor. Az çok benzer temalı Trouble Every Day’dan daha iyi bulduğumu söyleyebilirim. Bonus niyetine Laurent Lucas da Esther'in sevgilisi rolünde. Tavsiye etmekle etmemek arasında kalınacak nadir filmlerden biri Dans ma peau...