28 Ocak 2022 Cuma

The Tragedy Of Macbeth (2021)

 
Yönetmen: Joel Coen
Oyuncular: Denzel Washington, Frances McDormand, Alex Hassell, Bertie Carvel, Brendan Gleeson, Kathryn Hunter, Corey Hawkins, Harry Melling, Matt Helm, Moses Ingram, Lucas Barker
Senaryo: Joel Coen, William Shakespeare
Müzik: Carter Burwell

1032-1057 yılları arasında hüküm sürmüş İskoçya kralı Macbeth'in efsaneleştirilen hayatı William Shakespeare tarafından The Tragedy Of Macbeth olarak edebi bir metinle oyun haline getirildiği yüzyıldan bu yana hala dokusunu koruyan, hala tiyatro sahnelerine ve başka formatlara uyarlanmaya devam eden bir performans geleneği. Hemen hemen tüm Shakespeare eserleri gibi sayısız tiyatro oyunu, televizyon, opera, beyaz perde uyarlaması yapılan Macbeth, iktidar hırsı, güç zehirlenmesi, dostluğa ihanet gibi toksik konuların zamansız, mekansız, nesiller boyu işlenebilecek ustalıkta ele alındığı klasiklerden biridir. Hikaye şöyle başlar: Krala karşı ayaklanan Macdonald tarafından yürütülen Norveç ve İrlanda güçlerini bozguna uğrattıktan sonra Macbeth ve sağ kolu Banquo bir açıklıkta gezinirlerken, karşılarına Üç Cadı çıkar. İlk cadı Macbeth'i Glamis Baronu, ikincisi Cawdor Baronu, sonuncusu da bir sonraki kral diye selamlar. Cadılar aynı zamanda Banquo'nun bir kraliyet hanedanına babalık edeceğini bildirirler. Kehanetlerini sıralayan cadılar ortadan kaybolduktan sonra kraldan mesaj getiren ve başka bir baron olan Ross, savaşta zafer kazanan Macbeth'in yeni rütbesinin Cawdor Baronluğu olduğunu bildirir. Böylece ilk kehanet yerine gelmiş olur. Diğer kehanetlerin de yerine geleceğine inanan Macbeth'in ruhunu kral olma hırsı sarar. Macbeth, karısına yolladığı bir mektupta cadıların kehanetlerinden bahseder. Kuzeni olan Kral Duncan, Macbeth'in Inverness'deki şatosunda kalmak isteyince Lady Macbeth, Duncan'ın ortadan kalkması durumunda kocasının kral olacağı fikrine kendini kaptırır. Macbeth, kralı öldürmek konusundaki endişelerini dile getirse de, Lady Macbeth onu ikna eder.

Inverness'de kaldığı ilk gece Macbeth, Duncan'ı odasında öldürür. Bu trajik olayın ardından kendi başlarının da derde girebileceğini düşünen Duncan'ın çocuklarından Malcolm İngiltere'ye, kardeşi Donalbain ise İrlanda'ya kaçar. Tahtın gerçek veliahtlarının bu ani kaçışı, babalarının katilleri onlarmış görüntüsü verir ve bundan yararlanan Macbeth, ölü kralın akrabası olduğundan kendini yeni İskoç Kralı ilan eder. Ama cadıların kehanetleri henüz bitmemiştir. Yeni kehanetler Macbeth'i tedirgin etmeye devam edecektir. Joel Coen'in uyarladığı ve ilk defa bir süre tiyatroya odaklanacağını duyuran kardeşi Ethan Coen olmadan tek başına yönettiği The Tragedy Of Macbeth, sinema tarihine en iyi Shakespeare uyarlamalarından biri olarak geçmeyi hak eden bir yapım. Joel Coen'in yıllardır beraber çalıştığı kardeşinden ayrı olarak çektiği ilk filmin bir uyarlama, üstelik farklı formatlarla yüzlerce kez yorumlanmış bir uyarlama olmasının sebepleri vardır elbette. Genelde kendi materyallerini yazıp yönetmeye alışmış Coen kardeşlerden Joel Coen'in hep gerçekleştirmek istediği bir proje ya da özgün bir senaryo yerine bir Shakespeare uyarlamasıyla olası solo kariyerine etkileyici bir giriş olarak adlandırılabilir. Tiyatro sanatına düşkünlükleriyle bilinen Coenlerden Ethan, kendini bir süre tamamen tiyatroya verince, Joel de tiyatro estetiğiyle yoğrulmuş bir Shakespeare klasiğini uyarlamayı tercih etmiş olabilir. Ama The Tragedy Of Macbeth, olası solo kariyer için havayı koklama veya kardeşinin yokluğunda oyalanma gibi basit bir uyarlama değil.


Joel Coen, kendi Macbeth uyarlamasının metinsel, teatral ve sinematik yapıtaşlarına çok özen göstermiş. Orijinal metne olmasa da, Shakespeare'in şiirsel oyun işleyişinin konuşma diline mümkün olduğunca yaklaştırılmış haline sadık bir dil belirlemiş. Böylece nazım ve nesirin bir görünüp bir kaybolduğu, birbirlerinden rol çalmaya çalıştıkları veya hangisinin öne çıkacağını kestiremediği gizemli ama daha anlaşılabilir bir poetik bilinç oluşturmuş. Bu ifade şeklinin 21. yüzyıl seyircisindeki karşılığı çetrefilli olsa da, 21. yüzyılda bu bilincin peşine düşülmesi de çok önemli. Coen'in dildeki asaleti korumaya çalışması, hatta giderek film içinde onu sahiplenmesi harikulade bir ritim sağlıyor. Fakat Coen en önemli aşamayı ve özeni biçimde kaydetmiş. 2021 tarihli uyarlamasını 30'lu ve 40'lı yıllardaki bazı Alman Dışavurumcu filmlere, Danimarkalı yönetmen Carl Theodor Dreyer'ın sessiz film yıllarına, Akira Kurosawa, Masaki Kobayashi gibi Japon geleneğine, Ingmar Bergman'ın erken dönemine ve aransa başka referanslar da bulunabilecek eşsiz siyah-beyaz evrenine dair sanatsal zenginliklere yakın tutmak istemiş. Coen ve görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel, 1872-1966 yılları arasında yaşamış ünlü İngiliz tiyatro oyuncusu, yapımcısı, yönetmen ve set tasarımcısı Edward Gordon Craig'in teorik yazılarını da incelemiş. Craig'i onlara öneren isim ise filmde kehanetlerde bulunan cadıyı canlandıran aktris Kathryn Hunter'mış. Coen, tiyatro tasarım tarihi üzerinde önemli bir etkisi bulanan, bir çok Shakespeare yapıtını sahne için tasarlayan Craig'in fikirlerinden çok etkilenmiş. Onun gerçeküstü yaklaşımını Delbonnel ile birlikte hayranlık verici minimal boyutlara çeken Coen, The Tragedy Of Macbeth ile adeta bir uyarlama dersi veriyor.

Macbeth, baş karakteri kötü olan veya Lady Macbeth tarafından manipüle edilerek geri dönüşü olmayan bir kötülüğe sürüklenen bir anti kahramanın yükseliş ve düşüşünü anlatan Shakespeare oyunlarından. Karşısına çıkan cadıların kehanetleri üzerine kaderci bir yapısı olduğuna inanılsa da, aslında o kaderin kontrolünü eline almak isteyen, ne pahasına olursa olsun hedeflerine erişmek için acele eden, bu uğurda paranoyaklaşan, insanlıktan çıkan ve delirmeye başlayan bir adam Macbeth... Kendisine çok iyi davranan, onu tüm zaferleri ve sadakati sebebiyle onurlandıran Kral Duncan, savaşlarda omuz omuza çarpıştığı dostu Banquo, baron Macduff, onun eşi Lady Macduff ve çocukları, bu adamın iktidar ve güç hırsından, paranoyasından, öfkesinden trajik biçimde payını alıyor. Macbeth'in bir türlü sona ermeyen kaybetme korkusu, işlerin bu noktalara geleceğini düşünmeyen Lady Macbeth'in de yarattığı canavardan duyduğu vicdan azabı, her ikisini de kendi cehennemlerine hapsediyor. Shakespeare trajedileri arasında önemli bir yeri olan Macbeth, manipülasyonun, ihanetin, zalimliğin, güç arsızlığının ulaştığı boyutları göstermesi açısından her döneme ve konuma uyan yapısıyla bir başyapıt. Joel Coen'in bu başyapıta minimalist, şiirsel, teatral yaklaşımı, 1948 tarihli Orson Welles uyarlaması ile birlikte en özgün Macbeth yapımlarından biri olduğunu, zamanın haklı çıkarıcı yörüngesine sokuyor.


Denzel Washington ve Frances McDormand'ın performansları üzerine başka yeni ne söylenebilir bilemeyiz. Sıkça aynı kadraja girmeseler de karşılıklı ve tekil olarak onları izlemek büyük keyif. Tiyatro disiplini bünyesinde zaman zaman mekanikleştiği izlenimi veren genel performanslar, filmin usta ve daha genç oyuncularının uzun, şiirsel ya da çarpıcı repliklerinden sızan kabiliyetleri fark etmemizi engellemiyor. Oyuncular kağıt üzerindeki bu metni oynadıkları kadar, metin de adeta ete kemiğe bürünüp onları oynatıyor. Filmin en dikkat çekici performanslarından biri de, Coen'in üç cadıya getirdiği yeni yorum üzerine öne çıkan tek cadı olan, aynı zamanda Ross'un harabede karşılaştığı yaşlı adamı da canlandıran 65 yaşındaki tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Kathryn Hunter... Şu sıralar Kenneth Branagh'ın başkanlığını yaptığı 100 yılı aşkın geçmişe sahip Londra konservatuarı RADA (Royal Academy Of Dramatic Art) mezunu ve aynı zamanda üyesi olan Hunter, günümüz "fiziksel tiyatro"nun (çeşitli vücut hareketleriyle hikaye anlatımını kapsayan bir teatral performans türü) önemli temsilcilerinden biri. Coenlerle daha önce Inside Llewyn Davis ve The Ballad Of Buster Scruggs'da da çalışmış olan Fransız görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel'in siyah, beyaz, griden, ışık ve gölgelerden oluşan olağanüstü atmosfer inşası, Joel Coen'in bu ilk solo filmini layığıyla kutsayan ustalıkta. The Tragedy Of Macbeth, üzerinde 2021 yazmasına rağmen zaman tüneliyle adeta onyıllar öncesinden günümüze ışınlanmış bir uyarlama harikası.

21 Ocak 2022 Cuma

The Electrical Life Of Louis Wain (2021)

 
Yönetmen: Will Sharpe
Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Claire Foy, Andrea Riseborough, Toby Jones, Hayley Squires, Sharon Rooney, Aimee Lou Wood, Stacy Martin, Phoebe Nicholls, Adeel Akhtar, Taika Waititi, Richard Ayoade, Nick Cave
Senaryo: Simon Stephenson, Will Sharpe
Müzik: Arthur Sharpe

1860 - 1939 yılları arasında yaşamış İngiliz ressam Louis Wain biyografisi olan The Electrical Life Of Louis Wain, gerek Wain'in enteresan kişiliği ve hayatı, gerekse bu hayatı layığıyla perdeye aktaran yönetimi sebebiyle klasik biyografilerden bir nebze ayrılan bir yapım. İngiliz film ve dizi oyuncusu Will Sharpe'ın Simon Stephenson ile birlikte senaryosunu yazdığı, ikinci uzun metrajı olarak Will Sharpe'ın yönettiği film, tarzıyla umut veren bir yönetmenin müjdecisi. Filme dahil olduğumuz 1881 senesinde 21 yaşında olan Wain, kendinden küçük beş kız kardeşi ve annesiyle birlikte yaşayan, ailesinin maddi sorumluluğunu üstlenmiş deli dolu, yetenekli bir ressam. Çalışmak zorunda olmasına rağmen düzenli bir iş edinemeyen, bu konuda da sık sık korumacı kız kardeşi Caroline ile tartışmalar yaşayan Louis Wain, yaptığı hayvan resimlerini beğenen Sir William Ingram'ın verdiği fırsatı değerlendirerek dönemin önemli gazetelerinden birinde iş buluyor. Kız kardeşleri için tutulan yatılı öğretmen Emily Richardson'a tutulması ve kendisinden 10 yaş büyük Emily ile evlenmesi hayatının dönüm noktası oluyor. Zira Emily'nin özellikle kedilere olan düşkünlüğünden çok etkilenen, hem eşinden, hem de onun bulup eve aldığı sevimli kedi Peter'dan ilham alan Wain, kariyerinin de dönüm noktasını buluyor.

Louis Wain, Sir William'ın himayesinde çalışmaya başlamadan evvel para karşılığı şipşak çizimler yapan, tehlikeli ya da sevimli ayırt etmeden hayvanları resmetmeyi seven, boks yapan (ama beceremeyen), opera yazan (ama beceremeyen), elektrik devreleri çizen çılgın bir adam. Filme adını veren elektrik kavramıyla ilişkisi de filmin soyut, felsefi ve aynı zamanda şiirsel yönüne omuz verir nitelikte. Wain'in, bizi zamanda ilerleten şeyin elektrik olduğuna dair bir teorisi var. Ona göre kendi elektriğimiz ile geçmişi geleceğe dönüştürüyoruz. Üstelik bu süreç tamamen tersine de çevrilebilir. Zira geçmişi hatırlamak, geleceği hayal etmekten farklı değil. Hayatında çok önemli kayıplar yaşadıkça, ne kadar çok acı çekerse resimleri de o kadar güzel oluyor. Filmdeki benzetmeye istinaden karısı Emily ve kedisi Peter'a dair anıları, bir türlü yakalayamadığı havadaki o gizemli elektrik için bir paratoner haline gelerek onu ilhama boğuyor. Hayatın temel taşlarından biri olarak gördüğü elektriğin, maddelerin elektron, pozitron, proton gibi parçacıklarının hareketleriyle ortaya çıkmış bir enerji türü olmasının ötesinde, kullanılış veya maruz kalınış şekline bağlı olarak insan bedenine ve ruhuna yaptığı etkileri keşfetmeye, anlamaya, yorumlamaya çalışıyor.


Wain'in hayvanlara, onları çizmeye, portrelemeye olan ilgisi, bir gün Emily ile birlikte yağmurda buldukları ve Peter adını verdikleri kedi yavrusu sayesinde kedi türüne yoğunlaşıyor. Dönemin bakış açısıyla kedi, köpek gibi hayvanların evcil hayvan olarak evlere alınıp beslenmesi toplum tarafından tuhaf karşılanmakta. Emily'nin şefkatli ve cesaretlendirici etkisiyle kediler özelinde hayvanlara karşı geliştirilen önyargıları ortadan kaldırmak için onları sanatının önemli bir parçası haline getiriyor. Kedileri antropomorfize ederek, yani insan dışındaki canlı ve cansız varlıklara insansı anlamlar yükleyerek, kısacası insanlaştırarak resmetmek suretiyle "kötü bir elektrik formu" olarak tarif ettiği önyargıları, yanlış anlamaları, hor görmeleri değiştirip bunları sevgiye, hoşgörüye dönüştürmeye çalışıyor. Çeşitli hayvan derneklerinde üyelik, hatta National Cat Club'da yöneticilik yapıyor. Portreler, çocuk kitapları, dergiler, gazeteler, onun kedi sevgisini pozitif bir elektrik akımı gibi yaymasını sağlıyor. Özellikle Victoria Devri İngilteresi'nde çok popüler olan antropomorfik hayvan portre geleneğinde kendine özel bir yer ediniyor. Kıyafet giyen, enstrüman çalan, balık tutan, çay servis eden, operaya giden, oyunlar oynayan kediler yanında olağanüstü kaleydoskopik/fraktal kedi portreleri görüyoruz. Louis Wain, bir sanatçı olarak bu sevgi, sempati ve hoşgörü yolunda bir çok meslek kesiminden daha fazla yol alıyor.

Will Sharpe ve Simon Stephenson, bu malzemesi bol biyografiyi tasarlarken Olivia Colman'ın seslendirdiği bir anlatıcı belirlemiş ve Wain'in çocukluğunu, ergenliğini pas geçip, hayatında önemli değişimlerin ufukta gözüktüğü 1881 yılından başlamayı tercih etmişler. Nezaket ve zekanın buluştuğu bir üslupla kurgulanan diyalogları filmin zerafetine, sevimliliğine, dramatik kenarlarına, Louis Wain'in naifliğine çok yakışıyor. Sharpe, biçim olarak Wes Anderson'dan, Jean-Pierre Jeunet'den, Tim Burton'ın Little Fish ruhundan izler taşıyor. Görüntü yönetmeni Erik Wilson'ın, müzikleri yapan Arthur Sharpe'ın emekleri filmin dokunaklı yapısına büyük katkı sağlıyorlar. Claire Foy, Andrea Riseborough, Toby Jones gibi kaliteli oyuncular, Taika Waititi, Nick Cave, Richard Ayoade gibi kısa ama hoş misafirlikler sofrayı zenginleştiriyor. Benedict Cumberbatch ise her zamanki özverisi ve rolüne bürünüşüyle gerçek halini bilmediğimiz ama bu halini çok sevebilecegimiz Louis Wain performansıyla bu adamın zeki, çılgın, dingin, aşık, kederli kişiliğini adeta yeniden inşa edip bir sinema filmine uyarlıyor. Wain'in şizofrenliği veya dengesizliği üzerine hiç bir duygu sömürüsüne yüz vermeden bir rota çizen film, sanat tarihinin kıyısında kalmış sanatçılardan biri olan bu güzel insana, sanatına ve fikirlerine hak ettiği görünürlüğü sağlaması açısından ilgiyi hak ediyor.

10 Ocak 2022 Pazartesi

Un monde (2021)

 
Yönetmen: Laura Wandel
Oyuncular: Maya Vanderbeque, Günter Duret, Karim Leklou, Laura Verlinden
Senaryo: Laura Wandel

Laura Wandel'in yazıp yönettiği Belçika yapımı Un monde (Playground), aynı okula giden ortaokul çağındaki Nora ve Abel adlı iki kardeşin yaşadıklarını konu alan bir dram. 70 dakikalık süresinin tamamı okul sınırları içinde geçen film, yine bu sürenin çok büyük bir bölümünde Nora'nın yakın plan çekilmiş görüntülerinden oluşmakta. Bu tarzıyla 2016'da En İyi Yabancı Film Oscar'ı dahil pek çok ödül kazanan László Nemes filmi Saul fia'yı andıran Un monde, o filmde Auschwitz'de Sonderkommando olarak görev yapan Saul'un gözünden yaşattığı kaos ortamını farklı dönem ve koşullarda bir ortaokula uyarlamaya çalışmış. Alan derinliği yaratarak küçük Nora'ya odaklanan Laura Wandel, sadece ona yaklaşan diğer karakterleri netleştirip diğerlerini flu bırakmak suretiyle daha çok biçim üzerinde duracağını belli ediyor. Zaman zaman bu biçimi bırakıp gerekli gördüğü anlarda etrafını da netleştiren yönetmen, filmin büyük bölümünde kadrajda göremediğimiz anları ve sesleri de Nora'nın arka planına dahil ediyor. Söz konusu Auschwitz olduğunda Saul'un arka planındaki göremediğimiz sahneler ve duyduğumuz sesler dehşet verici olabiliyorken, burada ise okul ortamında çocukların telaşı, rutin sohbetleri, çığlıkları, kahkahaları, iğneleyici, aşağılayıcı sözleri farklı bir kaosu yansıtıyor. Peki bu kaos film için ne derece gerekli? Wandel, okul bahçesini, sınıfları, yemekhaneyi, sosyal etkinlik alanlarını geniş planlarla göstermek yerine, hepsini Nora etrafındaki flu atmosfere hapsederek Nora ve onu daraltan okul rutini arasındaki kaosu betimliyor.

Aslında Nora'yı boğan sebepler türlü türlü. Okulda zorbalığa uğrayan ağabeyi Abel'ın durumuna çok üzülen Nora, okula yeni başlamasının da verdiği psikolojiyle günden güne kendini harap ediyor. Abel, bu durumu çevresine, özellikle de babasına anlatmaması için Nora'ya baskı yaptığı için küçük kız iyice dertlenip okuldan soğuyor, derslere odaklanamıyor. Dayanamayıp babasına söylediğinde ise okulda tek tanıdığı insan olan Abel tarafından dışlanıyor. Sınıfındaki diğer kızlarla kaynaşmaya çalışsa da, bir doğum günü daveti sebebiyle orada da sorunlar yaşıyor. Okul dışına hiç çıkmayan Wandel, çocukları okula bırakıp çıkışta da alan babalarının korumacı tutumuyla meseleye ailevi bir boyut da katıyor. Babanın işsiz olduğu, hiç görmeyip hakkında bir şey bilmediğimiz annenin yokluğu gibi belirsizlikler neticesinde çocukların bir de okulda zorbalıklarla, dışlanmalarla uğraşmaları, onlara olan seyirci bağlarımızı güçlendiriyor. Okulda akran zorbalığına uğrayan çocukların bir çoğu, arkadaşları tarafından dışlanma, ailelerinin tepkilerinden çekinme veya zorbalığın dozunun artması gibi nedenlerden dolayı susmayı tercih eder. Bazıları da Abel gibi zamanla ezilen yerine ezen olmayı seçenekleri arasına koyar. Okul dışındaki yaşamlarından hiç bir sahne görmediğimiz Nora ve Abel'ın neler yaşadığını bilmeden, sadece tahminlerle okulda tutunamayışlarının analizini yapmak kolay sayılabilir. Wandel bol bol Nora yakın planıyla onun henüz bu yaşında nasıl bir psikoloji içinde debelendiğini anlatmakta da zorluk yaşamıyor. Zaman zaman bu anlatım biçimi sarkar gibi olsa da, kısa süresi sebebiyle göze fazla batmıyor.

Un monde her ne kadar Nora merkezli iki çocuğun okul hayatında karşılaştıkları zorlukları anlatsa da, bu zorluklar farklı ortamlarda farklı şekillerde yetişkinlere de uyarlanabilir. Bu manada okul zorbalığı ve genel anlamda zorbalık konusunda film bize yeni şeyler sunmuyor. Nora sayesinde bu soruna dışarıdan bakmanın getirdiği bazı kör noktaları görebilmesi seviyesini yükseltmekte. Bize konu/senaryo olarak yeni şeyler sunmayacağının farkında olan yönetmenler, anlatılarında fark yaratmak istiyorlar. Siyah beyaz, çerçeve oranı, plan sekans, animasyon teknikleri veya belgesel tarzı farklı ifade yöntemleriyle biçime ağırlık veren yönetmenler, şayet zayıf ya da alışıldık hikayelerinin üstünü örtmek için yapmıyorlarsa bu tercihlerinde belli bir saygıyı hak ediyorlar. Laura Wandel, László Nemes tarzını kendi filmine uyarlarken mekan ve karakter seçimini iyi yapmış, bu mekan okul olunca yaşanan sıkıntılar arasından da zorbalığı seçerek kısa ve boşlukları seyirciye bırakan bir analiz yapmış. Wandel, filmini normal bir biçimde çekmiş olsaydı ne kadar ses getirirdi bunu tam olarak bilemez ama yorumlayabiliriz. Bu haliyle Cannes'ın Belirli Bir Bakış ödülü dahil şimdiye kadar çeşitli festivallerden 12 ödül kazanan Un monde'de, Wandel'in adeta yüzünü zihnimize kazıdığı başroldeki Maya Vanderbeque'in oyunculuktan öte bir doğallık taşıyan performansı yürek yaralıyor. Wandel, filminde konuştukları kadarını, hatta belki daha fazlasını konuşmadığı anlarıyla ifade etme becerisi gösteren yeni bir sinemacı. Henüz bu ilk filmiyle başka film ve yönetmenleri anımsatsa da sonraki filmleriyle nasıl bir yol izleyeceği belli olmayan, bu belirsizliği de çekici hale getiren bir yönetmen olarak iyi bir başlangıç yapıyor.

5 Ocak 2022 Çarşamba

The Last Duel (2021)

 
Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Matt Damon, Jodie Comer, Adam Driver, Ben Affleck, Harriet Walter, Alex Lawther, Marton Csokas, Zeljko Ivanek
Senaryo: Eric Jager, Nicole Holofcener, Ben Affleck, Matt Damon
Müzik: Harry Gregson-Williams

Norman (Normandiya'da yaşayan Frenk ve İskandinav kökenli halk) şövalyesi Jean de Carrouges (Matt Damon) ve Norman yaverlerinden Jacques le Gris (Adam Driver) omuz omuza savaşlara katılmış, birbirlerinin hayatını kurtarmış yakın arkadaşlardır. Bir süre sonra yolları ayrılır. Soylu bir aileden gelen, at yetiştiriciliğiyle uğraşan, para ve itibar için savaşlara katılan Carrrouges, İngilizlerle işbirliği yüzünden ihanetle suçlanıp affedilmiş bir adamın kızı olan Marguerite (Jodie Comer) ile evlenir. Le Gris ise derebeyi Pierre d'Alençon'un (Ben Affleck) güvenini kazanarak bir çok imtiyaz edinmiştir. Bir gün Carrouges savaştan döndüğünde Margerite, o yokken Le Gris'in kendisine tecavüz ettiğini söyler. Ancak kimse Margerite'e inanmaz. Bunun üzerine Carrouges, dava açarak durumu Fransa kralına kadar götürür. Le Gris suçsuz olduğunu iddia etmektedir. Mahkemenin kararına göre iki adam düello yapacak,  bu düellonun sonucunca biri ölecek, hayatta kalan kişi ise Tanrı'nın isteğini yerine getirmiş olacağı için adalet sağlanacaktır. Le Gris hayatta kalırsa aklanacak, Carrouges kaybederse karısı Margerite bir kazığa bağlanarak halkın önünde yakılacaktır. 1386 tarihli gerçek bir olaya dayanan, Fransa'da kayıtlara geçmiş son resmi düelloyu ve öncesindeki olayları işleyen The Last Duel, Jean de Carrouges, Jacques le Gris ve Margerite de Carrouges olmak üzere yaşananları üç kişinin bakışından ele alan üç bölümden oluşuyor. Bu tarzıyla Akira Kurosawa'nın 1950 yılına ait klasiği Rashômon'u akıllara getiren Ridley Scott yönetimindeki filmin senaryosu Eric Jager kitabına dayanarak Nicole Holofcener, Matt Damon ve Ben Affleck tarafından yazılmış.

The Last Duel, düello hazırlıkları ve Carrouges ile Le Gris arasındaki düellonun at üzerinde gerçekleşen ilk hamlesiyle başlıyor. Böylece daha ilk dakikalarda bu iki adamın ölümüne bir düelloya girecek kadar birbirlerine düşman oldukları bilgisi seyirciye yüklenmiş oluyor. Aynı süreci üç karakterin gözünden izlemeye başladığımız ilk bölüm Jean de Carrouges bölümü. Savaşçı ruhlu, sadık ve güçlü bir karakter olarak resmedilen Carrouges, emeklerinin karşılığını alamadığını düşündüğü anlarda bunu dile getirmekten çekinmeyen gözüpek bir adam. Hatta evlenirken kayınpederinin kendisine vaat ettiği toprakları Le Gris'e hediye ettiği için derebeyi Pierre'e dava bile açıyor. Margerite'in başına gelenleri öğrendiğinde ona destek olup sonuna kadar onun hakkını arıyor. Tabii tüm bunları Carrouges'un gözüyle görüyoruz. Le Gris ise Latince bilmesi, hesap kitaptan anlaması sebebiyle Pierre'in vergi tahsilatçısı olarak güvenini kazanıp onun sarayında, yemek masasında, hatta orjilerinde kendine yer bulan, bu yüzden zamanla güç sarhoşu olan bir adam. Onun bölümünde de özellikle derebeylerinin halktan topladığı vergilerle nasıl günlerini gün ettiklerini, zorbalıklarıyla halkı nasıl ezdiklerini görüyoruz. Le Gris, içten içe diş bilediği Carrouges'un güzel eşi Margerite'i görünce, ona sahip olma arzusunu, ona aşık olduğu fikriyle meşrulaştırmaya çalışıyor. Le Gris'in kadınlara olan bakışı, kadınlar tarafından cazip bulunmanın da etkisiyle onları bir avcı gibi kovalayıp yakalandıktan sonra sahip olmak üzerine. Zaten Pierre'in partilerinden birinde bunu canlandırdığını da görüyoruz. Ve bunları bu kez Le Gris'in bakış açısından izliyoruz.


Margerite'e ait son bölüm ise filmin asıl güçlü yönünü öne çıkardığı, gerçekten yaşanmış bu olayların Carrouges ve Le Gris arasındaki iyi - kötü mücadelesinin ya da bir kahramanlık öyküsünün üstünde bir anlamı olduğunu ifade eder nitelikte. İlk iki bölüm, üçüncü bölümü şarj ettikten sonra filme adını veren düellonun amacı ve sonucu daha da değerleniyor. MeToo hareketi sonrasında kadın taciz ve tecavüzlerine sessiz kalmama yönünde oluşan iklimin aslında yüz yıllar öncesine dayanan geçmişine dair güçlü bir örneğini izlemeye başlıyoruz. Margerite'in tarafından olaylara bakmak çok daha dramatik, sinir bozucu ve yıkıcı. Önce Carrouges'un kendine ait ilk bölümünde göremediğimiz muhafazakarlığı, tecavüz itirafı sonrası Margerite'e davranışları, keza Le Gris'in bölümünde Margerite'e dair detayların üstünkörü işlenmesi, en mühimi de Le Gris'in aşk kisvesine büründürdüğü elde etme (hatta avlama) güdüsünün öne çıkarılması bu son bölümle asıl gerçekliğini buluyor. Başka bir bakışın getirdiği avantajlarla hem hikayenin, hem de karakterlerin boyutlanması sağlanıyor. Üstelik bu son bölümde resim daha da büyütülerek Margerite özelinde Orta Çağda kadına bakışın kapsamlı bir profili, işini gören bir özeti çıkarılıyor. Toplumun, dinin, tıbbın, adalet sisteminin, hatta kadının kadına bakışı dahi dolaysız biçimde sorgulanıyor. Bu doğrudanlık son bölüme hapsedilmiş gibi gözükse de, filmin izlediği üç parçalı yöntem nedeniyle son bölüm bu dolaysızlıktan güç sağlamayı beceriyor. Margerite'in bir tecavüz mağduru olmaktan öte, Orta Çağda çok daha vahim bir konumda olmasının yarattığı mağduriyete şahit oluyoruz: Kadın olmak!

Kadının ancak cinsel ilişkiden zevk aldığı takdirde orgazm olabileceğini, ancak bu şekilde hamile kalabileceğini savunan doktorlar, erkeklerin suçlarını bir günah çıkarma seansıyla affeden, kadınları baştan çıkarıcı günahkarlar olarak görmeye meyilli rahipler, mahkemede dava kazanmak uğruna her türlü çirkinliği kadınlara reva gören, iftiralar atan avukatlar, taciz ve tecavüze uğramış eşlerini sırf kendi itibarlarları zedelenmiş gibi algılayıp, yine kendi itibarlarını temizlemek için onları aklamayı düşünen kocalar var Orta Çağda. Ayrıca bu mühim sırrı paylaştığınız ama bu sırrı size karşı kullanan patriarkal düzene esir düşmüş "iffetli" kadınlar, erkeklerinin konumlarına leke sürdürmemek, lince uğramamak için kendi acı tecrübelerini yıllarca saklamış, en kötüsü de bu sırlarını zamanla kendi içlerinde normalleştirebilmiş anneler de var Orta Çağda. Filmin en güçlü yönlerinden biri, 1300'lerin sonlarında yaşanmış bu olaylar vesilesiyle kadına bakış açılarının Orta Çağda kalmayıp günümüze kadar sürdüğüne yönelik son derece güncel çıkarımlarda bulunmaya sevk etmesi. Bir çok yönden tıp, hukuk, toplum ve bireyler hala arızalı bir biçimde kadına bakmakta. Din zaten hiç bir döneminde kadına değer vermemiş, her zaman hor görmüş, günah kaynağı olarak bakmış bir olgu. Davranışlarıyla, giyim kuşamıyla, masum itiraflarıyla yargılanmaktan kurtulamayan günümüz kadınlarına bile ilham verebilecek Margerite'in sessiz kalmayı reddetmesi, asırlar öncesinden günümüze gönderilmiş önemli mesajlardan biri. Cesur bir bireyin ifşası adalet sistemini tetikleyince, çeşitli sebeplerden susmak zorunda kalmış başkalarını da cesaretlendirince suçluların etrafındaki çember daralıyor. Bunun için sessiz kalmamak, sahip olduklarını kaybetmekten korkmamak gerekiyor.


Good Will Hunting senaryosuyla Oscar kazanan Matt Damon - Ben Affleck ikilisinin, Can You Ever Forgive Me?, Enough Said gibi kadın karakterlerin iyi işlendiği yapımların senaristi Nicole Holofcener ile yaptıkları işbirliği, filmin üçe bölünmüş yapısında genel olarak olumlu sonuçlar veriyor. Yaşanan olayları üç karakterin kendi taraflarından izlerken bazı nüanslar dikkat çekiyor, bazıları ise tam netleştirilmemiş denebilir. Özellikle Margerite'e ait son bölüm, Holofcener'ın dizginleri eline aldığını hissettirir şekilde zorlayıcı, sinir bozucu, Margerite odaklı çatışmaların ve sonuçları çok farklı olacak iki ihtimalden hangisinin gerçekleşeceğine dair gerilimin pik yaptığı güçlü bir bölüm. Bir düelloyla her şeyin değiştiği, haklı ve haksızın mahkemeden bile üstün şekilde bir düellonun sonucuyla belirlendiği Orta Çağ adalet terazisinin sakatlığı işin içine bir kadın hikayesi girince daha da netleşiyor. Kadının, erkeğin başarısına pamuk ipliğiyle bağlı hayatı ve değersizleştirilmiş konumunu da bu adaletsizliğin merkezine koyarak sunan The Last Duel, geçmiş ve şimdi arasındaki yobazlığın paralelliğini çok iyi kurmuş bir film. Matt Damon'ın rolüne uygunluğu karşısında Adam Driver'ı kadınların arzu nesnesi Le Gris olarak görmek ikna edici olmayabiliyor. Ama öyle bir Jodie Comer var ki, yer aldığı her sahneye ne katılması gerekiyorsa katıyor. 84 yaşındaki durmak bilmeyen Ridley Scott, 1977'de çektiği ilk filmi The Duellists'ten 44 yıl sonra yine bir düello filmiyle yaşını hissettirmeden işini yapıyor. Gladiator, Kingdom Of Heaven, Robin Hood gibi tarihi aksiyon dramların toplumsal, ekonomik, dini açılardan günümüz yansımalarını ele almayı seven Scott, yine asırlar önce yaşanmış olaylar zincirinin şaşırtan güncelliğini tarihi dokusuyla birlikte günümüze aktarıyor.