30 Eylül 2024 Pazartesi

Skunk (2023)

 
Yönetmen: Koen Mortier
Oyuncular: Thibaud Dooms, Natali Broods, Dirk Roofthooft, Boris Van Severen, Flo Pauwels, Colin Van Eeckhout, Sarah Vandeursen, Soufian Farih
Senaryo: Koen Mortier, Geert Taghon
Müzik: Amenra

Küçüklüğünden beri şiddet, istismar, alkol, uyuşturucu ile kuşatılmış olan 17 yaşındaki Liam, sosyal hizmetler tarafından ebeveynlerinden alınıp kendisi gibi gençlerin topluma kazandırılması için toplandığı yatılı bir kuruma verilir. Başta kurum eğitmenlerinden Pauline olmak üzere çalışanlar onunla yakından ilgilenirler. Ama yıllar boyu çok ağır şeyler yaşadığı için burada da uyum sorunları yaşaması kaçınılmazdır. Geert Taghon'un romanından Koen Mortier'in senaryosunu yazıp yönettiği Skunk, sert, çiğ, gerilimli, hüzünlü bir dram. Özellikle 2007 yılında çektiği Ex Drummer ile ses getiren Mortier, o filmdeki tuhaf kara mizahı konusu gereği Skunk'ta kullanmıyor. Zaten buna elverişli sayılmaz. Biçim olarak o filmden farklı olsa da, Mortier'in refah düzeyi yüksek Avrupa'nın karanlık öteki yüzüne yönelik anlatımı sürüyor. Mortier bu defa 17 yaşındaki bir ergenin hayatının önemli bir kırılma noktasından işe başlayarak çarpıcı bir büyü(yeme)me romanını uyarlıyor. Yıllarca eziyet gördüğü ebeveynlerinden alınınca hayatının düzene gireceğini düşünen/düşündüğümüz Liam'ın o saatten sonra da başka etkenler tarafından sağlıklı bir şekilde büyümesine bir türlü izin verilmeyişi, şiddetin, zorbalığın, sefaletin hayatın her evresinde pusuda bekliyor oluşuyla açıklanıyor. Gerçek yaşamda travmatik geçmişini geride bırakıp hayatını rayına oturtan gençler de olabilir. Ama Liam'ın durumu da gerçekçi psikolojik değerlendirmelere açık bir konumda bulunuyor.

Genç Liam'ın yerleştirildiği kuruma uyum sürecini izlerken ara sıra geçmişine dönerek yaşadığı korkunç tecrübeleri de görüyoruz. Bu görüntüleri abartılı bulmak için biraz saf olmak gerekiyor. Gerçek hayatta buradaki kurgudan çok daha acımasız, çok daha vahşi birçok olay duyuyoruz. Eski hayatıyla yeni hayatı arasında kurulan bu kontrast, Liam için normal bir hayata sahip olmanın ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu, fakat aynı zamanda ona uyum sağlamanın o kadar da kolay olmayacağını gösterir nitelikte. Her ne kadar oradaki görevlilerin yakın ilgisi sayesinde adapte olma yolunda olumlu adımlar atsa da, zorbalık, dışlanma ya da en ufak bir yükselme dahi Liam'ın travmalarını tetikleyebiliyor. Zira bu kurumda da sorunlu çocuklar var ve görevliler her zaman her yerde olamayabiliyorlar. Kendimizden veya başkalarının tecrübelerinden bildiğimiz kadarıyla çocuklukta yaşanmış şiddet, hakaret, aşağılama, istismar, zorbalık vs. anlarının yarattığı travmaları atlatmak o kadar kolay değil. Liam ise adeta bu travmalardan koleksiyon yapmak zorunda kalmış bir genç. Onun normal bir birey olma çabasının veya çabasızlığının iç içe geçtiğini görüyoruz. Hala o canavar ebeveynlerine karşı içinde çocuksu bir bağlılık, bir sevilme, önemsenme ihtiyacı taşıyor. Bu travma birikimi "acılarla olgunlaşma" düzeyini aşmış, delirmeye doğru evrilmeye başlamış adeta. Film de bu gidişatı belirleme ve artık iyice ipini koparan finale ulaşma yolunda oldukça başarılı.

Ebeveynleri köhne evlerinde çılgın partiler verirken küçük Liam'ı kilere kapatıyorlar. Oradaki küçük televizyondan bile şiddet içerikli filmler izleyerek büyüyen bu çocuğun etrafını saran bu çürümenin resmini iyi çizen Koen Mortier, kamerasını çok nadir ayırdığı Liam'ın dramını iliklere işlemeyi çoğu kez başarıyor. Tesisteki görevlilerden Pauline'in yakın ilgisiyle, oradaki çocuklardan Johan'ın saflığıyla, Momo ve arkadaşlarının zorbalığıyla karşılaştığında yaşadığı gelgitler, normal hayata uyum yolunda Liam'ın kafasını karıştırıyor. Örneğin okula başladığında sınıfta öğretmenin kendisinden bahsetmesini istediği sahnede "ne dememi istiyorsunuz" diye sormasındaki sosyal acemilik, kanıksanmış itaat ve ürkeklik bu ruh halinin karmaşıklığını tanımlayan anlardan biri. Yine Pauline'in kameraya kaydettiği rutin konuşmalarından birinde yaşadığı yürek burkan duygu patlaması da filmin en çarpıcı anlarından. Özellikle bsahnede ve aynı zamanda filmin genelinde genç oyuncu Thibaud Dooms'un performansı olağanüstü. Şimdiye kadar sadece Estonya menşeli Tallinn Black Nights Film Festival'inden iki ödülle dönen Skunk'taki Dooms'un bu performansını hiçbir festival görmemiş ne yazık ki. Pauline rolünde TV ağırlıklı bir kariyere sahip oyuncu Natali Broods da dikkate değer tamamlayıcı bir oyunculuk sergiliyor. Koen Mortier ise çok üretken sayılmayacak uzun metraj kariyerindeki en önemli filmi olan Ex Drummer'ın yanına Skunk'ı da ekliyor.

15 Eylül 2024 Pazar

The Killer (2023)

 
Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Michael Fassbender, Tilda Swinton, Sala Baker, Charles Parnell, Kerry O'Malley, Arliss Howard
Senaryo: Alexis Nolent, Luc Jacamon, Andrew Kevin Walker
Müzik: Trent Reznor & Atticus Ross

Alexis Nolent'in yazdığı ve Luc Jacamon'un resimlediği The Killer adlı Fransız çizgi roman uyarlamasının David Fincher tarafından yönetileceği, hele de Se7en'ın senaristi Andrew Kevin Walker'ın senaryosunu yazacağı haberi büyük heyecan yaratmıştı. Se7en'dan tam 28 yıl sonra bir araya gelen ikilinin, ters giden bir suikast sonrası işverenleriyle ihtilafa düşen profesyonel bir tetikçinin hikayesini ele alıyor olmalarının sebep olduğu bu heyecan, filmden sonra yerini karışık yorumların ortaya çıkmasına bıraktı. Se7en senaryosunun Walker'ın özgün senaryosu olması, ama Walker'ın da Se7en ve 8MM'dan sonra neredeyse hiç orijinal bir iş çıkaramamış olması, 90'lar sinemasıyla yaşanan kuşak farkı gibi nedenlerden ötürü filmin Fincher çıtası altında kaldığı yorumları arttı. Film, ister istemez Se7en ile karşılaştırılma talihsizliği yaşadı. Oysa The Killer, her ne kadar oyuncaklı bir temaya sahip olmasa, basit bir intikam öyküsüne evrilse de, sık sık Fincher dokunuşlarının ve derinleştirme çabalarının görüldüğü mütevazi bir suç filmi olarak yönetmenin filmografisinde demlenmeye bırakıldı. O filmografi ki, içinde başyapıtlar, abartılanlar ve beğenilmeyenler barındırmakta. Mesela The Killer'dan önceki son filmi Mank, Fincher'ın üzerine yapışmış olan "gizemli suç filmleri yönetmeni" ve "her filmiyle başyapıt çıkarması beklenen yönetmen" gibi tanımlamaların dışında da görülmek istediği izlenimi uyandırabiliyor. The Killer'ı, hatta bundan sonraki her Fincher filmini de bu izlenim çerçevesinde değerlendirmek filmleri daha farklı bir gözle okumamızı sağlayabilir.

Açılışından itibaren sıradan bir aksiyon olmayacağının sinyallerini veren film, Michael Fassbender'in canlandırdığı isimsiz tetikçinin aldığı son iş için kendine kurduğu rutini tanıtmasıyla başlıyor. Monologlarla ilerleyen bu bölüm, sıkıcı ve sabır gerektiren bir bekleme sürecini betimliyor. Suikast için uygun anı bulmaya yönelik bu süreci "hiçbir şey yapmamanın fiziksel olarak ne kadar yorucu olabileceği şaşırtıcı. Eğer can sıkıntısına dayanamıyorsanız, bu iş size göre değil" şeklinde tanımlayan suikastçi, kısa süreliğine ikamet ettiği "doğru yerde" kendine has bir disiplinle "doğru zamanı" bekliyor. Beklerken de seyirciye beklemenin, uykusuzluğun, kılık değiştirmenin, işinde sahip olduğu ilkelerin detaylarını anlatıyor. "Plana sadık kal, öngör, doğaçlama yapma, kimseye güvenme, sadece savaşman için para aldığın savaşı savaş, empati kurma" gibi ilkelere sahip kahramanımız nihayet aradığı fırsatı bulunca tetiğe basıyor. Lakin hedefini vuramayınca, ikinci bir şans da bulamayınca geri dönüşü olmayan bir yola giriyor. Bağlı olduğu gizemli organizasyon ve işverenleri, bu başarısızlığın faturasını kesmek istiyorlar. Olaylar gelişiyor ve intikam çanları çalmaya başlıyor. Jason Statham filmlerinde bile görülebilecek bu basit rota, Fincher'ın ellerinde gerilimini içinde eritmiş, ihtiyaç duyduğunda da diriltmiş bir durağanlıkla çiziliyor. Tetikçinin iç hesaplaşması, başarısızlığından ötürü kendisini hedef haline getirenlere karşı hesaplaşmayla iç içe geçiyor. Bu hesaplaşma o filmlerdeki gibi bir kamyon dolusu adamla değil, kilit noktalarda bulunan birkaç kritik karakterle teker teker, sindire sindire yapılıyor.

Filmin özel anlarını meydana getiren iki kapışma sahnesi, uzun ve sakin diyaloglarla da olsa, diyalogsuz iki kişilik kavga sekansıyla da olsa gayet iyi çekilmiş bölümler. Filmin bir şekilde sakinliğini kabul ettirebildiği seyirciyi az ve öz yükselmelerle, tetikçinin zamanlaması iyi ayarlanmış monologlarıyla ve tabii loş Fincher kadrajlarıyla mütevazi bir polisiye gizem romanı atmosferine sokabiliyor. Gereksiz aksiyondan arınmış bir şekilde kendine belli bir kalite çıtası belirlemiş olan film, yer yer kenar süsü gibi dursa da, ilkelere sadık kalarak hayatta kalmanın ve içinde bulunduğu av/avcı çıkmazının felsefi muhasebesini yapabilmek için boş yer bulabiliyor. Tetikçinin sık sık bize ve kendine hatırlattığı ilkelerini hayata geçirişinde ulaşmak istediği bu varoluşçu yorumlar, filmin dokusuna bazen uyuyor, bazen de büyük geliyor. Başka bir deyişle, film metinsel anlamda hedefini büyüttükçe küçük, tevazu içinde geri çekildikçe de büyük görünüyor, sivriliyor. Mesela Tilda Swinton'ın sahnesi, loş bir restoran ortamında Tarantinovari uzun bir hikaye ile kendi yolunu çizen, pastanın üstündeki çilek misali bir finalle biten film içinde bir kısa film tadında. Gone Girl, Mindhunter ve 2021'de sinematografi Oscar'ı kazandığı Mank yapımlarında da Fincher ile çalışmış Erik Messerschmidt'in görüntü yönetmenliği, yine yukaridaki filmler yanında Fincher yönetmenliğinde The Social Network ile Oscar alan Trent Reznor ve Atticus Ross'un müzikleri de filmin önemli artıları. Bu artılarla birlikte The Killer şimdi olmasa da yıllandıkça daha çok değerlenecek kalitede bir film sayılabilir.

23 Ağustos 2024 Cuma

The Poughkeepsie Tapes (2007)

 
Yönetmen: John Erick Dowdle
Oyuncular: Stacy Chbosky, Ivar Brogger, Lou George, Lisa Black, Samantha Robson, Ben Messmer, Amy Lyndon
Senaryo: Drew Dowdle, John Erick Dowdle
Müzik: Keefus Ciancia

New York'un Poughkeepsie kentindeki terk edilmiş bir evde cinayet soruşturmacıları, bir seri katilin onlarca yıllık adam kaçırma, cinayet, işkence ve parçalama kayıtlarını gösteren yüzlerce kaseti ortaya çıkarmış. Drew Dowdle ve John Erick Dowdle da bu kasetlerden derlenen görüntüleri, röportajlar, haber arşivleri ve birtakım canlandırmalarla harmanlayarak sanki gerçek bir belgeselmiş havası vererek kurgulamış. Gerçek bir belgeselmiş gibi diyoruz çünkü The Poughkeepsie Tapes bir "pseudo-documentary" yani sahte belgesel. Özellikle 1999'daki The Blair Witch Project'in muazzam başarısı sonrası cazip hale gelen, kendi alt türlerini oluşturan bu tarzın en bilinen ve başarılı örneklerinden biri kabul edilen film, gerçek bir suç belgeselini aratmayan titizliğe sahip. Öyle ki, hakkında ön bilgisi olmayan bir seyirci pekala sahici bir belgesel sanabilir. Gerçi "snuff film" olarak tasarlanan bazı kaset görüntülerinden kurmaca olduğuna dair sinyaller de alınabilir. Yine de öykü kurulumu, bu kurulumun haber, röportaj ve uzman yorumlarına yedirilerek belgesel formatına dönüştürülüşü, bir pseudo-documentary nasıl olmalıdır sorusuna çok iyi yanıtlar taşıyor. En önemlisi de, buluntu video kasetlerin çok büyük bir bölümünü oluşturan Cheryl Dempsey ile ilgili olanlarla açılan başka bir kanal sayesinde hem bu acımasız seri katile, hem de kurbanlarına yakın plan bakma fırsatları yaratılıyor.

Çok genç yaşta yaşam sevinciyle dolu Cheryl'i kaçırarak ona akıl almaz işkenceler yapan, onu kelimenin tam anlamıyla her yönden kölesi haline getiren katil hakkında filmde bazı teorilerle uğraşılsa da onu tanımlamak, belli bir profil çıkarmak mümkün olmuyor. Çünkü başka kaçırma, işkence, cinayet videolarında da gördüğümüz üzere farklı tarzlar, hatta farklı maskeler kullanıyor. Öyle ki kamuoyunun "Water Street Butcher" adını taktığı katil bir ara sadece seks işçilerine dadanarak hedef saptırıyor. Bu hedef saptırmanın sonuçları da katilin kendisi için olmasa da başka bir kurban için son derece trajik oluyor. Dowdlelar bu seri katili kurgularken bir zamanlar Poughkeepsie'de on seks işçisini katleden Kendall François'dan da etkilendiklerini söylemişler. Ancak genel olarak yaşanmış veya kurgusal seri katil profillerinden bir derleme yapmışlar. Böylece iddia ettikleri üzere Ted Bundy, Jeffrey Dahmer gibi gerçek katillerden daha dehşet verici, zeki ve acımasız bir katil ortaya çıkmış. Cheryl Dempsey'nin trajedisine de yakın girmek suretiyle filmin psikolojik ürkütücülüğünü arttırmışlar. Dedektifler, uzmanlar, ve kurban yakınlarıyla yapılan röportajlar için seçilen oyuncular da ciddiyetleriyle hiç renk vermeyerek filmin sahte de olsa gerçeklik çabasına pozitif katkılarda bulunuyorlar. The Poughkeepsie Tapes, psikolojik gerilimin yer yer korkuya eriştiği, ama özellikle kaset görüntülerinin yarattığı ürkütücülüğün öne çıktığı başarılı bir "sahte belgesel".

12 Ağustos 2024 Pazartesi

A nyomozó (2008)


Yönetmen: Attila Galambos
Oyuncular: Zsolt Anger, Judit Rezes, Pálma Pusztai, András Márton Baló, Péter Blaskó, Csaba Czene, Andrea Spolarics, István Juhász, Éva Kerekes, Zoltán Tamási, József Tóth, Zsolt Zágoni, Ilona Kassai
Senaryo: Attila Galambos
Müzik: László Melis

Tibor Malkáv, tedavisi oldukça pahalı bir hastalığa yakalanan annesini iyileştirme derdinde sıradan bir patologdur. Sonra bir gün bir yabancı çıkagelip başka bir yabancıyı öldürmesi için ona para teklif eder. Annesini kurtarmak adına parayı kabul eder ve karşılığını verir. Ama sonra eline bir mektup geçer. Mektubu kurbanı yazmıştır. Bu kişi ona bir yabancıdan çok daha yakındır. Böylece tek seferlik kiralık katil Tibor, kurbanının kim olduğunu araştırmaya başlar.

A nyomozó, sakin anlatımını gizemli bir suç örgüsüyle bütünleştirmiş çok şık bir film. Başlangıçta filmi sürüklemesi gereken Tibor karakterinin fazlasıyla mekanik, hatta ruhsuz duruşuyla Avrupalı bir Coen anti-kahramanı izlenimi veren görüntüsü adım adım bu ruhsuzluğa anlam kazandıran, kendini o ruhsuzluk içinde var eden, aslında farklı bir ruh sahibi olduğunu gösteren bir ustalıkla ele alınıyor. Konusu itibariyle de şüphelileri ve onların gerekçeleri ile bilinen cinayet şablonunun ezberini bozmaya oynuyor. Zira cinayeti işleyenin filmin baş karakteri Tibor olması nedeniyle bu defa kayıp bir katili değil, cinayeti ustaca kurgulamış olan azmettiriciyi bulmamız gerekiyor.


Tibor’un annesini tedavi ettirme dürtüsüyle karıştığı gizemli cinayeti profesyonel bir kiralık katil gibi işlemesinin ardından oluşan kafa karışıklığı giderek yerini daha kabul edilebilir bir seyre bırakıyor. Çünkü soğukkanlı, duygusuz (ya da duygularını göstermemekte son derece usta) ve dümdüz bir kişilik olan Tibor’un mesleği gereği ölüm ve ölülerle olan yakın ilişkisinin sağladığı destekle çok pratik, aynı zamanda seyirciyi de güvende hissettirecek müthiş bir zekâya sahip olduğunu anlıyoruz. İş sadece sebebini bilmeden, maktülünü tanımadan katil olmasının ardındaki gerçekleri merak etmesine kalıyor. Orada da devreye öldürdüğü adamın kendisine önceden yazdığı mektup girince Tibor’un macerası başlıyor. Çoğu dedektifin aklına gelmeyebilecek kurnazlıklar ve cesur hamlelerle kendi işlediği cinayeti aydınlatma peşine düşüyor.

Sırf bu durum bile birçok senariste ilham verebilir. Macar yönetmen/senarist/oyuncu Attila Galambos’a verdiği ilhamın yine kendisi tarafından hayata geçirilişi, Tibor gibi benzerine az rastlanır bir kişiliğin yardımıyla farklı bir Agatha Christie dokusu taşımıyor değil. Ama bu dokuya Avrupalı kimliğini koruyarak ve üzerine kara film deneyimi de katarak ilerliyor. Tibor’un etrafında şekillenen karakter çeşitliliği, hemen her “katil kim” filminde (gerçi buradaki arayış “plânlayıcı kim”e dönüşmüş durumda) olduğu gibi hedef şaşırtmayı amaçlamış olsa da, senaryonun bu çeşitliliğe verdiği değer kendini belli ediyor. Özellikle kendi kurmacası içinde bir başka kurgu daha barındırdığı iddiasını öne sürmekten geri durmuyor. Tibor’un kürsüde yer aldığı, filmin tüm kadrosunun katıldığı ve filmdeki konumlarını amfi düzeninde tartıştıkları sahnenin yaratıcılığı, bu kurgusallığı bir senaryo atölyesi ciddiyetine konu edilecek denli tartışmaya değer, tabiî aynı zamanda mizahi bir düzleme taşıyor.


Tüm olumlu yönlerine rağmen A nyomozó’nun en önemli unsuru hiç kuşkusuz Tibor. Birçok yönden filmin kendisinin olduğu kadar Tibor’un da sahip olduğu cinayet romanı kahramanının gizemli edebî yönü filme de yansımış denebilir. Bunun yanında roman anlatıcısının onun hakkında söyleyebileceği kişilik özelliklerini bizzat kendisinin dile getiriyor olmasının da orijinal bir yanı var. Mesela alımlı ve sevimli kız arkadaşı Edit ile fiziksel yakınlaşmadan kaçınmasını “ben öyle şeyler bilmem” şeklinde açıklaması, yapılan espriler karşısında “benim espri anlayışım pek yoktur” demesi gibi tepkileri (veya tepkisizliklerin) böyle bir karakteri ironik biçimde sempatik kılması da önemli bir başarı. İçine düştüğü kriminal durumun türlü kişilik zaaflarını da beraberinde getirmesi beklenirken, soğukkanlılığını ve zekâsını muhafaza eden, insanlara doğru sorular sorarak, insanlara doğru yerlerde yalan söyleyerek şüphelileri sıkıştırmayı ya da sıkıştığı yerden kurtulmayı beceren Tibor’un tasarım ve uygulanışı çok başarılı. Sıradan bir adamın sıra dışılığı, bu her iki ucun da hakkını veren sahnelerle pekiştiriliyor.

Yine başlangıçta Zsolt Anger’ın iki önemli ödül kazandığı Tibor karakterini canlandırırken benimsediği minimalliğin aslında tam da bu filmin ihtiyacı olduğu hissediliyor. Ama özellikle Tibor’un kendisine doğrultulmuş bir silahı iki saniyede sahibine iade edişinin hemen öncesinde, silah sahibine olduğu kadar seyirciye de oynadığı kısacık karakter yükselişi kandırmacası, sonra tekrar saniyesinde Tibor normalliğine döndüğü sahne olağanüstü. Sanki aktör bile değilmiş izlenimi veren Zsolt Anger’ın yanında filmde neredeyse hiç kötü oyuncu olmaması da bu artılara eklenince Attila Galambos’un filmi mutlaka izlenmesi gereken küçük suç filmleri arasında yerini gururla alıyor.

21 Temmuz 2024 Pazar

The Holdovers (2023)

 
Yönetmen: Alexander Payne
Oyuncular: Paul Giamatti, Dominic Sessa, Da'Vine Joy Randolph, Carrie Preston, Andrew Garman, Stephen Thorne
Senaryo: David Hemingson
Müzik: Mark Orton

Tarih öğretmeni Paul Hunham, kendini beğenmişliği ve katılığı nedeniyle öğrencileri, fakülte arkadaşları ve müdürü tarafından sevilmeyen bir adamdır. Noel zamanı okulda kalma sırası kendisinde olan başka bir öğretmen annesinin hasta olduğu bahanesiyle tatile gidince, gidecek tatil yeri olmadığı için Paul, kendisi gibi türlü nedenlerden eve gidemeyen öğrencilere nezaret etmek için okulda kalır. Çeşitli sınıflardan beş ögrenci arasındaki Angus Tully, annesi ve onun sevgilisinin tatil planlarında yer almadığı için çok üzgün ve öfkelidir. Hunham ile aynı okulda kalmaya katlanmak durumunda kalsalar da bu durum çok sürmez. Çünkü çocuklardan birinin zengin babası okula bir helikopter indirerek onları kayağa götürecektir. Veli izni alamayan tek öğrenci Angus'tur. Bu arada oğlu bu okulun eski bir öğrencisi olan ama okul sonrası gittiği Vietnam'da ölen okulun baş aşçısı Mary de tatile gitmemiştir. Zoraki ve beklenmedik bir Noel ailesine dönüşen Paul, Angus ve Mary, birbirlerini tanıma, sorunlarıyla yüzleşme ve aile olmanın kendileri için ne ifade ettiğini sorgulama fırsatı bulacakları bir süreç yaşayacaklardır. Yapımcı ve senarist David Hemingson'ın yazdığı, sinemaya About Schmidt, Sideways, Nebraska gibi yıllandıkça değerlenen filmler hediye eden, The Descendants ve Sideways ile uyarlama senaryo Oscar'ı kazanan Alexander Payne'in yönettiği The Holdovers, Noel temalı filmlerin doğru ellerde asla eskimeyeceğini, ihtiyaç duyulan o nostalji duygusunun hep canlı tutulabileceğini kanıtlayan bir film.

"Zoraki bir Noel ailesi", filmi en iyi şekilde tanımlayan ifadelerden biri. Özellikle 80'ler ve 90'ların Noel filmlerindeki aile, ebeveyn, evlat, arkadaş olma dinamiklerini samimi bir atmosfer dahilinde işleyen filmlerin geleneğini 2023 yılında bile görebilmek, özellikle bu türe sempatisi olan seyirci için bir nimet. Genelde çok bilinmeyen TV dizilerine bölümler yazmış olan David Hemingson'ın ilk uzun metraj senaryosu olan film, belli ki senaristin söz konusu döneme ait filmlere olan bağının çok kuvvetli olduğunu göstermekte. Üç ana karakterini çeşitli sebeplerden dolayı Noel zamanı büyük bir okula hapseden Hemingson, hepsine kimi basit, kimi orijinal birtakım yükler yüklemek suretiyle ileride gerçekleşmesini beklediğimiz dayanışmanın tohumlarını da atıyor. Hem farklı yerlerden yaralı, bir de üstüne yılın en güzel zamanlarından birinde "geride kalanlar" olmak durumunda kalan Paul, Angus ve Mary'nin kendi aralarındaki ikili, üçlü dinamikleri iyi değerlendiren senaryo, üçe bölünmüş güçlü dramını şımarmayan mizahıyla sağaltmayı da bilen bir yapıda. 1970'ler Amerikasının politik ve toplumsal defolarının bir çoğunu günümüz standartlarıyla insan ilişkilerinde de görebildiğimiz bir yapı bu. Sanki cep telefonlarının, bilgisayarların, internetin bir anda ortadan kaldırıldığı bir şimdiki zamanda iletişim mecburiyetine girmiş, başta zorlansalar da zamanla o iletişimi yakalamış üç karakter izliyoruz.


Paul, Angus ve Mary tek tek ele alınacak, her üçünden de benzer ve farklı yalnızlıklar, iletişimsizlikler, geride bırakılmışlıklar bulunabilecek insanlar. Paul ve Mary'nin yetişkinliği Angus'un gençliğiyle sık sık karşı karşıya gelse de, üçünün de boşa çıktığı bir tatil döneminde buldukları bu hüzünlü özgürlük, bir yandan da birbirlerine kenetlenme ihtiyacı doğuruyor. Çocuğu olmayan Paul, çocuğunu savaşta kaybetmiş Mary, baba ilgisi görmemiş, annesi de başka bir erkek uğruna tatilde onu tercih etmemiş Angus arasında yavaş yavaş kurulan bağlar, eldeki imkanlar dahilinde bu eksikleri tamamlayan bir niteliğe bürünüyor. Evladını kaybederek hayattaki en önemli acılardan birini tatmış Mary bu süreçte bir değişim içinde olmasa da özellikle Angus, en çok da Paul'ün karakter dönüşümü çok incelikli. Başlardaki sert ve kibirli tarih öğretmeninin içindeki nazik, babacan, sevgiye muhtaç insanın ortaya çıkmak için verdiği mücadele, senaryonun bir karakteri ne kadar katmanlaştırabileceğinin güçlü bir örneği. Balık Kokusu Sendromu (Trimetilaminüri) denen nadir bir genetik hastalığı olan ve teri aynen balık gibi kokan, aynı zamanda bir gözünde problem olan Paul'ün biraz da bu yüzden kendini geri tutup sosyalleşmemiş olması, hoşlandığı okul personeli Lydia'dan umduğunu bulamaması, Angus sayesinde içindeki baba potansiyelini keşfetmesi gibi çeşitli durumlar, görünenin altında çok daha pozitif ve iyi kalpli bir insanın varlığına işaret ediyor.

Adeta bir bestseller roman estetiğindeki David Hemingson senaryosu, aile fertlerini temsil eden rollere yaptığı hassas dokunuşlarla bu türün henüz demode olmadığını gösteriyor. Perikles, Demosthenes, Aeneas. Hades, Anaxagoras, Icarus gibi Antik Yunan figürlerin, Peloponez Savaşı, Üçüncü Pön Savaşı, Nuremberg Duruşmaları gibi önemli tarihi olayların, çeşitli latince alıntıların Paul sayesinde sık sık zikredilmesi, On Her Majesty's Secret Service (1969), Little Big Man (1970) gibi dönemin ünlü filmlerinin, Cherries Jubilee gibi popüler tatlıların da bir şekilde zuhur ettiği The Holdovers, işte bu yazılmamış romanın ne kadar zengin içerikli olabileceğinin de göstergesi bir film. Çoğunluğu Amerikan festivalleri olmak üzere tam 21 ödül, daha fazlasından da adaylık alan Paul Giamatti'nin hiç şaşırtmayan, tadına doyulmayan Paul Hunham performansı gerçek bir ustalık ürünü. Sadece bu filmdeki Mary rolüyle başta En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ı olmak üzere 60'ın üzerinde ödül kazanan Da'Vine Joy Randolph da acı kaybına rağmen hayata tutunan güçlü ve anaç Mary karakterine abartısız, tutkulu olduğunu hissettiren ama bunu özenle dengede tutan bir oyunla karşılık veriyor. 2002 doğumlu genç oyuncu Dominic Sessa ise bu ilk filmindeki performansıyla tam 12 ödüle layık görüldü. Dönem filmi olması itibariyle sanat yönetimi ve kariyerinde In Brudges gibi önemli bir yapım olan görüntü yönetmeni Eigil Bryld'in işçliği de takdir edilesi. The Holdovers, geride bırakılanlara ithaf edilmiş, onların özlemlerini, acılarını, umutlarını, değişimlerini, dönüşümlerini heybesine koymuş içli bir film.

11 Temmuz 2024 Perşembe

Kazn (2021)

 
Yönetmen: Lado Kvataniya
Oyuncular: Niko Tavadze, Evgeniy Tkachuk, Daniil Spivakovskiy, Victoria Tolstoganova, Aglaya Tarasova, Dmitriy Gizbrekht, Igor Savochkin
Senaryo: Olga Gorodetskaya, Lado Kvataniya
Müzik: Kirill Rikhter

Yıl 1988... Gece yarısı bir adam ormana baygın vaziyette bir kadın getirir. Kadını yere sırt üstü yatırarak ağzına toprak doldurmaya başlar. Ardından yüzükoyun yatırdıktan sonra sırtına bir bıçak saplar. Şokla kendine gelen kadın ayaklanır ve sendeleyerek kaçmaya çalışır. Adam da peşinden gider. Tam bu sırada 1991 yılında sabaha karşı ormandan kaçmaya çalışan bir kadının yola fırlayarak bir aracı durdurup ona bindiğini ve kaçtığını, onu elinden kaçıran adamı da ormanın içinden kadına arkadan bakarken görürüz. 88'den 91 yılına yapılan bu tuhaf geçişin ardından kalabalık bir ev kutlamasına gideriz. Burası dedektif Issa Davydov'un evidir ve uzun süredir aranan bir seri katili yakaladığı için terfi alması sebebiyle ailesi kutlama yapmaktadırlar. Ama daha yemeğe oturmadan gelen bir telefon üzerine kabus tekrar başlar. Yakalandığı sanılan katilin ritüellerinin aynen uygulandığı bir cinayet daha işlenmiştir. Kurtulan kadını hastanede sorgulayan Davydov, gerçek katilin hala dışarıda olduğunu anlar. Olga Gorodetskaya ve Lado Kvataniya'nın senaryosunu yazıp Kvataniya'nın yönettiği Kazn (The Execution), dünya prömiyerini Fantastic Fest 2021'de gerçekleştiren her yönüyle kaliteli bir seri katil gerilimi.

Gorodetskaya ve Kvataniya, 1978-1990 yılları arasında 53 kesinleşen cinayet işlemiş, kadın çocuk demeden vahşice doğradığı kurbanlarının kanını içmesi, mahrem yerlerini kesip yemesiyle bilinen Ukrayna doğumlu Sovyet seri katil Andrei Chikatilo'yu hareket noktası olarak belirlemişler. "Rostov Kasabı" veya "Rus Hannibal Lecter" olarak da adlandırılan Chikatilo kadar geniş çaplı olmayan, sadece kadınlara işkence edip öldüren vahşi bir seri katil üzerinden hikayelerini kurgulayan senarist ikilisi, hem senaryo, hem de biçim yönünden basit bir kaçma kovalamacadan çok daha fazlasıyla ilgileniyor. Altı bölüm ve bir önsöz olarak tasarlanan bu kurguya göre 1978-1991 yılları arasında 36 kadın ve genç kızı taammüden öldürmek, sadistçe işkence etmek ve tecavüz suçlamalarından dolayı yakalanan Andrey Valita, kurtulan kadının ihbarıyla bir kır evinde kıstırılıp yakalanıyor. "Şef" adlı ilk bölümde Issa Davydov ile tanıştıktan sonra "inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme" aşamalarını, bu her aşamayı kendi bölümü için tematik bir başlık olarak izliyoruz. Film merkez olarak sadece Issa Davydov'u almıyor. 80'lerde çocukları kurban olarak seçen "Chess Player" lakaplı seri katili yakalayıp büyük ün edindikten sonra bu davaya atanan Issa'nın ekibinde yer alan polis memuru, aynı zamanda olay yeri fotoğrafçısı Ivan Sevastyanov da bu merkezin önemli bir yerinde durmakta.



Issa ve Ivan arasında gelişen iş ortaklığı ve dostluğu geri dönüşlerle sağlam bir zemine oturtan film, asıl zamanı olan 1991'de ikisi için, özellikle de Ivan Sevastyanov için işlerin pek de iyi gitmediğini gösteriyor. 10 yıldan fazla bir süredir Rus polis güçlerinin ülkenin en zeki ve en çok aranan seri katilini yakalamaya çalışmaları iki arkadaşın ilişkilerini de hırpalıyor, kopma noktasına getiriyor. Bir türlü bulunamayan katil peşinde süren araştırma, Issa ve Ivan arasındaki gelgitler, buna ilaveten Issa'nın Vera adında çekici bir kadınla olan yasak ilişkisi, hepsi çeşitli kanallardan birbirine bağlanmaya başladıkça filmin bir seri katil filminde olması gereken senaryo zekası da su yüzüne çıkıyor. Bu yıl atlamalarıyla şekillenen karışık kurgu içinde bütünlük sağlayabilmenin zorluğuyla çok iyi baş eden Gorodetskaya ve Kvataniya, ele aldıkları her yılın kendi olay örgüleri dahilinde irili ufaklı sıçramalarda da bulunuyorlar. Üstelik bu farklı yılların dönemsel özelliklerini ufak detaylarla besleyip, hiçbirinde de atmosfer derinliğini kaybetmiyorlar. Bunda henüz ikinci uzun metrajını çeken görüntü yönetmeni Denis Firstov'un göz dolduran işçiliğinin de payı büyük. Yıllar arasında yapılan geçişlerin, hangi yılda olduğumuzu, daha doğrusu filmin neresinde durduğumuzusağlaması da kurgucu Vladislav Yakunin'in katkılarında görülüyor. Kısacası, belki de kafa karıştıracak, dağılacak, aceleye gelip istediği etkiyi yaratamayacak güçlü bir hikayeyi, ele aldığı her yıl içinde belli bir disiplinde tutan, diri kalmasını sağlayan kolektif bir başarı söz konusu. 

Adını İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yer alan Etruria bölgesinde yaşamış ve MÖ 6. yüzyıla dek varlığını sürdürmüş bir halk olan Etrüsklerin bir infaz türünden alan film, bunu açıkladığı andan itibaren Çehov'a atfedilen “tiyatronun birinci sahnesinde duvarda bir silah asılıysa o silah o oyunda mutlaka patlar" sözüne benzer biçimde beklenti de yaratıyor. SSCB'nin varlığının son yılı olan 1991'de geçmesinin politik vurgusunu dahi ihmal etmemesi, seri katil kavramı ve bu kavramın tanımlanması, çözülmesi için gerekli olan örüntü takip etme, profil çıkarma gibi ilk adımları kendi coğrafyasından izlemesi, katmanlı ve sürprizli hikayesini sürekli beslemesi filmi son yılların en kaliteli suç dramlarından biri yapıyor. Kazn; Memories Of Murder, Zodiac, Secret In Their Eyes, True Detective, The Silence Of The Lambs gibi devlerin liginde oynuyor. Özellikle Issa Davydov rolüyle Niko Tavadze'nin ve Sevastyanov'u canlandıran Evgeniy Tkachuk'un güçlü oyunları da tüm bu bileşenlerin başarısına ekleniyor. Filmin başrolü olarak gördüğümüz yönetmen Lado Kvataniya'ya tekrar dönersek, kısa film ve müzik videolarından oluşan bir kariyere ilk uzun metraj olarak Kazn ile başlaması muazzam. Şayet bundan sonrasında bu yoldan ilerlemeyi düşünüyorsa merakla beklenecek yönetmenler listesine bir isim daha eklemiş olacağız.

28 Haziran 2024 Cuma

Albert Nobbs (2011)


Yönetmen: Rodrigo García
Oyuncular: Glenn Close, Janet McTeer, Mia Wasikowska, Brendan Gleeson, Aaron Johnson, Pauline Collins, Bronagh Gallagher, Maria Doyle Kennedy, Jonathan Rhys Meyers, Brenda Fricker
Senaryo: István Szabó, Gabriella Prekop, John Banville, Glenn Close
Müzik: Brian Byrne

George Moore’un kısa hikâyesini ünlü Macar sinemacı István Szabó’nun genişlettiği, Macar Gabriella Prekop, İrlandalı John Banville ve filmin başrol oyuncusu Glenn Close’un birlikte senaryo haline getirdiği Albert Nobbs, televizyon dünyasının en özgün işlerinden olan In Treatment’a yapımcı, senarist ve yönetmen olarak emek vermiş, aynı zamanda birkaç vasat Hollywood filmi de çekmiş Kolombiyalı Rodrigo García’nın çektiği başarılı bir dönem dramı. 19. Yüzyıl İrlanda’sında bir otelde uzun zamandır kadın olduğunu gizleyerek şef garsonluk yapan Albert Nobbs’un, bir gün otelin bir bölümünü boyamak için gelen ve kendisi gibi kadın olduğunu saklayan Hubert Page ile tanışmasını konu alan film, bu iki kadının birbirleriyle adım adım kurdukları dostluktan dokunaklı bir kimya yaratıyor. Bu kimyayı ekonomik biçimde çok olumlu yönde kullandığı gibi, zemini çok müsait olduğu halde klişe duygu sömürülerine prim vermeyen bir olgunlukla naif kalmayı beceriyor.

Dönem şartlarının işçi sınıfına getirdiği zorluklar bünyesinde kadın olmanın ekstra yükünü taşımaktansa, erkek kılığına girerek toplumda iş ve sosyal statü kazanma avantajı elde eden benzer karakterlerin hikâyelerinden farklı olarak, Albert Nobbs’un çok daha sıradan ve bu sayede gerçekçi gerekçeler öne sürdüğü görülüyor. Bir kere hem Albert’ın, hem de Hubert’ın erkek kılığında, erkeklere ait olduğu düşünülen işlerde çalışıp hayatlarını sürdürüyor olmalarının altında tipik “ezilen kadın” feminizmi çok fazla öne çıkmıyor ki, bu hikâyenin belki de en orijinal noktası bu. Albert ve Hubert’ın farklı hikâyeleri sonucunda öğrendiğimiz, onların değişik sebeplerle kendilerini bir anda karşı cins konumunda bulmaları, bu konumu kendi çıkarlarını zedelememek, mutlu bir evlilik, başarılı bir iş hayatı ve huzurlu bir yaşam hayallerini gerçekleştirebilmek uğruna sürdürerek, ait olduklarını hissettikleri gerçek cinsel kimlik bünyesinde varoluşlarını keşfetmeleri.


Özellikle Albert’ın geçmişte yaşadığı acı tecrübe sonrası bir cinsel konum belirlemesi her ne kadar ona haklı olarak olmazsa olmaz “ezilen kadın” karakteri yüklüyor olsa da, aslında filmin geri plânda vurgusunu yaptığı şey “ezilen birey” fikri. Zira Albert’ın geçmişine yapılacak flashbacklerle ya da dozu abartılmış dramatik sahnelerle karakterin suistimal edilmesi çok kolayken, film bunu daha ılımlı fakat yine de gücü yerinde bir üslupla ifade ediyor. O dönemlerde kadınlar da çalışma hayatında aktif, erkekler de basit bir sakarlık yüzünden işten kovulabiliyor. Sınıfsal farklılık, cinsel farklılıktan daha önde resmediliyor. Şımarık üst sınıfın, hizmetçiyi bacak kadar bir çocuğun önünde bile hareketsiz kılan sözde görgü kurallarıyla bunalttığı alt sınıf bireyinin cinsiyeti o kadar da önem arz etmiyor. Kısacası film, takındığı temkinli tavırla hem alt sınıfa, hem de alt sınıf kadınına eşit mesafede durarak bir taşla iki kuş vuruyor.

İki otel işçisi olan Helen ve Joe’nun sözde aşkları, çıkarcı erkek – teslimiyetçi kadın düzleminde esasen filme kadın yanlısı – erkek düşmanı bir tondan daha önce, Albert’ın saflığına, fedakârlığına ve duyarlılığına dokunarak hizmet ediyor. Bunun yanında Albert ve Hubert’ın kadın kıyafetleri giyerek sokağa çıkmaları, Albert’ın kendi cinsel kimliğine ait o kıyafetler içindeki tedirginliği, hatta sahilde özgürce koşarken takılıp düşmesi, kendi özüne yabancılaşmış bir kadının konumunu çok iyi yansıtan örneklerden biri. Güzel bir gelecek hayalleriyle işini en iyi şekilde yapmaya çalışan Albert’ın Hubert ve onun sıra dışı evlilik pozisyonundan etkilenerek Helen’e yakınlaşması güzel bir fikir olsa da, Albert ve Helen arasında -tek taraflı da olsa- bir çekim yaratması, bu çekimi de filmin ilk bir saatine ufak ufak yayması gerekirdi. Yine de Albert’ın evlilik düşüncesine ısınmaya başladığında yakınında buna en uygun kişinin Helen olması filmi dağıtmıyor.


Senaryoya katkıda bulunan, filmin yapımcılarından biri olan ve başrolü üstlenen Glenn Close’un Oscar adaylığı da kazanan Albert Nobbs performansı, oyuncunun kariyerine parlak bir halka daha ekleyen türden. Yine Oscar adaylığı alan Janet McTeer’in Hubert Page yorumu da oldukça etkileyici. Aynı filmde biri hassas ve savunmasız, diğeri güçlü ve soğukkanlı iki erkek kimliğine bürünmüş kurgu kadın karakterler izlemenin ilginçliği yanında, bu iki oyuncunun filmin ruhunu oluşturan oyunculuklarını izlemek ayrı bir keyif. Albert Nobbs, Oscar adaylıklarından biri olan makyaj işçiliğiyle, dönemin ruhunu sade biçimde yansıtan kostümleriyle, iç ve dış alan çekimleriyle de hüzünlü ve umutlu bir dram.