30 Kasım 2008 Pazar

[Rec] (2007)


Yönetmen: Jaume Balagueró, Paco Plaza
Oyuncular: Manuela Velasco, Ferran Terraza, David Vert, Jorge Serrano, Pablo Rosso
Senaryo: Jaume Balagueró, Paco Plaza, Luis Berdejo

Yerel bir TV kanalı için “Siz Uyurken” adlı bir gece programı çeken muhabir Ángela ve kameraman Pablo, itfaiyecileri ziyaret ederler. Çekimler sürerken bir ihbar gelir. Bir apartmandaki daireden tuhaf çığlıklar yükselmiş, rahatsız olan komşular ise durumu polise ve itfaiyeye bildirmişlerdir. Bunu programları için bir fırsat bilen Ángela ve Pablo izin alarak bu ufak operasyonu görüntülemek üzere ekibe katılırlar. Olay yerine geldiklerinde giriş katında birkaç polis ve apartman sakinlerini görürler. Binadaki yaşlı bir kadın cinnet geçirmiştir. Yangın söndürmek dışında daha basit operasyonlara da katılan görevlilerin işi kolay gibi görünse de durum aslında hiç de sanıldığı kadar basit değildir. Çünkü apartmanda tuhaf şeyler döndüğünü anlamaları fazla uzun sürmez. Bir süre sonra da bina şüpheli biçimde karantinaya alınır. İçeride mahsur kalan bir grup insan için korku dolu saatler başlar.
  
Tamamını filmdeki kameraman Pablo'nun çekimlerinden izlediğimiz [Rec], Jaume Balagueró ve Paco Plaza isimli iki İspanyol’un yazıp yönettiği, birçok organizasyonda ödüller almış çok ilginç bir korku/gerilim örneği. Cloverfield, The Blair Witch Project, The Last Horror Movie gibi çok başarılı örneklerine rastladığımız bu teknik, bütün gücünü bu hareketli kameranın sağladığı gerçeklikten alıyor. Ortada bir senaryo olmadığı hissi veren, doğaçlamaya müsait ve en önemlisi kendisi de bir kurgu olduğu halde, kurgu yapımların sağladığı yapmacık tavırlardan farklı olarak ürkütücü bir atmosfer yaratması yönünden [Rec], bu türün (şayet dijital teknik açısından buna bir tür demek doğruysa) en iyi örneklerinden birisi olmuş denebilir. Bir ev, bir oda, bir kasaba gerilimini oluşturan basmakalıp düzeninden hareketle bu kez bir apartman gerilimi yaratılmaya çalışılması da ilginç bir yaklaşım. [Rec], zaman zaman kurmacalığını hissettirse de, 70 küsür dakikalık süresinin büyük bir bölümünü diken üstünde geçirtme becerisine sahip. Kameranın sağladığı amatör bakış ve belgesel doğallık, kurmacanın getirdiği saldırılar, yaralanmalar, çığlıklar ile bir araya geldiğinde ürpertici bir kimya ortaya çıkıyor. Bu teknik aynı zamanda deneysel çekim ve kurgu oyunlarına da elverişli olduğu için, yaratıcılığı öne çıkaran, destekleyen bir özgürlük de sağlıyor.

Filmin başrolü varsayabileceğimiz kameranın gücü çok büyük. Olayları adeta seyircinin korkan, panikleyen, oradan oraya kaçışan gözü ile gördüğünden, binaya tıkılıp kalma hissini de damarlara zerk ediyor. Kameranın, onun sallantılı kadrajlarının, bilinçli oyunlarının kattığı gerçeklik, izleyenin bakış açısına göre kişileşiyor. Yani kamera, ekran karşısındaki bizlerin bir çift gözü olmaya soyununca bakış da değişiyor, kişiselleşiyor. İnsanın içindeki röntgenci, korkak, cesur, meraklı özelliklerini tetikliyor. Hem asi, hem de itaatkar davranıyor: Mesela girmemesini istediğimiz yerlere girebiliyor, bakmaması gereken yerlere bakabiliyor. Haliyle bize gösterdikleri de sıradan bir TV kamerasının göremeyeceği bir şiddeti belgeliyor. Bunun yanında izlerken tam olarak idrak edemediğimiz kritik bir sahneyi geri sarıp tekrar gösterebiliyor. Elbette onu kullananın bir insan olması, bu özellikleri bir kameradan çok o insana yüklüyor gibi görünüyor. Fakat geri alma, aniden kayda girme, ışığıyla karanlığa el feneri olma, hele hele de gece görüşü özelliğiyle klostrofobi yaratma özelliklerini gördüğümüzde bunu yapanın bir yönetmen veya kameraman olduğu gerçeğinden önce, bu imkanı sağlayanın bir kamera olduğu gerçeği daha öne çıkabiliyor.


Özellikle filmin girişinde itfaiye binasında yapılan çekimler, bunun kurmaca bir film olduğunu bilmeden izlense sahiden bir reality şov olduğunu düşündürecek kadar doğal. Keza apartman sakinlerinin bazı bölümlerde oyunculuk yönünde yarattığı hava da öyle. Ancak panik ve terör baş gösterdikten sonra bu doğallığa hiç de sırıtmayan oyunculuk numaraları da serpiştiriliyor. Kaldı ki bunların arasında samimi bulunmayan numaralar olsa bile, bu durumu filmin dijital doğasıyla örtüşen amatör canlandırmalar olarak algılamak da mümkün. Bu küçük detay bile [Rec]’in orijinalliklerinden biri sayılabilir. Elbette kapalı mekan gerilimi, bulaşıcı hastalık gerilimi, hatta zombi gerilimi formüllerine başvuran yapısıyla ve daha önce örnekleri sunulmuş tekniği sayesinde tümüyle yenilikçi bir film sayılmaz. Fakat tüm bu saydıklarımız, korku janrı dahilinde yeniliklere açık denemeler ve [Rec] de deneyen, araştıran, arı gibi çalışan bir film. Yarattığı apartman atmosferi bir korku filmi için neredeyse nimet. Kameranın yarattığı tedirgin hareketlilik, dışarıdan spotlarla aydınlatılmış karanlık apartmanın pencerelerinden sızan ışığı sunuş biçimi ile birleştiğinde tam bir dehşet ortamı yaratılmış. Sadece bu atmosfere sırtını dayamayan film, hep zinde tuttuğu, finale doğru iyice yükselttiği tansiyonu finalde artık zirveye çıkarıyor. Tavan arasındaki kilitli dairede geçen final sekansı, apartman gerilimini zifiri karanlık tek bir daireye indirerek deyim yerindeyse rahat yüzü göstermiyor. Gece görüşü ile yapılan çekimlerin sağladığı tüyler ürperten gerilim, türün meraklılarının ayaklarını yerden kesecek kadar sağlam.

Buna benzer çoğu gerilimin içine düştüğü, bana göre oldukça gereksiz “yaşanan kaosu herhangi bir gerekçeye dayandırma” zorlaması burada da görülüyor. Tabi ki bu durum göreceli bir ihtiyaç. Bazı izleyenler izledikleri gizemli olayların daha makul, daha bilimsel bir sonuca ulaştırılmasını, ölen insanların yaşadıkları tuhaflıkların ölmelerine değecek bir neticeye bağlanmasını arzu ederler. Gizemli olayların veya yaşanan şiddetin altında yatanları aydınlatmak adına bilimsel bazı gerekçeler bulmaya (bazen de uydurmaya) çalışmak böyle filmlerin özellikle son bölümlerinin iki ayağını bir pabuca sokabiliyor. Buna benzer gerekçelerle filmi şişirmektense finali muğlak kılmak çok daha anlamlı olabiliyor. Muğlak bir final demek, karamsar bir final demekle çoğu zaman aynı anlamı taşıyor. Böyle bir final ise tamamen kişisel bir tercihten ibaret. Her zevke hitap etmiyor.

Bu manada 2005 Neil Marshall filmi The Descent ile [Rec] arasında ortak noktalar gördüm. Aslında The Descent, bilimsel açıklamalara uygun bir zemini olmasına rağmen, hiç buna kafa yormaya çalışıp ağırlaşmadan kendi tarzını ve gerilim takvimini şekillendirmeye uğraşmış pesimist bir filmdi. Bunda da bana göre son derece başarılı oldu. [Rec] ise insanların çıldırma sebeplerini kendince haklı bir zemine oturtmak adına “gerekçe bulma” yolunu seçmekte. Fakat bunu yaparken sözünü ettiğim ağırlaşma yerine şaşırtıcı biçimde bu gerekçeyi kendi gerilim özünde sindirmeyi, biraz daha geri plana atmayı başarıyor. Yani milyon kere işlenen “kontrolden çıkan bilimsel bir deney”in küflenmişliği bile, filmin özgün gerilim anlayışının önüne geçmeyi başaramıyor.


Blair Witch Project ve Cloverfield da bu tekniğin güzide örnekleri. Birisi hayalet, diğeri canavar filmleri geleneğine dayanmış olmasına rağmen onları farklı kılan yegane özellik bu hareketli kamera kullanımı. Normal şartlarda sabit kamera + özel ses/görüntü efektleriyle çekilseler bu kadar ilgi çekerler miydi tartışılır. Mesela Cloverfield’ın Godzilla’dan ne farkı kalırdı? Fakat Blair Witch’den finaldeki kulübe sahnesi dışında hiç ürkmediğimi, hatta efsane cadı üzerine yeterince gizem ağı örülemediğini düşünüyorum. İşin en önemli kısmı da burasıydı bana göre. Keza Cloverfield nereden geldiği belli olmayan, ama nihayetinde ne olduğu belli olan bir yaratığın yarattığı terör üzerine aslında “büyük” bir filmdi. Büyüklüğünden kastım, pahalı özel efektlerin gazladığı masraflı bir yapımdan ziyade, gizemli küçük ayrıntıları tercih etmemesi, bireysel korkuları deşme yerine daha çok kaostan beslenen kitlesel korku üzerine yoğunlaşmasıydı. Zaten metro sahnesi bence de koskoca filmin korku namına en etkili olduğu bölümdü. Ne zaman açık alanlardan, caddelerden, sokaklardan kurtulup dar, kapalı, karanlık ve havasız mekanlara geçiyorsunuz, işte o zaman bu kamera gücünün iki katı etki gösteriyor. Yine de Cloverfield, Godzilla formülünü ve bütçesini bağımsız bir cesaretle bu tekniğe adamasıyla ve bu canavarın nereden, nasıl, niçin geldiği üzerine fazla kafa yormayıp içeriğini şişirmek yerine doğrudan panik atmosferine kilitlenmiş olmasıyla takdiri hak ediyor.

Bir de bu tür filmleri izlerken yer yer aklımıza takılan, biraz yüzeysel gelebilecek de olsa bir ayrıntıyı dile getirmek isterim. Adı geçen her üç filmde yaşanan o kadar panik, kaos, korku, gerilim ambiyansına rağmen devamlılığın bozulmayışı, ya da daha anlaşılır şekilde kamerayı kullanan kişinin panikleyip canını kurtarmak için kamerayı bir kenara bırakma düşüncesinde olmayışı da düşündürücü. Buradaki motivasyon da çok önemli aslında. Çünkü bu teknikle samimiyete oynayan filmler, herşeye kulp takan bir kısım seyirciyi az da olsa oyalayabilmeliler. Blair Witch’de belgesel çekme amaçlı üniversite öğrencilerinin, [Rec]’de TV programı çeken bir kameramanın motivasyonlarının anlaşılabilirliği daha kolay sanki. Ama Cloverfield’da ise sadece yaşanan sıra dışı bir olayı kameraya çekmek isteyen sıradan bir gencin motivasyonunu sırf merak duygusuna bağlamamız gerekiyor.


Üstelik diğer iki filmden biraz farklı olarak “kamerayı fırlatıp canının derdine düşme” hissiyatının en fazla duyulabileceği tam bir savaş ortamında bu merakı anlamlandırmamız gerekiyor. Tabii ki öyle bir merak olmaz diye bir şey yok. Yine de bu üçlü arasında kamerayı taşıyanın motivasyonu söz konusu olduğunda en ikna edici olanı [Rec] sanırım. Çünkü her ne olursa olsun, bir TV kameramanının mesleki kaygıları veya onu kameraman yapan kişisel merak özelliklerinin toplamında yaptığı çekimler, kamerayı bırakıp canını kurtarma fikrini sürekli erteliyor. Bu da [Rec]’in var olan inandırıcılığına katkı sağlıyor. Blair Witch filminde öğrencilerin motivasyonları da buna benzer bir merak duygusu ile hareket etmekte. Fakat özellikle kendi aralarındaki hararetli tartışmaları bile filme almalarını anlamlandırmak biraz daha zor. Her ne kadar orada hayalet düşüncesinin sinirleri yıpratmış olduğu vurgusu iyi yansıtılmış olsa da, kahramanımız el kamerası orada haksız biçimde bireysel ve yüzeysel tartışmaların sıradan bir izleyeni konumuna indirgenmiş. Yani sırf kaybolma duygusunu vermek adına her sözün kaydedildiği çekimlerle dramatize olmaya çalışıldığı açık edilmiş, samimiyet biraz zedelenmiş bana göre.

Genel olarak önceki kalıplar ile kendi yenilikçi tavırlarını harmanlayıp bir “melez” peydahlamış The Descent ile [Rec] arasındaki pesimist kardeşlik, kendileri adına küçük, gerilim sineması adına büyük adımların sesini duyuruyor. Ripley’ler, Rambo’lar veya karton kahramanlar yaratmadan da pür korku ambiyansı meydana getirilebileceğinin vurucu örnekleri adeta. Hatta [Rec], The Descent’den bu yana izlediğim en iyi korku/gerilim.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Burn After Reading (2008)



Yönetmen: Ethan Coen, Joel Coen
Oyuncular: Frances McDormand, George Clooney, John Malkovich, Brad Pitt, Tilda Swinton, Richard Jenkins, Elizabeth Marvel, J.K. Simmons, David Rasche
Senaryo: Ethan Coen, Joel Coen
Müzik: Carter Burwell

Alkolik olduğu gerekçesiyle CIA’deki işinden kovulan emekli ajan Ozzie Cox (John Malkovich), intikam almak için bildiği gizli bilgileri bir CD'ye kaydeder. Cox’un boşanmanın eşiğinde olduğu eşi Katie (Tilda Swinton) CD'yi çalar ve gittiği spor salonunda unutur. Salonda çalıştırıcı olan Chad (Brad Pitt) ve aynı yerde yönetici olarak çalışan Linda (Frances McDormand), Chad’in tesadüfen bulduğu CD ile Cox’a şantaj yapmaya başlarlar.



Coen biraderlerin kara mizah haritasını artık çoğumuz biliyoruz. Yani biliyoruz da bilmiyoruz. Belki de sadece kara mizah olduğunu biliyoruz ama o mizahı nasıl hikayeleştirip, işleyeceklerini, sonucunu nereye bağlayacaklarını asla kestiremiyoruz. Kim, ne zaman, nasıl ölür veya ölür mü, ölmez ise ne olur, kazanır mı, kazanamaz mı anlamak mümkün değil. Blood Simple, Miller's Crossing, Fargo, The Man Who Wasn't There, No Country For Old Men gibi kara mizahı koyultulmuş suç epiklerinin aralarına serpiştirdikleri, sanki biraz da eğlenmek için çektikleri daha hafif yapımlara benziyor Burn After Reading. O klasmanda da gayet oturaklı komedileri var ve Burn After Reading’in oradaki yeri de üst sıralar olmalı. Film, pekala yukarıda adı geçen Coen harikaları gibi kara büyüye dönüştürülebilecek türden karmaşık entrika trafiğine sahip bir yapıda. Gerçi öyle bir bakışla The Big Lebowski de onlar gibi kapkara bir film olarak çekilebilirdi. Yaptıkları tercihlerde en ufak bir piyasa kaygısı taşımadıkları yönünde belirtilerden biri sayılabilecek bu durum, yazım, yönetim, üslup seçimlerindeki özgürlüklerinin sağladığı çok boyutluluğa işaret etmekte. Mesela şu filmin, süresi biraz uzatılıp daha durağan ve ciddi oyunculuklar ile fevkalade bir politik gerilim olabilecek kapasitesi var iken, çılgın ama mütevazi bir bağımsız kıvamında bırakılması, Coen biraderlerin önceliği her zaman özgürlükten yana kullanan güçlü duruşlarının bir yansımasıdır. Tıpkı bir şarkının önce hareketli ve mutlu versiyonunu, sonra da aynı şarkının daha ağır, hüzünlü ve gizemli halini kaydedip, içlerinden en beğendiklerini yayınlamaya karar veren müzisyenlere benziyorlar.

Diğer filmlerine nazaran insanda acı tebessümler yaratan cümleleri fazla olmasa da, karakterleri içine sürüklediği girdabın yarattığı baş dönmesini usta bir entrika ağıyla süsleyen Burn After Reading, asla yan yana gelmeyecek tipte ve konumda insanları mantıklı bir trafik sıkışıklığına hapsederek “kesişen hayatlar” dersi veriyor adeta. Neden “ders” diyoruz? Çünkü aynı filmde durakta otobüs bekleyen biriyle tek ortak yanı sadece arabayla onun önünden geçmek olan insanlardan yaratılan bu sözde senaryolara nazaran çok daha gerçek, ama haber bültenlerinde, gazetelerin üçüncü sayfasında gördüğümüz kadar da fantastik tesadüflere açık derecede gerçek bir kesiştirme söz konusu. Kaç hikayede bir CIA ajanıyla spor salonu çalışanları karşı karşıya gelir ki? Hayat bir kara komedi zaten! Yönetmenlere ve filmde rol alan isimlere aldanmamak gerek. Burn After Reading aslında küçük bir suç filmi. İçinde Coenler’in yıllar geçtikçe demlenen unutulmaz sekanslarının yer aldığı başyapıtlarındaki gibi iz bırakmaya namzet anlar bulunmasa da, ileride ne olacağını kimse bilemez. Onların cıva misali yerinde duramayan senaryo anlayışlarının izlerini görmek, yönetim anlamında da “her Coen filmi Fargo olmak zorunda değildir” diye bir duruşu benimsediklerinin çıkarımını yapmak mümkün. Evet, Brad Pitt’in dolaba saklandığı sahnenin sağladığı gerilimi farklı duygularla, başka Coen filmlerinde tattık. İşte buradaki yorum farklılığı, yorumlayan kadar, yorumlanan şeye de önem katıyor. O sahnenin nasıl sonuçlanacağını bilememek gibi bir duygu çeşitliliği hakim Coen filmlerinde. Dolap açılabilir de açılamaz da! Peki ya açılırsa?



Coen filmlerinin oyuncu profilleri de ilginçlik arzediyor. Eş (Frances McDormand) dost (Buscemi, Goodman, Turturro, Shalhoub) tayfasından faydalandıkları kemikleşmiş oyuncular yanında, yapımcıların veya cast ekibinin seçmiş olduğu kalburüstü oyuncularla çalıştıkları oldu. Zaten aklıbaşında her oyuncu kariyerinde mutlaka bir Coen filminde gözükmek ister. O kemikleşmiş tayfadan aldıkları verim dahilinde bu oyuncuların geniş yelpazelerinin etkili olması bir yana, bazı rollerin özellikle o oyuncular düşünülerek yazıldığını kendileri de itiraf etmişlerdi. Yalnız bu seferki tayfa öyle böyle değil. İkon, Oscar, popülarite, tecrübe, entelijansiya, biri, öbürü, neredeyse bu kelimelerin taşıdığı anlamları aktüel bazda temsil eden unsurların elit bir seçkisi olarak çok görkemli. Ama Frances McDormand dışında şu isimlerin hiçbiri temsil ettikleri bu değerlerin hakkını vermek veya o değerlerin üzerine bir şeyler eklemek gibi “gereksiz” bir çaba içinde değiller sanki. Çünkü Coenler bunu istiyorlar. Bu açıdan en iyilerden bazılarını seçmişler.

Bu kadroyu bir Coen filminde görüp de gişe için hamle yapıldığını düşünmek çok kolay düşülecek bir tuzak. Çünkü tepeden tırnağa karikatürden ibaret bir Brad Pitt, kokoş ve silik bir Tilda Swinton, yapmacık ama ona rağmen komik bir George Clooney, durmadan küfreden bir John Malkovich, daha seksi görünmek isteyen bir Frances McDormand var bu filmde. Hangi kariyer sahibi oyuncu bu tiplemeler için kendini riske atar? Coenler için bu riski göze almanız kaçınılmaz. Size son derece itici bir saç modeliyle bile Oscar kazandırabilecek türden sihirleri mevcuttur. Hoş, bu filmde öyle bir sihiri aramak yanlış. Böylesi isim sahibi oyuncuların filme sağladığı çok daha mühim katkılar bulunmakta. Mesela bunu en iyi, amirine rapor veren ajanın bu karakterlerin akibetleri hakkında anlattığı pasajları görmüyor olmamıza rağmen, o olayları ve onları yaşayanları (belki de mimiklerine kadar) gözümüzde canlandırma başarısı gösteriyor olmamızdan çıkarabiliriz. Çünkü filmde biri bize “Harry çıldırdı” deyince aklımıza hem Harry’nin filmde üstlendiği karakterin işlevleri, hem de Harry’yi oynayan oyuncunun aktör duruşu geliyor. Böylece hem karakter, hem de onu canlandıran oyuncu hakkında sağlama yapabiliyoruz. Kaldı ki o sağlamayı yapamasak bile, Coen grameri nerdeyse zorla bunu yaptırıyor.



Chad’in telefonda Osbourne Cox’tan azar işitmesi de buna bir örnek olabilir. Birbirini görmeyen iki oyuncu için sadece karşıdan gelen sesi duymak, ya da kurgu estetiği gereği duyuyormuş gibi yapmak, hattın her iki ucundaki kişinin de izleyene sunduğu ile ilişkilidir. Bunu iki ortalama oyuncunun sunmasıyla, Pitt-Malkovich ikilisinin sunması çok başka bir şey. Madem söz onlardan açıldı, arabada buluştukları sahneye gelelim. Bir kere o kadar gerzek bir sahne ki, bana göre Coen miti yine tam olarak öyle olmasını istiyordu. Çünkü o gerizekalılıktan çıkacak olan zekaya filmin bir şekilde ihtiyacı var. Bir yanda ilerleyen yaşına ve kariyerine rağmen hala bir genç kız ikonu olan Brad Pitt ile bir oyuncu olarak farklı sanat dallarında entelektüel birikiminden haberdar olduğumuz John Malkovich’in ilginç buluşmasının Coen yansıması. Kastettiğim “hangi erkek Brad Pitt’e veya filmdeki Chad’e yumruk atmak istemez ki” yavanlığı değil. Böylesi aptal bir plana atılmış doğaçlama bir yumruk bile olabilir. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz: En basit sahnelerde bile Coenler’in ne yapacağını bilemezsiniz. Rusları bile işin içine sokarlar ama onlardan daha tehlikeli olan normal insanlardır. Karşınızdaki bir Coen filmiyse öyle olması gerek.

Oyunculuk olarak Tilda Swinton hariç diğer tüm oyuncuları beğendim. Onu da rolünün etkisizliğine bağlamak gerek. Yoksa bu filmi izlemek için en büyük etkenlerden biri de kendisiydi. Clooney bile karikatürize paranoyasıyla filme uyum sağladı. Filmin merkezi ve yıldızı Frances McDormand olsa gerek. Coen dokunuşlarıyla kendini bulan bir doğallık ve komiklik, Coen disiplininin özünü kavramış olmaktan ileri geliyordur muhakkak. Kısaca, sadece göz kamaştırıcı oyuncu kadrosuyla ve bir sene önceki Oscar fatihi Coen hakimiyetiyle çekilmiş bir film olarak daha izlemeden iyi bir film diye damgalanmaması gereken, ancak izledikten sonra gerçekten iyi olduğu anlaşılacak bir film Burn After Reading



Esasen film hakkında ilk bilgiler yavaş yavaş günyüzüne çıkmaya başladığı andan itibaren kendi adıma temkinliydim. Bu kadar çok ünlü ismin bir Coen yapımında boy gösteriyor olması, sadece Coen kanatları altında değil, kimin kanatları altında olsa yine aynı biçimde yaklaşmamı sağlardı. Ama birkaç film dışında tarafsız yaklaşmakta güçlük çektiğim Coen tarihinin bu kadroyu da kendi oklavasıyla dümdüz ettikten sonra şekillendireceğine olan inancım da vardı. Belki Coen hayranlığım gözlerimi kör ettikten sonra yeniden açıyordu. Sevabıyla günahıyla bir Coen filmi için “başyapıt” veya o başyapıtın içindeki bazı bölümler için “gerizekalı” ifadelerini aynı paragrafta kullanabiliyor olmaktan, Burn After Reading için de bunu yapabiliyor olmaktan çok mutluyum. “Ünlüler Geçidi”nin aslında film içinde o kadar da ünlü görünmemesinden de. Bunun film açısından bir handikap olarak algılanması filmi izleyene beğendirmeyecektir. Chad gibi bir Brad Pitt, Harry gibi bir Clooney veya Katie Cox gibi, her filmiyle kendisine daha çok bağlandığım bir Tilda Swinton görmek memnuniyetsizlik yaratabilir. Frances McDormand'ın Linda'sının makul kalmadığına, hatta bir komedi filmine göre Fargo’nun hamile şerifi Marge kadar bile komik görünmediğine inanıyorum. Ama sanki hepsinin kasıtlı olarak öyle görünmesi yönünde uğraşılmış bir akış hissediyorum. Ve evet! Bir Coen filminin yıldıza ihtiyacı yoktur!

25 Kasım 2008 Salı

Gone Baby Gone (2007)

Yönetmen: Ben Affleck
Oyuncular: Casey Affleck, Michelle Monaghan, Morgan Freeman, Ed Harris, Amy Ryan, John Ashton, Amy Madigan, Titus Welliver
Senaryo: Dennis Lehane, Ben Affleck, Aaron Stockard
Müzik: Harry Gregson-Williams

Boston
’da geçen filme, küçük Amanda’nın kaçırılmasının üçüncü gününde dahil oluyoruz. (Boston grubunun Amanda adlı epik şarkısı geliyor aklıma!) Başına buyruk uyuşturucu bağımlısı anne Helene, medyayı ayaklandırarak kızının bulunmasını ulusal bir mesele haline getirmeyi başarmış, tüm polis teşkilatını seferber etmiş. Ama kayıp kızın teyzesi Bea ve onun kocası Lionel, bununla yetinmeyerek iki özel dedektif/sevgili olan kahramanlarımız Patrick ve Angie ile de anlaşıyorlar. Araştırma yol aldıkça başka iki dedektif, Boston Polis Departmanı şefi, küçük çapta bir uyuşturucu mafyası, bir pedofil ve ona yardım ve yataklık eden tuhaf bir çiftin de olaya dahil olmasıyla içinden çıkılması güç olaylar zinciri birbirini izliyor.

Dramatik altyapısı sağlam, sürprizlerle ve kırılma noktalarıyla rotasını iyi çizmiş bir film Gone Baby Gone... Mystic River’ın da yazarı olan Dennis Lehane romanından, özellikle senaryo konusunda tecrübelenmiş Ben Affleck’in de katkıda bulunduğu uyarlama yine kendisinin yönetimiyle vücuda gelmiş. Çarpıcı olduğu her halinden belli olan roman ziyan edilmemiş, temiz bir prodüksyon ve ölçülü kamera kullanımıyla işlem tamamlanmış. Morgan Freeman ve Ed Harris gibi iki yetkin isimin varlığı, Braveheart, The Thin Red Line, Almost Famous gibi usta filmlerin usta görüntü yönetmeni John Toll’un kamerası ve şu sıralar en gözde film bestecilerinden olan Harry Gregson-Williams’ın güçlü müzikleri de filmin künyesini parlatıyor. Ben Affleck’in kardeşi Casey Affleck’den bir başrol olarak zaten hiç beklentim yoktu. “Kötü bir oyuncu” diyeceğim ama bu kez onu “oyuncu” olarak gördüğüm sanılacak. Bana göre filmi hiçbir şekilde taşıyamayan ruhsuz bir suratın, sıradan (hatta komik) ses tonunun elinden gelen rol kesme numarası sadece. Zaten gerek de yok. Romanın işleyen süreci ve ağabeyinin ilk de olsa başarılı yönetimi filmi bir yerlere taşıyor. Afişinde “Herkes gerçeği ister… Onu bulana dek.” yazan Gone Baby Gone, başka güzel şeyler de söylüyor. Mesela doğru olanı yapmanın da bir bedeli olduğunu…

17 Kasım 2008 Pazartesi

Superbad (2007)

Yönetmen: Greg Mottola
Oyuncular: Jonah Hill, Michael Cera, Christopher Mintz-Plasse, Bill Hader, Seth Rogen, Martha MacIsaac, Emma Stone
Senaryo: Seth Rogen, Evan Goldberg
Müzik: Lyle Workman

İki asosyal tip olan lise son sınıftaki Seth ve Evan, popüler bir partiye katılabilmek için içki alma işini üstleniyorlar. Yaşları tutmadığı için de bir sürü sorunla karşılaşıyorlar. Superbad’in konusu bu kadar. The 40 Year Old Virgin ile dikkatleri çeken Judd Apatow’un başı çektiği, Seth Rogen, Evan Goldberg, Paul Rudd, Jonah Hill gibi yeni isimlerin aralarında bulunduğu bir komedi çetesi, metine önem veren, müstehcen komediyi zekice işleyebilen, bu sayede bel altı-bel üstü arasında makul bir denge sağlayabilen filmler üretmeye başladı. Bu çeteyle ilgili söylenecek çok şey var aslında. Çekildiği yılın en iyi komedilerinden biri olduğunu düşündüğüm Knocked Up, şu ana dek bu çetenin en karakteristik ve başarılı filmi sayılabilir. Akıl dolu diyaloglar, espiriler, dokundurmalar maalesef Superbad’de fazla yer bulmuyor.

Dişe dokunur bir konuya sahip olmadan da oldukça komik işler çıkarılabileceği potansiyeline sahip bu anlayış Superbad’de biraz sekteye uğramış sanki. İçki-kızlar-parti üçgenine gereksizce sadık kalarak, bittiğinde geride sadece ufak tefek şeyler bırakan bir gençlik komedisinden öteye geçememiş.Yine de tam olarak American Pie kulvarına sokulmayı hak etmeyen, “nerd kahraman” yaratma arzusunu biraz abartmış, bazı nitelikli bağımsız komedilerin bıraktığı tadı da bırakabilen bir film. Bende geride bıraktıklarıysa birkaç komik espiri dışında, içki mağazasında yaşananlar, sinir bozucu derecede komik Fogell tiplemesi ve Lyle Workman’in bayıldığım müzikleri oldu. Çok kaliteli bir soundtracki olduğunu da bu sayede keşfettim.

12 Kasım 2008 Çarşamba

Blind Date (1987)


Yönetmen: Blake Edwards
Oyuncular: Bruce Willis, Kim Basinger, John Larroquette, William Daniels, George Coe, Phil Hartman, Stephanie Faracy
Senaryo: Dale Launer
Müzik: Henry Mancini

TV tarihinin en iyi dizilerinden biri olan Moonlighting (Mavi Ay) ile de çoğumuzun gönül bağı vardır. Şirketlerini bir bir kaybeden zengin Maddie Hayes, bir dedektiflik şirketi olduğunu keşfeder. Bu şirketin David Addison adında hazırcevap, zeki, komik, bir nevi ucube yöneticisi ile Maddie, birbirinden ilginç ve eğlenceli maceralara yelken açarlar. Cher gibi ortayaş çekiciliğinin tüm nimetlerine sahip Cybill Shepherd, neredeyse kimsenin tanımadığı Bruce Willis ve yine ucube potansiyeline sahip sekreter Agnes DiPesto, sezonlar boyu insanlara TV başında pranga vurdu. Ama bu dizinin en büyük keşfi, o meşhur güneş gözlüğü, kalpli boxerı, ağzının kenarına kondurduğu yavşak gülümsemesi ve 80’lerden beklenmeyecek ölçüde zeka ürünü esprileriyle Bruce Willis oldu. Parlak senaryosuyla yarı şaka-yarı ciddi bu muhteşem dizi TRT’nin haftasonu hediyesi gibiydi. Fakat ne zaman David Maddie’ye aşık oldu, dizi benim ve pek çok hayranı için miyadını doldurdu. Zorlama bölümler çekilmez hale geldi ve dizi resmen bitti. Bu son bölümlerin yavanlığı biraz olsun Mavi Ay yokluğuna bizi alıştırmıştı bir yerde.

Blind Date, yani Kör Talih, Talihsiz Randevu, Ucube Flört, Görücü Usulü, ne derseniz deyin, Pembe Panter’in babası Blake Edwards’ın nefis bir romantik komedisi.. İşkolik Walter'a bir arkadaşı sarışın güzel Nadia ile bir randevu ayarlıyor. Yalnız Nadia’nın ne pahasına olursa olsun içki içmemesi gerek. Çünkü kendisi içince sapıtanlardan. Bir kadehten bir şey olmaz diye düşünen Walter, Nadia’ya içirince de buyurun şenliğe. Bir de üstüne aşırı kıskanç eski sevgili David (müthiş komik John Larroquette) işin içine girince, Bruce Willis’in Mavi Ay sonrası ilk ve şimdiye kadar da tek romantik komedisinin tadına doyulmuyor. VCD kültürü olan çoğu kişinin elinden mutlaka geçmiş olan Blind Date, benim için Mavi Ay’dan sonra 80’lerin o kendine has romantizmiyle, sulusepken komedi anlayışının harmanlandığı hoş bir hatıra olmuştur. Willis’in Cybill Shepherd ile uyumuna alışmış olanlar için o dönemde Kim Besinger biraz yadırgansa da, Walter karakterinin David Addison’a yakınlığı, filmde o hoş tadı damaklara bırakabiliyor.


Gelelim romantik, naif, aynı zamanda zıpır, şen şakrak David Addison’dan, aksiyon tüccarlarının yarattığı iflah olmaz sert polis tiplemelerine giden yoldaki Bruce Willis’e.. Her şey Die Hard serisinin gözüpek, problemli polisi John McClane ile başladı. Askerdi, polisti, dedektifti derken karşımızda sert, kaba saba bir jön bulduk. Kendisi de o kadar benimsedi ve benimsendi ki, üniformalı sorunlu kimlikleri oynaya oynaya, üniformasız sorunlu Bruce Willis ortaya çıktı. Bu kadar omuzu kalabalık rolden sonra Irak’a gidip birkaç Iraklı vurmayı arzulayan, abuk milliyetçi bir kimliğe bürünebilecek ölçüde Bush hayranı olması sürpriz olmamalı. “Bush seçilirse bu ülkeyi terk edeceğiz” demecine sahip bir zamanların Alec Baldwin-Kim Besinger çiftinin bu laflarını yemelerine nazaran Willis’inki dürüst bir tavır olmasına rağmen, bu kadar sakat bir dürüstlük de adamı gündüz vampiri yapar.

Zamanında 9.5 haftamızı esir almış Kim Besinger’ın ise Oscar aldığı Lynn Bracken rolü (olağanüstü L.A. Confidential ile), benim için Blind Date’deki Nadia’dan daha iyi değil kesinlikle. Zavallı Walter’ı ve onun hayatını cehenneme çeviren hoş sarhoş Nadia’nın komik öyküsü, George W. Bush’tan habersiz iki oyuncunun kıyıda köşede kalmış, içinde çok matrak sahneler barındıran bir romantik komedi güzelliğidir. The Last Boy Scout, Pulp Fiction, Sin City, Hudson Hawk, The 5th Element güzel filmlerdir. Ama hiçbirini içinde Bruce Willis var diye sevmem. Blind Date’i ise içinde Bruce Willis de var diye seviyorum. Aslında ben Bruce Willis’i değil, David Addison’u seviyorum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Sexy Beast (2000)


Yönetmen: Jonathan Glazer
Oyuncular: Ray Winstone, Ben Kingsley, Ian McShane, Amanda Redman, James Fox, Julianne White, Álvaro Monje
Senaryo: Louis Mellis, David Scinto
Müzik: Roque Baños

İspanya’daki villasında eski bir porno yıldızı olan karısı Deedee ile gününü gün eden Gal (Ray Winstone), kendini emekliye ayırdığını düşünen bir soyguncudur. Ama bu işlerden emekliye ayrılmanın o kadar kolay olmadığını anlaması, beraber iş yaptıkları Don Logan’ın (Ben Kingsley) Gal’in yaşadığı kasabaya geleceğini haber vermesiyle mümkün olur. Gizemli ve tehlikeli Don Logan, Londra’da yapılacak bir soygunun ekibinde yer alması için üstleri tarafından Gal’i ikna etmekle görevlendirilmiştir. Artık pis işlerden uzak durmak isteyen Gal başlangıçta reddetmeye çalışsa da, üzerine çöken Don Logan belâsından kurtulmak ve kurduğu düzenli yaşamına tekrar dönebilmek için teklifi kabul etmek zorunda kalır.

Sexy Beast, bazı çevrelerce kült kabul edilmeye başlanmış, stil sahibi bir İngiliz suç yapımı. Uzun müddet hizmet ettiği suç camiasından çıkmak ve birikimleriyle bundan sonrası için huzurlu bir yaşam sürmek isteyen suçlu motifinden hareketle, sıyrılmanın o kadar kolay olmadığını kendisine anlatacak bir başka motifin devreye girmesi ve hız kazanan gerilim-aksiyon hiç de yabancısı olmadığımız prosedürler. Ama yönetmen Jonathan Glazer işin aksiyon tarafını budayıp, daha estetik bir anlatıma kaymak isteyince ortaya çıkan film gerçekten etkileyici bir renkli noir’a dönmüş adeta. Çok çarpıcı kurgu oyunları da mevcut. Ray Winstone, Ben Kingsley, Ian McShane gibi karizması tavanda İngiliz oyuncuların yanı sıra, Amanda Redman ve Julianne White gibi iki çekici İngiliz dizi oyuncusunun varlığı ortalığı daha da şenlendiriyor. Fakat Ben Kingsley için ayrı bir paragraf açmak bu film için farz.

Psikopat, dengesiz, küfürbaz, yavşak ve biraz da âşık Don Logan tiplemesiyle 2002 Oscar’larında En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne aday olan, fakat Iris filmindeki rolüyle ödülü vatandaşı Jim Broadbent’e kaptıran Ben Kingsley’in performansı yabana atılacak gibi değil. Herhalde Gandhi’den sonra gördüğüm en iyi Kingsley oyunuydu. Don Logan’ın öfke nöbetleri, bulunduğu ortamı hiç takmayan pervasızlığı, terbiyesiz romantizmi, küfürün birinin bin para olduğu aksanlı konuşmaları, patladığı halde hâlâ patlamaya hazır bir bomba gibi duran olağanüstü bir oyunculuğun dışa vurumuydu. Bir sürü soygundan haksız kazanç elde etmiş, çaldığı paralarla kendini burjuvazinin kollarına bırakmış, İspanya’daki villasında bünyesini serinleten Gal karakterine yakınlık hissetmemizin en önemli sebeplerinden biri belki de bu kabus gibi Don Logan performansı. Etik açıdan düşünüldüğünde, beterin beteri bir karakteri bu şekilde öne çıkaran, bu sayede suç aleminin ne kadar insani ve hayvansı olabildiğini gösteren yapımlar arasında en lezzetlilerinden birisi Sexy Beast. Yeri gelmişken, Gal’in kabuslarında rastladığımız o seksi hayvanın fonksiyonu bile ancak İngiliz suç mizahı içinde kendine adam akıllı bir yer bulabilecek derecede absürd bir dokunuş. Fazlasını düşünmek gaz yapabilir.

6 Kasım 2008 Perşembe

En la ciudad de Sylvia (2007)


Yönetmen: José Luis Guerín
Oyuncular: Xavier Lafitte, Pilar López de Ayala
Senaryo: José Luis Guerín

Genç bir ressam, altı yıl önce tanıştığı ve belli ki çok etkilendiği Sylvia adındaki bir kadını bulmak üzere tekrar Strasbourg’a geliyor. Kafelere gidiyor, duraklarda bekliyor, sokaklarda geziyor, insanları dinliyor, gözlüyor, güzel kadınları defterine kara kalem çiziyor. Sonunda Sylvia’yı buluyor. Daha doğrusu bulduğunu sanıyor. Çünkü güç bela kızla konuşmayı başardığında onun Sylvia olmadığını öğreniyor. O kadar emin görünüyor ki onun Sylvia olduğuna, gerçeği, ya da bize söylenen gerçeği öğrendiğinde yıkılıyor. Aramaya devam ediyor veya etmiyor. Şimdi bu özetten filmi ciddiye almama, filmin konusunu ilginç veya tanıdık bulma, filmde yaşananları tam olarak algılayamamış olma gibi tespitler yapılabilir. Bunların hepsinin doğruluk payı var. Çünkü o kadar zor bir film ki, film demeye bile dilim varmıyor. Bir kesit. Tabiî tahmin edilebileceği gibi minimalist bir kesit. Uzun planlar, ressamın bitmek bilmeyen çevre gözlemleri, Sylvia sandığı kadını Strasbourg sokaklarında takip ettiği upuzun bölümler, ayak sesleri, çok az sayıda ve basit diyaloglar, anlamlandırmaya çalıştığımız bakışlar.

Hani film sürerken bir yerinde bırakıp 10-15 dakika sonra tekrar oturup izleseniz hiçbirşey kaçırmazsınız. Fakat yönetmenin (ya da kameraya çeken şahsın diyelim) amacı burada kendimizi bu genç adamın yerine koyup, kendi kaybettiklerimiz ve bulmak için geri döndüklerimiz, ya da onun yaptığı gibi etrafı gözlemlememiz sonucu elde edeceğimiz bir empati ise, baştan sona dikkatle izlenir ise bunu sağlayabilecek etkiye sahip olduğunu söyleyebilirim. Muhtemelen mesaj bu yöndedir. Belki de burada Sylvia, yitirdiklerimizin, aradıklarımızın, bulduğumuzu sandıklarımızın ya da hayatımızda aramamız gerekenlerin bir sembolüdür, bilemeyiz. Buradaki tek mesele, filmin baştan sona dikkatle izlenmesi olacaktır ki, o empatiyi yakalamak uğruna belki de eziyete dönüşecek bir tecrübe bu film.

Yine de filmde basit de olsa adamakıllı diyaloğun yaşandığı tek bölüm olan şehiriçi otobüste geçen konuşma ve sonrası, belli bir hayalkırıklığı hüznünü aktarmayı başarıyor sanki. Çünkü o kadar ömür törpüsü sahneden sonra tam bir şeyler oturmaya başladı derken, tekrar başlanılan noktaya dönülme hissi, belki de filmin bize ısrarla dayattığı minimal yaklaşımını ya da amiyane tabirle posteki saydırmasını amaçlanan zemine oturtuyor. Tabiî bu etki herkeste aynı olacak diye bir durum, hele hele de böyle bir film için kesinlikle sözkonusu değil. Tavsiye ettiğim şeklinde bir yanlış anlamaya da kurban gitmek istemem. Sadece bana ilettiği biraz turistik Avrupa hüznüne bulanmış o “arayış” ruhu hatırına filmi tümden harcamak istememenden kaynaklı bir duygusallık.

4 Kasım 2008 Salı

L'Enfant (2005)


Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Oyuncular: Jérémie Renier, Déborah François, Jérémie Segard, Fabrizio Rongione, Anne Gerard
Senaryo: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne

Küçük hırsızlıklar yaparak ve çaldıklarını satarak yaşayan sorumsuz Bruno, sevgilisi Sonia doğum yapınca bebeği de satıyor. Sonia’nın tepkisi üzerine tekrar bebeği satın almak isteyince de işleri iyice karıştırıyor. 2005 Cannes Film Festivalinde Emir Kusturica’nın başkanlığında John Woo’lu, Fatih Akın’lı, Javier Bardem’li, Salma Hayek’li jürinin Altın Palimiye’ye layık gördüğü Çocuk, sinir bozucu derecede çekici, sürükleyici biçimde sakin bir yapım. Bu yapısıyla da çok gerçekçi. Özellikle Bruno’nun soğukkanlı saflığını ve pişmanlığın getirdiği çaresizliğini bu gerçekçi atmosferde abartısız sunan Jérémie Renier, Bruno’nun sözünü ettiğim sinir bozucu özelliklerine rağmen çocuksu yanını da sanki rol yapmıyormuşcasına ilginç bir denge ile yansıtmış.

Filme adını veren “çocuk”un, babası Bruno tarafından yabancılara satılan bebek mi, yoksa Bruno’nun kendisi mi olduğu gibi birçok farklı bakış açısını da gerçekçi tavrına katık etmiş. Ayrıca Bruno’nun küçük suç ortağı Steve rolündeki Jérémie Segard’ın da hakkını vermek gerek. İkilinin motosikletle kapkaç yaptıktan sonra kaçışlarındaki sahiciliği hiçbir sentetik takip sahnesi kolay kolay veremez. Aynı şekilde yaptıklarına pişman olmuş Bruno’nun Sonia’ya kendini affettirme yolundaki ümitsiz çırpınışlarını da… Sade, gerilimli ve dramatik bir film olarak L'Enfant, Belçikalı Dardenne biraderlerin filmografilerinde kayıtsız kalınamayacak bir kilometre taşı.