Yönetmen: Kim Yong-hoon-I
29 Aralık 2020 Salı
Beasts That Cling To The Straw (2020)
Yönetmen: Kim Yong-hoon-I
21 Aralık 2020 Pazartesi
Druk (2020)
11 Aralık 2020 Cuma
Sound Of Metal (2019)
3 Aralık 2020 Perşembe
Last Chance Harvey (2008)
New York'lu Harvey Shine, bir jingle yazarı olarak çıkmaza girmiş işini kaybetme noktasındadır. Patronundan son bir şans koparmıştır. Önce haftasonunda Londra'ya kızının düğününe gidecek ve pazartesi günü önemli bir toplantı için geri dönecektir. Kızının kilisede yürümek için üvey babasını seçtiğini öğrendiğinde yıkılmış bir halde, düğün yemeğine kalmadan havaalanına geri döner. Fakat uçağı da kaçırmıştır, böylelikle işini devam ettirme şansını da. Bunca sıkıntı arasında havaalanında bir kadeh içki içerken, onun hayatını derinden etkileyecek bir sürprizle karşılaşacaktır. Bu sürpriz 40'lı yaşlarında, duygusal ve bir onun kadar bir ilişkiye ihtiyacı olan bir kadındır.
Joel Hopkins adındaki İngiliz yönetmenin ikinci senaryo ve yönetmenlik çalışması olan Last Chance Harvey, rol kuşanmaktaki ustalıklarıyla bilinen Dustin Hoffman ve Emma Thompson’ın varlıklarıyla kamufle olmuş ve bu sayede pek çok aksayan yönünü bu isimlerin gölgesine saklamış bir film. Artık bir yaştan sonra kendilerini zıpkın yemiş orkinosa çeviremeyecek aşk duygusundan hayli uzak kalmış iki insanın giriş, gelişme, sorun, sonuç çizgisinden sapmamaya çalışan kontrollü romantizmi, türün sıkmadan izlenen örnekleri arasına girebilir. Lakin en obur romantik komedi müdavimleri bile mutlaka bir şeylerin eksikliğini hissedecektir. 2006 tarihli Stranger Than Fiction’da hiç aynı karede yer almadıkları ve karşılıklı oynamadıkları halde bile bana göre etkili bir kimya yaratmış Hoffman-Thompson ikilisi, bu film için hem sorun, hem de değil. Varlıkları böyle bir yapım için çok fazla. Fakat sanılmasın ki, burada sinema tarihine kazınacak performanslar izliyoruz. Sadece güven telkin ediyorlar. Sevimliler, sempatikler, filmdeki karakterleri gereği naifler. Geri kalanına Joel Hopkins farkında olmadan fazla izin vermiyor ne yazık ki.
Böylesi olumsuz şartlar dışında yalnızlıklarına bir şekilde inandığımız Harvey ve Kate’in sempatikliğine sığınıyoruz. Orada da uydurma bir “sözünde duramama” vakası ile “sorun” kısmı apar topar halledildikten sonra geriye mutlu son kalıyor. Onu yazmak için de senaryo doktoru olmak gerekmiyor. Last Chance Harvey, türün pek çok klişesini kanatları altına almasına rağmen bir türlü doygunluk hissi yaratmayan, tek albenisi Hoffman-Thompson ikilisi olan, onların da şöyle geçerken uğradıkları bir filmmiş izlenimi yaratan oyunlarıyla sıkıcılaşan basit bir film olarak kalıyor bana göre.
29 Kasım 2020 Pazar
Los Cronocrímenes (2007)
20 Kasım 2020 Cuma
El otro hermano (2017)
11 Kasım 2020 Çarşamba
Art Of Fighting (2006)
Yönetmen: Han-sol Shin
Oyuncular: Yun-shik Baek, Hyun-kyoon Lee, Yeo-jin Choi, Eung-su Kim
Senaryo: Dong-hyun Min, Han-sol Shin
Güney Kore’deki bir meslek lisesinde öğrenci olan Byung-tae, okuldaki serserilerden dayak yemekten nevri dönmüş bir halde kendisine dövüşmeyi öğretecek bir usta aramaktadır. Boşa giden birkaç deneyimin ardından, nereden nasıl geldiği belli olmayan orta yaşlı, gizemli bir adam olan Oh Man-su’nun bir vukuatına şahit olunca aradığı ustayı bulduğuna inanır. “Bana dövüşmeyi öğret” şeklinde adama musallat olur. Israrlardan bunalan ve yediği dayaklardan ötürü biraz da ona acımaya başlayan Oh Man-su, Byung-tae’ye hayata uyarlanmış bazı teknikleri gram gram vermeye başlar. Kulağa Karate Kid gibi geliyor olsa da, hiç mi hiç sevmediğim Karate Kid’den haliyle daha çiğ bir şiddet ve Kore’ye özgü mizah soslu dram anlayışı ile işlenmiş, gıcır gıcır bir usta-çırak filmi Art Of Fighting.
Art Of Fighting, son zamanlarda izlediğim en şık jeneriklerden biriyle başlıyor. Babası polis olan Byung-tae’nin okulda yediği sopalara içerliyoruz. Usta rolündeki Baek Yun-shik’in filme dahil olmasıyla filmin öğreten adam ve oğlu seyrinde gitmesi beklenirken, yazıp yönettiği ilk filmiyle yönetmen Han-sol Shin bunu daha sterilize bir üslupla, usta-çırak didaktizminden farklı ele alıyor. Yun-shik ustanın verdiği tüyolar, Karate Kid’in tonton Miyagi Usta’sı Pat Morita’nın (toprağı bol olsun) talimatlarına temelde benziyor. Duvar boyama ile çamaşır sıkma benzeşmesinden farklı olarak Yun-shik, çubuklarla sinek yakalama ya da içler acısı kartal duruşu/vuruşu saçmalıklarına prim vermiyor. Onun öğütleri Miyagi’ninkiler kadar elit ama bir o kadar da sokağa ait. Her ikisi de çekirgelerine bu teknikleri savunma amaçlı kullanmalarını öğütlese de, etrafta bu kadar kaşınan olduktan sonra pratik kaçınılmaz oluyor. Her ustada olduğu gibi Miyagi’de de kavganın bir etiği vardı. Onun, kimi deneysel, kimi bu etikten gelme öğretileri Ralph Macchio zavallısını 80’lerin o taşkın Amerikan abartısıyla karate şampiyonu yapmıştı. Hatta Karate Kid II’de yine bu Macchio’dan bir aksiyon kahramanı olabileceğine inanmamızı beklediler. 80’ler biraz da böyleydi işte.. Ama bu konseptin 2000’e yansıyan ve Amerikan olmayan bir çağdaşı, 2000’ler perspektifimizin ne yönde olduğunun ipuçlarını verebilir. Bana bu perspektifi sunan, adı geçen iki film değil, daha genel bir bakış:
2000 gerçekliği, 80’in şimdi bize ucube gelen yapmacık taraflarının ipliğini pazara çıkarmayı çok iyi beceriyor. Ama 2000, 80’e nefret duymuyor, onu yok saymıyor. Sadece onunla biraz maytap geçiyor ve kendi gerçekliğini ispatlamak için onu koz olarak elinde tutuyor. 80’lerin sadık hayranları, çoğunlukla Amerika’nın dayattığı bazı saçmalıkları, gerçekmişçesine sindiriyorlar. Daha da ilerisi, bu sindirim bir yaşam biçimi haline geliyor. Ve 2000’lere uyum sağladığını zanneden bu sindirimciler, birlikte sinema, tiyatro, lokanta, cadde, sokak, forum ortamını bile paylaşmak istemeyeceğiniz toplum bireyleri olup çıkıyorlar. Neyi sevdiklerini biliyorlar, ama neden sevdiklerini bilmiyorlar. Bilseler de anlatamıyorlar. Çünkü 80’lerin, o yılları yaşayan herkese yüklediği virüse karşı bir anti-virüs geliştirememişler. Bu, okuyarak, dinleyerek ve izleyerek elde edilen bir anti-virüs çünkü.
Art Of Fighting’in ustası Yun-shik ise 80’ler parodisi Miyagi’nin, 2000’lerin katı gerçekliğinin parodi versiyonu. Muhtemelen karanlık işler tezgahından geçmiş, içkisi sigarası olan, yellenen, su tabancasıyla etrafındakileri ıslatan, kapılardan süt çalan, kavgada ahlak olmadığını savunan tam bir “freak”.. Onun öğretilerini uygulayan Byung-tae ise bu adil görünen ahlaksızlığı, sportif bir başarı amacı gütmeksizin hayatına uygulamayı kısmen de olsa başarıyor. Hiç olmazsa kavganın ahlaksızlığından, özgüvenini kazanmak adına faydalanıyor. Bu sapına kadar gerçek öğretinin bize öğrettiği de, sapına kadar hayata dair.. Rakibin ellerinden bastırıp, öne düşen başına attığımız kafa darbesinin durduğu yer ile, kartal vuruşunun durduğu yer, acı gerçek ve komik hayal gibi.
5 Kasım 2020 Perşembe
Broken (2006)
31 Ekim 2020 Cumartesi
Chelovek, kotoryy udivil vsekh (2018)
25 Ekim 2020 Pazar
Comedian (2002)
Yönetmen: Christian Charles
Komedi ciddi bir iştir. Ekranda, sahnede rol icabı yere düşen birisine, kışın kaygan yollar üzerinde yürüyemeyip poposu üstüne düşen birisine güldüğümüz kadar gülemememiz, istem dışı da olsa komik olmayı nasıl bir yere koyuyorsa, istem içi komik olmanın, yani komiklik yapmanın daha fazla gerçekliğe ihtiyacı olduğu açıktır. Bu yüzden komiklik yapmak isteyen insanların riskleri oldukça fazla. Eğer beceremez ise komik olma durumu var. Zaten amacı o değil mi? Evet ama o adam traji-komik olmak istemiyor ki, komik olmak istiyor. Toplum içinde kimsenin tutmadığı, buz gibi bir hava estiren bir espiri yaptığınız anları düşünün. İşte komedyenin, bu durumdan kat kat fazla yerin dibine girme olasılığı var. En iyisi bu noktada Comedian’a geçmek.
Tüm zamanların en kaliteli sit-comlarından biri olan Seinfeld’in yıldızı Jerry Seinfeld’in komedyenlik mesleğini teorik ve pratik açıdan yorumlayışına değişik bir bakış olarak niteleyebileceğimiz Comedian, 80 dakikalık hoş bir reality.. Jerry Seinfeld’in komik bir insan olup olmadığı konusunu tamamen Seinfeld dizisine dayandırırsak, olumlu yanıt vermemiz kaçınılmaz. Çünkü her bölümde işlediği birbirinden ilginç ayrıntılar, tartışmasız 4 harika oyuncusu ve onların her birine biçilmiş zeka dolu espirilerin tadına doyulmuyor. Seinfeld’in dizinin başında ve sonunda izlediğimiz gösterilerinin ve tabiki gerçek hayattaki Seinfeld’in ekran duruşunun perde arkasına bakış atan Comedian, bu işin ne menem bir iş olduğu hakkında izleyeni az çok fikir sahibi yapabilecek bir belgesel.
İlk bölümde Orny Adams isminde, komik olduğuna kendisini fena halde inandırmış, ama bence komikliğin yanından geçmek için bile birkaç vasıta değiştirmeye ihtiyacı olan bir komedyen adayının tutunma çabalarını izliyoruz. Tek komik yanı ismi olan bu adam (bir kadın garson, hiçbir anne-babanın evladına bu ismi koyamayacağını iddia ediyor) malzemelerini tuttuğu notlardan, kasetlerden bulacağım diye kasıp, bir yandan da kendi kendine iyi olduğuna dair telkinlerde bulunuyor. Kafasının bir yanında da bu düşünceye inanma mücadelesi veriyor. Panik halinde yaşıyor, acı çekiyor. Bunun yanında Seinfeld’in kendisine “öğreten adam” yaklaşımıyla kafa buluyor. Başta Seinfeld ve Andy Kaufman olmak üzere bir sürü şovmeni piyasaya kazandırmış prodüktör George Shapiro’nun kanatları altına girdiğinde ise, iyi bir komedyen olduğuna iyiden iyiye kanıyor. Ama özellikle bir gösterisinden sonra kulise gelen Shapiro’nun meslektaşı ve dostu Barry Katz’ın zalim eleştirileri üzerine süngüsü fena düşüyor.
Filmde Bill Cosby, Jay Leno, Chris Rock, Garry Shandling, Ray Romano, Greg Giraldo gibi Amerikan komedisinin stand-up kökenli ağır isimlerini de Seinfeld ile laflarken görmek mümkün. Tadımlık olarak izlediğimiz Seinfeld gösterilerindeki espriler, kültür farklılıklarının getirdiği anlayış çeşitliliği ile gerçekten komik olabiliyor ve bazen de aval aval bakmamızı sağlayabiliyor. “Bir jüri heyetine nasıl güvenirsin? Jüri heyeti, bu görevden kaçmayı beceremeyen 12 salaktan oluşur” türünden şeyler söyleyen Amerikan mizah anlayışı çok değişik temellere oturmuş. Kimi zaman içine fazla kapalı, kendiyle kafa bulduğu anlar çok keyifli, dışarıya baktığı anlar aşağılayıcı. Ama kesinlikle zeki.. Zekasını doğru yönde kullanıp kullanmama şansı kendi elinde, ama bu durum zeki olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kullanamadığında zaten aptal durumuna düşmesi de kaçınılmaz oluyor. Stand-up, bu zekanın bireyler tarafından ne yönde kullanıldığını yansıtan bulunmaz bir oyun alanı. Fiziksel komiklikten ziyade, tam bir aktörlük gerektiriyor. “Bir ördek, bir eşcinsel ve bir Yahudi köprüde karşılaşmışlar..” diye girilen bir hikayeyi belki 10 kişiden 7’si tamamlar. Ama en komik hangisi olur sorusunun cevabı, bu saydığımız özelliklere dayalı mesela.
Hayati filmleştirilmiş Andy Kaufman (Man On The Moon) ve Lenny Bruce (Lenny)’un sıra dışı yaşamları ve aykırı komedi anlayışları mutlaka görülmeli. Jim Carrey ve Dustin Hoffman’ın hayat verdiği bu şovmenler, günümüz komedi arenasının ve müzik dünyasının saygın ilham kaynakları olmuşlardır. REM’in Kaufman (Man On The Moon) ve Bruce (It’s The End Of The World As We Know It) hayranı olduğunu, klüplerde stand-up karakterlerinin Letterman’a çıkmak için olası her yerlerini yırtmaya hazır olduklarını, Chris Rock, Steve Martin, Billy Crystal, Conan O’Brian, Eddie Izzard gibi daha nice isim yapmış yeteneklerin bu mesleğin duayenleri olduğunu da belirtelim.
Comedian, derme çatma yapısına rağmen oldukça ciddi bir belgesel. Seinfeld ve Orny Adams’ın kariyer serüvenlerinin paralel ilerleyişleri, al devre-üst devre çağrışımları yapmakta. Yani Adams giderken, Seinfeld geliyordu. Bu barizliği, her iki komedyenin çeşitli gösterilerinden alınmış hikaye kalitesinden de anlıyoruz. (Bkz. Seinfeld’in Paramount performansı, deli dana ve güzellik yarışmaları esprisi yanında, Adams’ın “deri veremi” takıntısı). Mesleğin getirdiği zorlamalar her seviyedeki komedyenin ortak paydası. Seinfeld’in hiç bilmediğimiz sahne arkası sakin gerilimini de görmüş olduk bu sayede.. Comedian, komedinin, komedi yeteneğinin geldiği yer kalptir, gönüldür şeklinde klişe bir anafikir etrafına serpiştirilmiş sohbetlerin, Amerikan mizah anlayışı ile bezenmiş sahne performansları ile harmanlandığı TV belgeseli ayarında makul bir bir seyirlik.
16 Ekim 2020 Cuma
Where To Invade Next (2015)
Yönetmen: Michael Moore
Senaryo: Michael Moore
7 Ekim 2020 Çarşamba
Seules les bêtes (2019)
23 Eylül 2020 Çarşamba
#Saraitda (2020)
16 Eylül 2020 Çarşamba
Bound To Vengeance (2015)
Yönetmen: José Manuel Cravioto
Oyuncular: Tina Ivlev, Richard Tyson, Bianca Malinowski, Kristoffer Kjornes, Dustin Quick, Vivan Dugré, Dylan C. Thomas
Senaryo: Rock Shaink Jr., Keith Kjornes
Müzik: Simon Boswell
Senaryosu Rock Shaink Jr. ve Keith Kjornes adlı tanınmamış, geçmişte de önemli başarıları olmamış iki senariste, yönetmenliği ise kısa filmler ardından ilk yönetmenlik denemesine imza atan Meksikalı José Manuel Cravioto'ya ait Bound To Vengeance, düşük bütçeli korku/gerilim/slasher endüstrisinin az da olsa fark yaratabilmiş örneklerinden biri. Artık başı sonu belli konulardan, klişe olay örgülerinden sıkılan bazı genç yönetmen ve senaristlerin farklı yöntemler denemek istemeleri sonucu ortaya bu tip yapımlar çıkabiliyor. Bound To Vengeance'ın farkı, taciz, kaçırma, işkence temalı hikayeleri en başından ters çevirip yola öyle çıkması. Uzun süredir bir bodruma zincirlenmiş şekilde alıkonan Eve adındaki 21 yaşındaki genç kızın, kendisini tutsak olarak tutan Phil'den kurtulup onu zincirlemesini daha filmin ilk beş dakikasında görüyoruz. Issız bir yerde yardım bulamayan ve tekrar bodrumunda tutulduğu eve dönerek odaları araştıran Eve, kaçırılan tek kızın kendisi olmadığını anlayacağı fotoğraflar ve kasetler bulur. Daha sonra Phil'i kontrol altında tutabileceği bir tasma yaparak diğer kızları kurtarmak üzere onunla birlikte yola koyulur. Pek de yenilikçi, fark yaratan bir senaryo gibi durmuyor. En önemli soru da, Eve neden kontrolü eline almışken diğer kızları bulmak için polise gitmiyor oluyor. Elbette kendisini esir alan adamla direkt polise gitmiş olsa böyle bir film izlemezdik. Gerçi Eve'in buna dair pek tatmin etmeyen bir açıklaması da var. Ama en azından daha en başta bu esaretten kurtulmuş bir kurbanın avcıya dönüştüğü bir film izliyor olma farkı yaşıyoruz.
Phil'in farklı izbe evlerde esir tuttuğu kızları kurtarmaya gidildiğinde yaşanan ilginç olaylar filmin gerilim ve aksiyon seviyesini yükselttikçe, özellikle de Phil'in bu işte yalnız olmadığı ortaya çıkmaya başladıkça, klişelerden pek şikayetçi olunmuyor. Eve'in kurtulduktan sonra giriştiği kurtarma gecesi, başka bir hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Sürprizlerle, kanlı aksiyon sahneleriyle, Phil'in başka sırlarıyla iyice artan tansiyon, Eve'in sık sık kaybolmadan önce erkek arkadaşı ve başka bir kızla olan mutlu kamera görüntülerine dönüşler yapılmasıyla birleştirmek istediği parçalar olduğunu seyirciye unutturmuyor. Başarılı bir kurguyla filme serpiştirilen bu görüntüler, finale doğru matruşka misali iç içe geçmiş sürprizlerle anlamını buluyor. Son beş dakikaya yayılan bu başarılı kurgunun yükselttiği final, Bound To Vengeance'ı onlarca muadilinden 1-2 gömlek ileri taşıyan bir karakter katıyor. Çok bilinmeyen çeşitli TV dizilerinde birer bölümlük roller almış genç oyuncu Tina Ivlev ile, 80'lerin ikinci yarısından beri yine çok bilinmeyen B tipi filmlerde (arada önemsiz rollerle Black Hawk Down gibi önemli filmlerde) görülen Richard Tyson'ın başrolleri paylaştığı Bound To Vengeance, pek çok filmde gördüğümüz kaçırma ve istismar konulu senaryoları daha en baştan kahraman lehine çevirip tüm sorunlarını oradan tekrar inşa etmeye çalışan bir yapım. Nerelerde başarısız olduğu tartışılsa da, bu inşayı başarmış bir film.
12 Eylül 2020 Cumartesi
Europa Report (2013)
Yönetmen: Sebastián Cordero
Oyuncular: Daniel Wu, Sharlto Copley, Christian Camargo, Michael Nyqvist, Anamaria Marinca, Karolina Wydra, Embeth Davidtz
Senaryo: Philip Gelatt
Müzik: Bear McCreary
Yaratıcı bilim kurgu animasyon serisi Love, Death & Robots'un 10 bölümünü yazmış olan Philip Gelatt'ın senaryosunu yazdığı, Crónicas (2004), Rabia (2009), Pescador (2011) gibi başarılı dramlar yazıp yönetmiş Ekvator doğumlu Sebastián Cordero'nun yönettiği Europa Report, dünya dışında yaşam belirtileri keşfetmek için Jüpiter’in Europa uydusuna giden farklı uzmanlık alanlarına sahip ikisi kadın dördü erkek 6 astronotun 22 ay boyunca yaşadıklarını konu alıyor. İnsanoğlunun uzayda gidebildiği en uzak mesafeye ulaşan bu uluslararası ekip, bir süre sonra teknik aksaklıklar, psikolojik güçlükler yaşamaya başlıyor. Dünya ile bağlantıları kesilip üstüne trajik bir kayıp yaşasalar da görevi tamamlamak için azimliler. Europa'nın tuhaf coğrafyasına ulaştıklarında ise keşfe değer olduğu kadar tehlikeli şeyler onları bekliyor. Bilim kurgu senaryolarına yatkın olduğunu az çok belli eden Philip Gelatt, çoğumuzun anlamayabileceği ama belli bir mantık çerçevesinde seyrettiği olası yazımını, bilimsel ve teknik detaylarla bezeyerek kurgusuna olan ikna gücünü arttırıyor. Sebastián Cordero ise, önceki filmlerinden farklı olarak, üstelik İngilizce olarak çektiği ilk filmiyle belgesel, hatta komediden arınmış bir "mockumentary" tarzı benimseyerek gerçekliğini kuvvetlendirme yolunu seçiyor. Düşük bütçesinin olası açıklarını bu yolla kapatabildiği gibi, bu durumu avantaja çeviren hamleler de sergiliyor.
Çoğunlukla uzay aracı Europa 1'in, ekibe ait uzay kıyafetlerinin veya astronotların özel kameraları tarafından çekilmiş izlenimi vermeye çalışan Cordero, bu sayede seyirciyi de aracın ve uzayın klostrofobisine ortak etmeyi başarıyor. Bazen ana ekranı birkaç parçaya bölerek, zamanda ileri geri kurgular deneyerek, nadiren de "buluntu görüntü" mantığıyla hareket ederek serbest bir alanı değerlendirdiğini hissettiriyor. Teknik anlamdaki bu özgürlüğünü mütevaziliğiyle birleştiren Cordero, sonu olmayan uzayda süzülen aracın içindeki dar alanlarda istediği atmosferi oluşturuyor. Astronotlardan James Corrigan'ın dediği gibi, dışarıdaki uçsuz bucaksız boşluğu, Europa 1'deki küçük boşluğun ironisiyle dengeliyor. Europa Report, senaryo olarak insanoğlunun keşif tutkusunun yanı sıra, bu tutkunun getirdiği doyumsuzluğun bedellerini de hedefliyor. Yaptığı işlerin, hatta hayatlarının anlamını bu yolculukta bulmayı ümit eden astronot ekibi için Europa'ya inmek, klasik bir başarının çok ötesinde anlamlar taşıyor. Hatta Kaptan William Xu'nun dediği gibi oraya kadar gidip hiçbir şey bulamasalar dahi bu bile bir keşif sayılabilir onlar için. Gelatt, onların buldukları belirtilerin mümkün olduğunca mantık sınırları içinde olmasını, mantık sınırları dışına çıkıldığı zaman bile bunun kurgusal Europa coğrafyası içinde tutarlılık içermesini istiyor. Son hamlesi de evrende yalnız olmadığımız savunusunun çok etkileyici bir tezahürü olarak filmi yücelten nitelikte. Amerika, Polonya, Güney Afrika, Romanya, İsveç asıllı oyuncu kadrosunun temsil ettiği tek amaç uğruna girişilen kolektif görev dinamiklerinin olumlu yansımaları da Europa Report'u 2010'lu yılların mütevazi ve güçlü bilim kurgularından biri yapıyor.
5 Eylül 2020 Cumartesi
Host (2020)
Yönetmen: Rob Savage
Oyuncular: Haley Bishop, Jemma Moore, Emma Louise Webb, Radina Drandova, Caroline Ward, Edward Linard, Seylan Baxter
Senaryo: Gemma Hurley, Rob Savage, Jed Shepherd
Sinemanın hayatın gündemini yakalamaya yönelik hamleleri, bu hamleleri gerçekçi veya doğaüstü yorumlama tercihleri hep olmuştur. Seller, depremler, büyük terörist saldırılar, post-apokaliptik yorumlar ve tabii salgın hastalıklar bu yorumlardan payını fazlasıyla aldı. Covid 19 ile yaşadığımız uzun karantina dönemi sonrası normalleşme dönemine girildiğinde, bu kriz ve izolasyon halinden nasıl paylar çıkarılabileceği de senaristleri hareketlendirmiş olsa gerek. Şimdilik en azından Gemma Hurley, Rob Savage, Jed Shepherd üçlüsünü hareketlendirmiş ki, karşımıza bu karantina döneminin önemli bir parçası olan Zoom uygulamasından esinlenen bir korku gerilim fikriyle çıkagelmişler. Haley, Jemma, Emma, Radina, Caroline ve Teddy adlı altı arkadaş, Haley'nin ayarladığı Seylan adında bir medyumla anlaşarak karantina dönemine biraz heyecan katmak için Zoom üzerinden ruh çağırma seansı planlamışlardır. Ama Seylan uyardığı halde içlerinden Jemma ruh alemine karşı ciddiyetsiz tavırlar içine girince olay kontrolden çıkar ve aslında salgın zamanı en güvende oldukları evleri, bir anda kurtulmak istedikleri yerler haline gelir. Ruh çağırma seansları ve sonuçları üzerine kim bilir kaç korku filmi yapılmıştır. Tıpkı sinemanın vazgeçemediği zombi temasında olduğu gibi. Zombilik müesesesini salgın hastalıklarla bağdaştırmak hep kolay olmuştur. Bu kolaylık sayesinde her döneme entegre etme şansı da var. Şimdi de Host, bu salgının sebep olduğu karantina sürecinde ruh çağırma olgusunu dijital ortamda bir salgına dönüştürme fikriyle yepyeni bir kapı aralıyor.
Host fikir olarak olduğu kadar, bu fikrin gerektirdiği aplikasyon entegrasyonuyla da heyecan verici bir buluş. Öncesinde bir sürü kısa film çekmiş yönetmen Rob Savage, fazla görünmeyen tek erkek karakter Teddy'yi dış kulvardan dahil edersek, ağırlıklı olarak beş kız arkadaşın her biri için açtığı Zoom penceresiyle filmine beş kulvar açıyor. Bu kulvarları bazen ikiye, üçe, bazen teke düşürüyor. Yarattığı bu serbest oyun alanına istediği gibi müdahalelerde bulunarak yavaş yavaş her biri için tekinsiz anlar, güvensiz alanlar oluşturmaya başlıyor. 1-2 saniyelik tuhaf görüntülerle tansiyonu yükselteceğinin işaretlerini veren film, seyircide yarattığı paranoya ile önünde duran beş ekranı tedirgin bir şekilde kolaçan ettirmeye çalışıyor. Herhangi bir detayı kaçırmamaya çalışmanın, hangi pencereden, nasıl bir tuhaflıkla karşılaşacağını bilememenin verdiği paranoya dozunu çok iyi ayarlayan Savage, Zoom programının filtrelerinden, efektlerinden, ani bağlantı kopmalarından, selfie çubuğundan, ses ayarlarından bile faydalanarak deyim yerindeyse gerilimini her taşın altına saklıyor. Kızları ekran başına sabitlemeyip, duydukları sesler ya da başka nedenlerle evin içinde de dolaştıran, bu sayede bu dijital evreni iyice güvensiz hale getiren Savage, bu sayede çığrından çıkmasını istediği korku/gerilim anlarını filme çok iyi serpiştiriyor. Evlerinde tek başına kalan kızlar için, yaşadıkları bu tuhaf ve ürkütücü anlar yüzünden korkup Zoom'dan çıkma fikrini, yanlız kalınca daha fazla korkacakları fikriyle kolayca bertaraf eden film, onları olduğu kadar seyirciyi de o evlere ve Zoom'a hapsediyor. Göremediğimiz Covid 19'un herkesi hapsettiği gibi.
1999 senesinde The Blair Witch Project'in yarattığı "buluntu film" furyasına o kadar çok film dahil oldu ki, sadece ilk filmleri olmak üzere [Rec], V/H/S ve Paranormal Activity gibi yaratıcı fikirlerin yanında keşfedilmeyi bekleyen daha ufak filmler ya da çok kötü taklitler sayesinde bir alt tür oluştu. Host'un da canlı kamera görüntüleriyle oluşturduğu çiğlik, ekranı birkaç parçaya bölen, her parçayı istim üstünde tutan o buluntu film amatörlüğünün ruhuna hiç uzak değil. Aslında Host'tan önce de bazı chat uygulamalarından ilham alan ufak tefek gerilim filmleri de yapılmıştı. Host da buluntu film klişelerinden faydalanmayı ihmal etmiyor. Ama karantinayla beraber iş, okul, sosyal hayatımıza giren Zoom'un yarattığı aşinalık, Host'un ürkütücülüğüyle daha fazla özdeşleşme yaşamamızı sağlıyor. Yaklaşık 55 dakikalık süresine, istense standart 90 dakika uzunluğunda bile çekilecek olmasına rağmen bu kısalığı hiç hissettirmeyen, girişi, gelişmesi ve sonucuyla bir korku filminden bekleneni verebilen Host, gerçek isimleriyle rol alan oyuncuların başarılı performanslarıyla bu özdeşleşmeyi kolaylaştırıyor. Tansiyonu bilinçli biçimde arttırıp final bloğunda delilik sınırlarında gezdiren film, tercihlerine hiç bir açıklama ve mazeret getirmek istemediği için korkulan biçimde olası devam filmlerine de davetiye çıkarıyor. Klişeleri, orijinallikleri, güncelliği, germe ve korkutma becerilerini kısa süresine ekonomik biçimde dağıtan iş bitiriciliğiyle Host, içinde bulunduğumuz krizi kendi alanında fırsata çevirmiş bir film.