Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Matt Damon, Jodie Comer, Adam Driver, Ben Affleck, Harriet Walter, Alex Lawther, Marton Csokas, Zeljko Ivanek
Senaryo: Eric Jager, Nicole Holofcener, Ben Affleck, Matt Damon
Müzik: Harry Gregson-Williams
Norman (Normandiya'da yaşayan Frenk ve İskandinav kökenli halk) şövalyesi Jean de Carrouges (Matt Damon) ve Norman yaverlerinden Jacques le Gris (Adam Driver) omuz omuza savaşlara katılmış, birbirlerinin hayatını kurtarmış yakın arkadaşlardır. Bir süre sonra yolları ayrılır. Soylu bir aileden gelen, at yetiştiriciliğiyle uğraşan, para ve itibar için savaşlara katılan Carrrouges, İngilizlerle işbirliği yüzünden ihanetle suçlanıp affedilmiş bir adamın kızı olan Marguerite (Jodie Comer) ile evlenir. Le Gris ise derebeyi Pierre d'Alençon'un (Ben Affleck) güvenini kazanarak bir çok imtiyaz edinmiştir. Bir gün Carrouges savaştan döndüğünde Margerite, o yokken Le Gris'in kendisine tecavüz ettiğini söyler. Ancak kimse Margerite'e inanmaz. Bunun üzerine Carrouges, dava açarak durumu Fransa kralına kadar götürür. Le Gris suçsuz olduğunu iddia etmektedir. Mahkemenin kararına göre iki adam düello yapacak, bu düellonun sonucunca biri ölecek, hayatta kalan kişi ise Tanrı'nın isteğini yerine getirmiş olacağı için adalet sağlanacaktır. Le Gris hayatta kalırsa aklanacak, Carrouges kaybederse karısı Margerite bir kazığa bağlanarak halkın önünde yakılacaktır. 1386 tarihli gerçek bir olaya dayanan, Fransa'da kayıtlara geçmiş son resmi düelloyu ve öncesindeki olayları işleyen The Last Duel, Jean de Carrouges, Jacques le Gris ve Margerite de Carrouges olmak üzere yaşananları üç kişinin bakışından ele alan üç bölümden oluşuyor. Bu tarzıyla Akira Kurosawa'nın 1950 yılına ait klasiği Rashômon'u akıllara getiren Ridley Scott yönetimindeki filmin senaryosu Eric Jager kitabına dayanarak Nicole Holofcener, Matt Damon ve Ben Affleck tarafından yazılmış.
The Last Duel, düello hazırlıkları ve Carrouges ile Le Gris arasındaki düellonun at üzerinde gerçekleşen ilk hamlesiyle başlıyor. Böylece daha ilk dakikalarda bu iki adamın ölümüne bir düelloya girecek kadar birbirlerine düşman oldukları bilgisi seyirciye yüklenmiş oluyor. Aynı süreci üç karakterin gözünden izlemeye başladığımız ilk bölüm Jean de Carrouges bölümü. Savaşçı ruhlu, sadık ve güçlü bir karakter olarak resmedilen Carrouges, emeklerinin karşılığını alamadığını düşündüğü anlarda bunu dile getirmekten çekinmeyen gözüpek bir adam. Hatta evlenirken kayınpederinin kendisine vaat ettiği toprakları Le Gris'e hediye ettiği için derebeyi Pierre'e dava bile açıyor. Margerite'in başına gelenleri öğrendiğinde ona destek olup sonuna kadar onun hakkını arıyor. Tabii tüm bunları Carrouges'un gözüyle görüyoruz. Le Gris ise Latince bilmesi, hesap kitaptan anlaması sebebiyle Pierre'in vergi tahsilatçısı olarak güvenini kazanıp onun sarayında, yemek masasında, hatta orjilerinde kendine yer bulan, bu yüzden zamanla güç sarhoşu olan bir adam. Onun bölümünde de özellikle derebeylerinin halktan topladığı vergilerle nasıl günlerini gün ettiklerini, zorbalıklarıyla halkı nasıl ezdiklerini görüyoruz. Le Gris, içten içe diş bilediği Carrouges'un güzel eşi Margerite'i görünce, ona sahip olma arzusunu, ona aşık olduğu fikriyle meşrulaştırmaya çalışıyor. Le Gris'in kadınlara olan bakışı, kadınlar tarafından cazip bulunmanın da etkisiyle onları bir avcı gibi kovalayıp yakalandıktan sonra sahip olmak üzerine. Zaten Pierre'in partilerinden birinde bunu canlandırdığını da görüyoruz. Ve bunları bu kez Le Gris'in bakış açısından izliyoruz.
Margerite'e ait son bölüm ise filmin asıl güçlü yönünü öne çıkardığı, gerçekten yaşanmış bu olayların Carrouges ve Le Gris arasındaki iyi - kötü mücadelesinin ya da bir kahramanlık öyküsünün üstünde bir anlamı olduğunu ifade eder nitelikte. İlk iki bölüm, üçüncü bölümü şarj ettikten sonra filme adını veren düellonun amacı ve sonucu daha da değerleniyor. MeToo hareketi sonrasında kadın taciz ve tecavüzlerine sessiz kalmama yönünde oluşan iklimin aslında yüz yıllar öncesine dayanan geçmişine dair güçlü bir örneğini izlemeye başlıyoruz. Margerite'in tarafından olaylara bakmak çok daha dramatik, sinir bozucu ve yıkıcı. Önce Carrouges'un kendine ait ilk bölümünde göremediğimiz muhafazakarlığı, tecavüz itirafı sonrası Margerite'e davranışları, keza Le Gris'in bölümünde Margerite'e dair detayların üstünkörü işlenmesi, en mühimi de Le Gris'in aşk kisvesine büründürdüğü elde etme (hatta avlama) güdüsünün öne çıkarılması bu son bölümle asıl gerçekliğini buluyor. Başka bir bakışın getirdiği avantajlarla hem hikayenin, hem de karakterlerin boyutlanması sağlanıyor. Üstelik bu son bölümde resim daha da büyütülerek Margerite özelinde Orta Çağda kadına bakışın kapsamlı bir profili, işini gören bir özeti çıkarılıyor. Toplumun, dinin, tıbbın, adalet sisteminin, hatta kadının kadına bakışı dahi dolaysız biçimde sorgulanıyor. Bu doğrudanlık son bölüme hapsedilmiş gibi gözükse de, filmin izlediği üç parçalı yöntem nedeniyle son bölüm bu dolaysızlıktan güç sağlamayı beceriyor. Margerite'in bir tecavüz mağduru olmaktan öte, Orta Çağda çok daha vahim bir konumda olmasının yarattığı mağduriyete şahit oluyoruz: Kadın olmak!
Kadının ancak cinsel ilişkiden zevk aldığı takdirde orgazm olabileceğini, ancak bu şekilde hamile kalabileceğini savunan doktorlar, erkeklerin suçlarını bir günah çıkarma seansıyla affeden, kadınları baştan çıkarıcı günahkarlar olarak görmeye meyilli rahipler, mahkemede dava kazanmak uğruna her türlü çirkinliği kadınlara reva gören, iftiralar atan avukatlar, taciz ve tecavüze uğramış eşlerini sırf kendi itibarlarları zedelenmiş gibi algılayıp, yine kendi itibarlarını temizlemek için onları aklamayı düşünen kocalar var Orta Çağda. Ayrıca bu mühim sırrı paylaştığınız ama bu sırrı size karşı kullanan patriarkal düzene esir düşmüş "iffetli" kadınlar, erkeklerinin konumlarına leke sürdürmemek, lince uğramamak için kendi acı tecrübelerini yıllarca saklamış, en kötüsü de bu sırlarını zamanla kendi içlerinde normalleştirebilmiş anneler de var Orta Çağda. Filmin en güçlü yönlerinden biri, 1300'lerin sonlarında yaşanmış bu olaylar vesilesiyle kadına bakış açılarının Orta Çağda kalmayıp günümüze kadar sürdüğüne yönelik son derece güncel çıkarımlarda bulunmaya sevk etmesi. Bir çok yönden tıp, hukuk, toplum ve bireyler hala arızalı bir biçimde kadına bakmakta. Din zaten hiç bir döneminde kadına değer vermemiş, her zaman hor görmüş, günah kaynağı olarak bakmış bir olgu. Davranışlarıyla, giyim kuşamıyla, masum itiraflarıyla yargılanmaktan kurtulamayan günümüz kadınlarına bile ilham verebilecek Margerite'in sessiz kalmayı reddetmesi, asırlar öncesinden günümüze gönderilmiş önemli mesajlardan biri. Cesur bir bireyin ifşası adalet sistemini tetikleyince, çeşitli sebeplerden susmak zorunda kalmış başkalarını da cesaretlendirince suçluların etrafındaki çember daralıyor. Bunun için sessiz kalmamak, sahip olduklarını kaybetmekten korkmamak gerekiyor.
Good Will Hunting senaryosuyla Oscar kazanan Matt Damon - Ben Affleck ikilisinin, Can You Ever Forgive Me?, Enough Said gibi kadın karakterlerin iyi işlendiği yapımların senaristi Nicole Holofcener ile yaptıkları işbirliği, filmin üçe bölünmüş yapısında genel olarak olumlu sonuçlar veriyor. Yaşanan olayları üç karakterin kendi taraflarından izlerken bazı nüanslar dikkat çekiyor, bazıları ise tam netleştirilmemiş denebilir. Özellikle Margerite'e ait son bölüm, Holofcener'ın dizginleri eline aldığını hissettirir şekilde zorlayıcı, sinir bozucu, Margerite odaklı çatışmaların ve sonuçları çok farklı olacak iki ihtimalden hangisinin gerçekleşeceğine dair gerilimin pik yaptığı güçlü bir bölüm. Bir düelloyla her şeyin değiştiği, haklı ve haksızın mahkemeden bile üstün şekilde bir düellonun sonucuyla belirlendiği Orta Çağ adalet terazisinin sakatlığı işin içine bir kadın hikayesi girince daha da netleşiyor. Kadının, erkeğin başarısına pamuk ipliğiyle bağlı hayatı ve değersizleştirilmiş konumunu da bu adaletsizliğin merkezine koyarak sunan The Last Duel, geçmiş ve şimdi arasındaki yobazlığın paralelliğini çok iyi kurmuş bir film. Matt Damon'ın rolüne uygunluğu karşısında Adam Driver'ı kadınların arzu nesnesi Le Gris olarak görmek ikna edici olmayabiliyor. Ama öyle bir Jodie Comer var ki, yer aldığı her sahneye ne katılması gerekiyorsa katıyor. 84 yaşındaki durmak bilmeyen Ridley Scott, 1977'de çektiği ilk filmi The Duellists'ten 44 yıl sonra yine bir düello filmiyle yaşını hissettirmeden işini yapıyor. Gladiator, Kingdom Of Heaven, Robin Hood gibi tarihi aksiyon dramların toplumsal, ekonomik, dini açılardan günümüz yansımalarını ele almayı seven Scott, yine asırlar önce yaşanmış olaylar zincirinin şaşırtan güncelliğini tarihi dokusuyla birlikte günümüze aktarıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder