29 Aralık 2020 Salı

Beasts That Cling To The Straw (2020)

 
Yönetmen: Kim Yong-hoon-I
Oyuncular: Jung Woo-sung, Jeon Do-yeon, Bae Sung-woo, Shin Hyun-bin, Jung Ga-ram, Kim Joon-han, Jin Kyung, Jung Man-sik, Park Ji-hwan, Youn Yuh-jung, Heo Dong-won
Senaryo: Kim Yong-hoon-I, Keisuke Sone

Kim Yong-hoon-I'in Japon yazar Keisuke Sone'nin romanından uyarlayıp yönettiği Beasts That Cling To The Straw'un açılış jeneriğinde bir çantayı takip ediyoruz. Bu çantayı taşıyan yüzünü görmediğimiz kişi, çantayı bir saunanın dolabına koyar. Sauna kapandıktan sonra temizliğe başlayan, dolapları kontrol eden çalışan Joong-man, dolaptaki çantayı bulur ve merakına yenik düşerek açtığı bu büyükçe çantanın ağzına kadar para dolu olduğunu görür. Çantayı saunanın deposuna götürüp kolay görülmeyecek bir yere koyduktan sonra evine döner. Maddi durumu iyi olmayan, birbirlerinden hiç hoşlanmayan huysuz annesi ve eşi arasında kalmış Joong-man için bulduğu para çantası yüzünden gergin bir bekleyiş başlar. Öte yandan yozlaşmış gümrük memuru Tae-yeong'un başı, kefil olduğu sevgilisi Yeon-hee'nin tefeci Doo-man'dan borç alıp ödemeden ortadan kaybolmasıyla derttedir. Tae-yeong bu borcu ödemek için eskiden liseden tanıdığı bir arkadaşını dolandırma planları yapmaktadır. Ama bu defa yozlaşmış bir polis olan Myeong-goo ortaya çıkıp onun dolandıracağı bu adamı aradığını söyleyerek Tae-yeong'a musallat olur. Şehrin başka bir yerinde kocasından şiddet gören Mi-ran adlı bir eğlence sektörü çalışanı, çalıştığı yerde tanıştığı genç Jin-tae ile ilişki yaşamaya başlar. Güzel kadına aşık olan Jin-tae, onu bu şiddetten kurtarmak için kocasını öldürmeyi teklif eder. Kocasının ölümüyle sigortadan para alacak olması, Mi-ran'ın bu teklife sıcak bakmasını sağlar. Birbirlerinden habersiz bu kişi ve olaylar giderek ortak noktalarda buluşacaklardır.

Henüz ilk filmini çeken Kim Yong-hoon-I, aslında pek de gerekli olmayan biçimde 6 bölüme ayrılmış senaryosunun suç örgülerini inşa ederken benzerlerini defalarca gördüğümüz çeşitli fomüllerden faydalanıyor. Para dolu bir çanta, onu bulan bir adamın etrafındaki psikolojik çemberin daralışı, yozlaşmış bir gümrük memuru, yozlaşmış bir polis, zorba kocadan kurtulma ve paraya konma hesapları yapan iki aşık, gizemli bir famme fatale, alacağının peşindeki tehlikeli bir gangster... Fakat her ne kadar tanıdık formüller de olsa, Güney Kore sinemasının kendine has anlatım tarzından beslenen bu suç hikayelerinin kurgulanış biçimi yavaş yavaş zekasını su yüzüne çıkarmaya başlıyor. Karanlık ve mizahi tonlar arasında kurulan denge, zaman zaman meşhur suç romanları yazarı Elmore Leonard'ın birbirini besleyen suç hikayelerinin tadını veriyor. Başlangıçta bağımsız ilerleyen bu hikayelerin önce ufak temaslarla, giderek dozu artan sürpriz kesişmelerle bir bütünün parçaları haline gelmeye başlamalarındaki özen, bu senaryonun bir romandan uyarlanış estetiğine şaşırmayacağımız türden bir sürükleyicilik taşıyor. Para dolu çantanın mülayim sauna çalışanı Joong-man tarafından bulunmasıyla başlayan, bölümler ilerledikçe aslında karışık bir kurguyla, geri dönüşlerle, kendi hesabını gizli gizli tutan bir zaman çizelgesiyle diğer hikayelere ve o hikayelerin kahramanlarına göz atan Kim Yong-hoon-I, derenin ortasında at değiştirmediğini, planlı programlı hareket ettiğini hissettiriyor.


Kim Yong-hoon-I, kendi giriş, gelişme ve sonuçlarına sahip bu hikayeleri pişirirken, sonlara doğru bu pişirdiklerini tek bir masaya koyacağının bilinciyle yoluna devam ediyor. Karakterlerin hiçbiriyle yakınlaşmamızı, onlara güvenmemizi istemiyor ya da eğer bunları yapacaksak tekinsiz ve mesafeli bir suç atmosferinde yapmamızı talep ediyor. Belli bir tarafsızlık sağladıktan sonra, kimin başına ne geleceği, kimin hikayesinin nasıl sonuçlanacağı gibi beklentilerden uzaklaştırdığı seyirciyi taraf tutma zorunluluğundan arındırıp hikayelerine daha da yakınlaştırmayı başarıyor. Tarafsızlığın sağladığı bu konfor sayesinde kendine yeni boş alanlar yaratmayı, oraları da istediği gibi doldurmayı tercih ediyor. Bu ona karakterlerini istediği gibi harcayabilme lüksü de veriyor. Seyirciye sadece hangi hikayenin/karakterin, hangi noktada bir diğeriyle ne şekilde kesişeceğini, para dolu çantanın yolculuğunun nerede sonlanacağını keyifle izlemek kalıyor. Hikayelerin kendi satır aralarındaki bazı mantık hataları ya da kesişme noktalarında yaşanan tesadüfler, bugüne dek izlediğimiz "kesişen hayatlar" temalı filmlerden farklı sayılmaz. Ortada bir suç ağacı var ve o ağacın dalları, bazen de o dallardan çıkmış başka küçük dallar bu ağacın çürümüşlüğünü çok iyi betimliyor.

Filmin başında Joong-man saunada temizlik yaparken açık televizyondan duyduğumuz bazı üçüncü sayfa haberlerinin aslında ilerde göreceklerimiz olduklarını, yine filmin sonunda açık televizyondan duyduğumuz haberlerin de zaten gördüklerimiz olduğunu, bu tip olayların her gün yaşandığını, belki de bu olayların bir yerlerden birbirlerine bağlı olabileceğini düşündürmesi yeni bir şey sayılmaz. Film, para dolu bir çantaya kimseye haber vermeden sahip çıkmak ya da parası olan birini dolandırmak, hatta öldürmek gibi motivasyonlarla insanoğlunun bitmek bilmeyen arzuları uğruna yapabileceklerine dair başka versiyonlar sunuyor sadece. Ama bunu yaparken kimseye güvenilmeyecek bir atmosfer içinde güven veren, zekice bir kurgu rotası izliyor. Sürprizler, ihanetler, sakarlıklar, cinayetler, özellikle vermek için planlanmamış toplumsal mesajlar, (bir sigara markası olarak filmde bir ironi markası yaratmış Lucky Strike), trajikomik ölümler ve beklenmedik bir final... Sonuç olarak film, 108 dakikalığına kendi suç evrenini oluşturabilmiş klas bir kesişen hayatlar filmi için gerekli ekipmanların büyük bir çoğunluğuna sahip bir yapım. Özellikle rol olarak diğerlerine oranla biraz daha ağırlığı olan Jung Woo-sung ve Jeon Do-yeon gibi Güney Kore sinemasının iki yıldız isminin performansları da bu gerekli ekipmanlar arasında. Beasts That Cling To The Straw, 2020'nin en iyileri listelerinin hiçbirinde yer almayan, 2020'nin en iyi filmlerinden biri.

21 Aralık 2020 Pazartesi

Druk (2020)


Yönetmen: Thomas Vinterberg
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Thomas Bo Larsen, Magnus Millang, Lars Ranthe, Maria Bonnevie
Senaryo: Thomas Vinterberg, Tobias Lindholm

Martin (Mads Mikkelsen), artık hayattan zevk almadığını, yorulduğunu, yaşlandığını iyice hissetmeye başlamış bir lise öğretmenidir. Evde sık sık gece nöbetlerine giden hemşire eşi ve çocuklarıyla iletişimsizlik yaşarken, işinde de öğrencileri tarafından sıkıcı ve ilgisiz bulunmaktadır. Aynı okulda görev yaptığı öğretmen arkadaşları Nikolaj (Edebiyat), Tommy (Beden Eğitimi) ve Peter (Müzik) ile Nikolaj'ın doğum günü sebebiyle bir araya geldikleri bir akşam, hayatının dönüm noktalarından birinin başlangıcı olacaktır. Benzer sorunları yaşayan dört arkadaş, sohbet ilerledikçe Nikolaj'ın ortaya attığı bir teori üzerine konuşmaya başlarlar. İnsanların kanlarında 0.05% oranında alkolle doğduklarını iddia eden Norveçli psikiyatrist ve yazar Finn Skårderud'dan bahseden Nikolaj, belirli seviyede tüketilen alkolün zihni açtığını, sosyal ve profesyonel performansı olumlu yönde etkilediğini savunan Skårderud teorilerini kendi hayatlarına uygulamayı teklif eder. Böylece dört arkadaş kontrollü bir şekilde özellikle çalışma saatleri içinde alkol kullanarak bu hipotezin doğruluğunu test etmeye karar verir. Başlarda çok olumlu sonuçlar alsalar da, ilerleyen adımlarda onları türlü zorluklar beklemektedir.

Danimarkalı senarist, yönetmen, yapımcı Thomas Vinterberg'in senaryosunu bir başka önemli isim olan Tobias Lindholm ile birlikte yazdığı, kendisinin yönettiği Druk (Another Round), Avrupa Film Ödülleri bünyesinde Berlin Alexanderplatz, The Painted Bird, Undine, Boze Cialo ve Martin Eden gibi yapımların aday olduğu kategoriden En İyi Avrupa Filmi ödülü yanında, En İyi Avrupalı Yönetmen, Senarist, Erkek Oyuncu ödüllerini de kazanmış bir dram. Vinterberg - Lindholm ortaklığı da Submarino (2010), Jagten (2012) ve Kollektivet (2016) ile birlikte dördüncü filme ulaşıyor. Söz konusu Skårderud'un alkol teorisinin hayata geçirilmesini pek çok farklı kesime uygulayabilecek iken, Jagten gibi yine eğitim sistemi içinden bir karakter aracılığıyla meseleyi ele almak isteyen Vinterberg, bu sayede konusu gereği yaşanacak gerilimi ebeveynler, gençler ve sistemin gözaltında planlıyor. Yine Jagten gibi bu defa taciz iddiası türünde bir bıçak sırtı olmasa da, toplumsal aforozun nefesini ensesinde hisseden karakterlerle bu planlama etrafında konusunu şekillendiriyor. Başta Martin olmak üzere bu dört eğitimcinin iyi kurgulanış ve işleyişi sayesinde, onların kalkıştıkları bu tehlikeli ama iyi niyetli değişim süreci de kendi bıçak sırtı boyutlarını çiziyor.


Druk, alkol tüketimi ve bunun bireyler üzerindeki etkilerine dair çeşitli durum tespitleri içeren bir film. Didaktik olmakla kendini salıvermek arasında tutturduğu orta yol, alkolle çeşitli düzeylerde birliktelik yaşayan insanların zaten yaşayarak tecrübe ettiği detaylarla inşa edilmiş. Belirli miktarlarda alınan alkolün bilinçaltını serbest bıraktığı, cesaretlendirdiği, sosyalleşmeyi kuvvetlendirdiği, sanatsal yönden yaratıcılık kazandırdığı fakat bunun yanında dikkatsizleştirdiği, sözü edilen cesareti suça kanalize ettiği ya da sağlık sorunlarını tetiklediği çeşit çeşit örnekleri görüyor, duyuyor, yaşıyoruz. Bize aslında ne olduğumuza dair bastırılmış duygularımızı ve potansiyellerimizi hatırlattığı gibi, aslında ne olabileceğimize dair ürkütücü gerçekleri de gösterme gücüne sahip. Thomas Vinterberg, Martin merkezli hem duygusal, hem de mesleki bir tükenmişlik hali yaratarak, diğer üç arkadaşını da farklı suretler ama aynı bitkinlikle donatarak bir kader birliği oluşturuyor. İşleniş olarak Martin'in bir adım gerisinde kalsalar da, Nikolaj, Tommy ve Peter da bu deneyin olumlu/olumsuz sonuçlarından etkileniyorlar. Mesai saatleri içinde gizlice alkol alarak, kandaki alkol konsantrasyonu ve alkolle konsantre edilen kan yüzdesi manasına gelen BAC (Blood Alcohol Concentration) ölçümleri yapmak suretiyle vücutlarındaki alkol dengesini kontrol ederek işlerini yapmanın nasıl bir şey olduğuna bakmak istiyorlar. Bir araya gelip maddi sıkıntılarını çözmek için bir soygun planlayan arkadaş grubu örneği gibi, bir araya gelip eski duygularını, mesleki şevklerini kazanmak için bu teoriye tutunuyorlar adeta.

Hayatı sıkıcı bir rutine hapsolmuş, bu sıkıcılığı ve ilgisizliği ders işleyişine de yansıtıp öğrencilerini de sıkmış, "sıkıcı olmaya mı başlıyorum" diye eşine soracak kadar kendinden ve ailesinden kopmuş Martin için Nikolaj'ın önayak olduğu bu alkol deneyine razı olmak hiç zor değil. Üstelik sonuçlarına kendisi bile şaşırıyor. Dört arkadaş, çalışma saatleri içinde aldıkları bir miktar alkol sayesinde performanslarındaki artışı gördükçe bu deneye daha sıkı sarılmaya başlıyorlar. Tarih öğretmeni olan Martin, alkole düşkünlükleriyle bilinen Roosevelt ve Churchill ile, neredeyse hiç alkol kullanmayan Hitler üçlüsünü kullanarak kurduğu bir bilmece sayesinde sınıfta öğrencileriyle keyifli dakikalar geçiriyor. Hatta alkol kullandığını bildiği öğrencileriyle sınıf önünde eğlenceli bir sohbet ortamı yarattıktan sonra zekice derse yumuşak geçiş yapıyor. Evliliği ve çocuklarıyla ilişkisi güçleniyor. Diğerleri de alkolün verdiği özgüvenle işledikleri derslerde farklı olumlu verimler alıyorlar. Sınıf ve ders hakimiyeti için sürekli konuşmaları gereken öğretmenler alkolün retorik etkisinden, başka bir deyişle çeneye vuran etkisinden olumlu yönde faydalanıyorlar. Ne sarhoş, ne de ayık, çakırkeyif haldeyken performansının zirvesine çıktığı bilinen piyanist Klaus Heerfordt eseri dinledikleri bir sahne, onların çakırkeyif zaferlerine fon oluyor. Ne var ki alkolik olmadıklarını, isteseler içmeyebileceklerini kendilerine telkin etseler de, bir kez ağıza girdikten sonra bırakmanın zorluğunu sürekli yaşıyorlar.


Bu seviyeden sonra Skårderud'un "ignition" yani ateşleme, tutuşturma evresi var ki, Nikolaj yine arkadaşlarını o evreye, hatta ötesine geçmeleri için ikna edince alkol limiti üzerindeki hakimiyetlerini yitirmeye başlayan dört arkadaş için bu yeni alkol turları kabusa dönüşmeye, kazanılan roundlar kaybedilmeye, ilişkiler bozulmaya, evlilikler yıkılmaya, hayatlar tehlikeye girmeye başlıyor. Vinterberg bu noktada kamu spotuna kayar gibi görünse de, Martin'in dengede tuttuğu alkol oranıyla işlediği derslerin hoşluğundan ya da Peter'in okuldan, derslerden ve sınavlardan bunalmış bir öğrencisine bir miktar alkol almasını önermesinden (onun da olumlu sonuç almasından), dört dostun insanlara, mesleğe, hayata karşı değişmeye hazır hale gelmiş yenilenme duygusundan hareketle "eden bulur" tuzağına düşmediği söylenebilir. Alınan alkol miktarının her bünyede aynı etkiyi göstermediğini, herkesin kendi alkol limitini bilip ona göre hazırlıklı olmasını, bütün fiziksel ve duygusal gereksinimlerimizin alkol üzerine inşa edilmemesi gerektiğini, doğru kullanıldığında nasıl olumlu sonuçlar verebileceğini hatırlattığı gibi, "içki bütün kötülüklerin anasıdır" yobazlığından uzak duruyor. "Keşke"leri ve "acaba"larına rağmen Vinterberg yine dramatik kırılmaları, trajik durakları, neşe dolu çakırkeyiflikleriyle derli toplu bir yapım sunuyor. Jagten'de de birlikte çalıştığı Mads Mikkelsen'in üstün performansından yine istediğini alıyor. Neredeyse tüm Vinterberg filmlerinde rol almış Thomas Bo Larsen ve diğer oyuncular da yıllar geçtikçe kendini demleyecek, alkol üzerine yapılmış en iyi filmler listesinde kendi yerini bulacak bu dramı güçlendiriyorlar.

11 Aralık 2020 Cuma

Sound Of Metal (2019)

 
Yönetmen: Darius Marder
Oyuncular: Riz Ahmed, Olivia Cooke, Paul Raci, Mathieu Amalric, Lauren Ridloff
Senaryo: Darius Marder, Abraham Marder, Derek Cianfrance
Müzik: Nicolas Becker, Abraham Marder

Davulcu Ruben ve solist kız arkadaşı Lou, karavanları ile dolaşan ve gittikleri yerlerdeki kulüp ve barlarda Blackgammon adıyla konserler veren iki müzisyendir. Ruben’in hayatı bir gün aniden işitme kaybı yaşamasıyla altüst olur. Doktor, Ruben’e bu işitme kaybının hızla ilerlediğini ve kısa bir süre sonra sağır olacağını söyler. Bu sessizlik ile yüzleşmek zorunda kalan Ruben, hayatını nasıl şekillendireceği konusunda bazı kararlar almak zorunda kalır. Blue Valentine, The Place Beyond The Pines, The Light Between Oceans gibi dramları yönetmiş Derek Cianfrance'ın hikayesinden Darius Marder'ın senaryosunu yazıp yönettiği ilk film olarak Sound Of Metal, Cianfrance inceliğinden ve sadeliğinden yoğun etkiler taşıyan bir dram. Özellikle ileri geri kurgusu, kırılgan yapısı ve yürek burkan finaliyle 2010'lu yılların en iyi dramlarından biri kabul edilen Blue Valentine'ın ardından kendisi ile ilgili beklentileri yükseklere taşıyan Cianfrance, Sound Of Metal ile senaryo olarak katmanlaşmaya çok müsait bir hikaye kurgulamış. Darius Marder ise hikayenin hakkını teslim ederek türlü yönleriyle Ruben'in dramını hayata geçirmiş.

Ruben ve Lou'nun bir konserinden görüntülerle başlayan film, ikilinin punk / shoegaze tarzı müzikleriyle örtüşen bohem karavan yaşantılarından hoş anların resimlerini çekerek çok iyi anlaşan bir çift profilini cebimize koyuyor. Fazla oyalanmadan Ruben'in bir mağazada birdenbire önemli miktarda işitme kaybı yaşamasıyla asıl rotasına giriyor. Bu sahne, onun sessizlikle ilk tanışma anı olarak yersiz dram ve panikten uzak biçimde ürpertici bir sakinlikle betimleniyor. Başlangıçta bunu Lou'dan saklayan, hatta o halde konsere bile çıkan Ruben, konser sahnesinde bile bu rahatsızlığı yüzünden yönetmen tarafından sömürülmüyor. Zaten filmin bu gösterişten uzak dramatik anlayışı, finale kadar bir çok anda kendini gösteriyor. Bu tuzakların hiçbirine düşmeyen Marder, filmini seyirciye bu tavrıyla kabul ettiriyor. Ama kabul ettirmek istediği çok önemli bir şey daha var. O da Ruben'in bu durumu kabul etmemesi. Menajerinin girişimleriyle bu yeni durumuna uyum sağlamak için ormanlık bölgede bulunan, işitme kaybı yaşayan insanların ve öğrencilerin bulunduğu bir topluluğa gönderilen Ruben, Lou'nun hatırına orada kalmayı kabul ediyor.


Başlangıçta tekrar sevgilisine kavuşmak için bu ortama adapte olmaya çalışsa da, zamanla kendi gibi insanların arasında kendini var etme kapasitesini göstermeye başlıyor. Belki de biz öyle olduğunu sanıyoruz. Çünkü işitme duyusunu kaybetmiş bir müzisyen olarak, belki de inatçı bir kişilik olarak Ruben'in bu yeni normaline alışamadığı hep anlaşılıyor. Topluluğun başındaki Joe, bünyesindeki insanlara günlük görevler verirken Ruben'e ilk olarak sağır olmayı öğrenmesi görevini veriyor. Sağırlığın bir engel, düzeltilecek bir şey olmadığına inandığı gibi, evindeki tüm yetişkinlerin ve çocukların da buna inanmasını istiyor. Bunun anlaşılabilirliği ile Ruben'in sağırlığı kabullenemeyişi arasında o kadar narin bir çatışma inşa ediliyor ki, film bizi Ruben konusunda rüzgar nereye eserse oraya gitmemiz konusunda özgürleştiriyor. Onunla ilgili "keşke şunu yapsaydı, bunu yapmasaydı" diye düşünmeden kendimizi onun kararlarına bırakıyoruz. Joe'nun bir gün Ruben'e bir odada sadece oturmasını, oturmadığı zamanlarda ise bir kağıda aklına ne geliyorsa yazmasını, bütün gününü böyle geçirmesini söyledikten sonra Ruben'in o odada geçirdiği ilk gün verdiği tepki, bu kabullenmeyişin stabilliğini, bu kabullenemeyişin kestirilemezliği ile çok güzel harmanlıyor.

Sound Of Metal, rahatlıkla bir bağımlılık hikayesi olarak tasarlanabilirdi. Zaten öğrendiğimiz kadarıyla Ruben'in bir uyuşturucu geçmişi de var. Ama 4 yıldır temiz olduğu için film onu bu noktadan da sömürmeye çalışmıyor. Fakat işitme kaybından sonra ondaki bu bağımlılık potansiyelini şaşırtıcı biçimde bir kişilik özelliği ile örtüştürüyor. Elinden alınanlara tekrar sahip olma inatçılığı! Bu inatçılığın bir bağımlılık haline dönüşmesinde, ona bir engel olarak görülmemesi gereken sağırlığı öğrenmesini dayatacak, bununla yetinmeyip onu bir odaya koyup bütün gün oturmasını ve yazı yazmasını görev olarak sunacak bir sistem ile tanışması etkili oluyor. Zaten bir davulcu olarak sağır olması yetmiyormuş gibi, hiç de alışık olmadığı biçimde disipline edilmeye çalışılması, Ruben'in sıradanlığının arka planındaki özel kişiliğinin öne çıkmasını sağlıyor. Bir karakteri itinayla basmakalıp olmaktan çıkaran çok güçlü bir düzenek bu. Sound Of Metal bu açıdan da özel bir film. Evet, film bir bağımlılık hikayesi olarak tasarlanabilirdi. Ne var ki Ruben bu şekilde o özelliği yakalayamaz, defalarca örneğini gördüğümüz üzere basmakalıp olmaktan kurtulamazdı. Üstelik bu işitme kaybının güdülediği sessiz isyanın aslında çok ses çıkaran başka bir özelliği de kendini gösteremezdi.


Sound Of Metal'da çok güçlü bir ses işçiliği var. Ruben'in arkasına yerleşerek seyircinin gözü haline gelen kamera, bazı sahnelerde onun hangi sesleri nasıl duyduğunu veya ne ölçüde duyamadığını betimleyen ses tasarımıyla bir olup bu defa seyircinin kulağı olmaya başlıyor. Boğuk, bulanık, bazen dijitalleşen sesler, hatta sessizlik bile filmin gizli oyuncusu haline geliyor. Ruben'in evdeki ilk günlerinde geçen olağanüstü yemek sahnesi buna bir örnek. Herkesin birbiriyle işaret diliyle konuşup güldüğü kalabalık sofrada Ruben'in yaşadığı ötekilik duygusuna tercüman olan bu işçilik, önce Ruben'in işitememe seviyesinden, sonra da birden gürültü haline dönüşerek seyircinin işitme seviyesinden oluşan aradaki farkı ustaca yansıtıyor. Ruben'in, kabullenmek istemediği durumu ile ilgili aldığı kararların sonuçlarıyla, en önemlisi de kayıp zamanın kendisinden neleri götürdüğüyle yüzleşeceği son yarım saatteki huzur/hüzün hali Sound Of Metal'ı sanki aynı ruh halinde ve yoğunlukta başka bir filme dönüştürüyor. Her ne kadar kabullenmeme üzerine çok şey söylese de, artık kabullenilmesi gereken şeylerin açtığı yaraların iyileşmeyeceği gerçeği filme tam da olması gereken finali yaptırıyor. Bir ailesi, hatta Lou'dan başka kimsesi olmadığını düşünen Ruben'in aslında kaybettiği çok daha önemli bir şey olduğunu anlamaya başlamasının, bu sessizlik sayesinde artık kendini dinleyecek olmasının melankolik yükü bizlerin de omuzlarına biniyor.

Filmde Ruben'in hayatının aşkı Lou (ki onun elit babası Richard'ı canlandıran Fransız sinemasının güçlü isimlerinden Mathieu Amalric'in ağzından duyduğumuz üzere asıl adı Louise), görünen ve görünmeyen anlarıyla iyi bir hikayeye sahip sağlam bir yan karakter. Başlarda ve sözünü ettiğimiz son yarım saatte Ruben'in seçimlerini ve dönüşümünü gözümüzde en saf haliyle şekillendirecek olan bir karakter. Onu filmin girişindeki sahnede son derece karizmatik bir punk şarkıcısı, son yarım saat içinde bir yerde ise babasının piyanoyla çaldığı şansona ses veren farklı bir genç kadın olarak görmek, Lou'nun filmdeki karakter gelişiminin de özeti aynı zamanda. Amerikan bağımsızlarının önemli kadın oyuncularından Olivia Cooke'un filmde göründüğü her an hissedilen güçlü performansı bu anlamda çok yerinde bir destekleyici konumda. Ruben rolünde izlediğimiz Pakistan asıllı İngiliz oyuncu Riz Ahmed ise belki de kariyerinin en önemli işlerinden birini çıkarıyor. Riz Ahmed, gücünü abartısızlığından, sessizliği iyi etüd etmiş olmasından alan bu performansa, bu rol için aldığı Amerikan işaret dili ve davul eğitimlerini de eklemiş. Riz MC mahlasıyla iki adet solo hip-hop/rap albümü, yine aynı türde iki kişlik Swet Shop Boys isimli grubuyla da bir albümü bulunan Ahmed, aktörlüğünün üzerine sürekli yenilikler koyarak ilerleyen bir oyuncu. 2006 tarihli Loot belgeselinden sonra ilk kurmaca uzun metrajıyla çok iyi bir giriş yapan Darius Marder ise, çok kötü bir yıl olan 2020'ye ait iyi şeylerden birine imzasını atıyor.

3 Aralık 2020 Perşembe

Last Chance Harvey (2008)


Yönetmen: Joel Hopkins
Oyuncular: Dustin Hoffman, Emma Thompson, Kathy Baker, Liane Balaban, James Brolin, Eileen Atkins
Senaryo: Joel Hopkins
Müzik: Dickon Hinchliffe

New York'lu Harvey Shine, bir jingle yazarı olarak çıkmaza girmiş işini kaybetme noktasındadır. Patronundan son bir şans koparmıştır. Önce haftasonunda Londra'ya kızının düğününe gidecek ve pazartesi günü önemli bir toplantı için geri dönecektir. Kızının kilisede yürümek için üvey babasını seçtiğini öğrendiğinde yıkılmış bir halde, düğün yemeğine kalmadan havaalanına geri döner. Fakat uçağı da kaçırmıştır, böylelikle işini devam ettirme şansını da. Bunca sıkıntı arasında havaalanında bir kadeh içki içerken, onun hayatını derinden etkileyecek bir sürprizle karşılaşacaktır. Bu sürpriz 40'lı yaşlarında, duygusal ve bir onun kadar bir ilişkiye ihtiyacı olan bir kadındır.

Joel Hopkins adındaki İngiliz yönetmenin ikinci senaryo ve yönetmenlik çalışması olan Last Chance Harvey, rol kuşanmaktaki ustalıklarıyla bilinen Dustin Hoffman ve Emma Thompson’ın varlıklarıyla kamufle olmuş ve bu sayede pek çok aksayan yönünü bu isimlerin gölgesine saklamış bir film. Artık bir yaştan sonra kendilerini zıpkın yemiş orkinosa çeviremeyecek aşk duygusundan hayli uzak kalmış iki insanın giriş, gelişme, sorun, sonuç çizgisinden sapmamaya çalışan kontrollü romantizmi, türün sıkmadan izlenen örnekleri arasına girebilir. Lakin en obur romantik komedi müdavimleri bile mutlaka bir şeylerin eksikliğini hissedecektir. 2006 tarihli Stranger Than Fiction’da hiç aynı karede yer almadıkları ve karşılıklı oynamadıkları halde bile bana göre etkili bir kimya yaratmış Hoffman-Thompson ikilisi, bu film için hem sorun, hem de değil. Varlıkları böyle bir yapım için çok fazla. Fakat sanılmasın ki, burada sinema tarihine kazınacak performanslar izliyoruz. Sadece güven telkin ediyorlar. Sevimliler, sempatikler, filmdeki karakterleri gereği naifler. Geri kalanına Joel Hopkins farkında olmadan fazla izin vermiyor ne yazık ki.


Caz piyanisti olmak isterken reklam cıngılları yazan bir müzisyen olan Harvey ile, havaalanında yer hizmetlerinde çalışan orta yaşını geride bırakmış bekar Kate arasında yaşananlar ne ölçüde inandırıcı geliyorsa bunun sorumlusu tabiî ki bu iki oyuncu. Gece vakti koca Londra’da Harvey’nin indiği taksiye öteki kapıdan Kate’in binmesi gibi “kader” kokulu romantizm ile seyirciyi şaşırtmaya yönelik bir hamlenin ardından, havaalanı kafeteryasındaki gayet kötü tanışma / kaynaşma sahnesiyle aslında ayakları yere basan bir romantizm planladığını anladığımız Hopkins, filmi uzunca bir süre bu iki otomatik pilotla götürüyor. Ne var ki her ikisi için de özel hayatları hakkında uydurduğu birtakım ayrıntıları ya filmle hiç alakası yok, ya da alakası olduğu halde keşke daha alakalı işlenseydi dedirtiyor. Kate’in annesinin (hele de onun gizemli Polonyalı komşusunun) bu filmde ne işi var? Düğününe davet edildiği kızını zamanında terk etmiş olan Harvey neden kızıyla doğru dürüst bir hesaplaşma yaşamıyor? Zaten hem oyuncu olarak, hem de film için tasarlanmış bir karakter olarak öyle ruhsuz bir kız böylesi bir terk edilmeyi hiç takmamıştır. İşte bu durum, filmin dram açısından hayli kan kaybetmesine yol açıyor.

Böylesi olumsuz şartlar dışında yalnızlıklarına bir şekilde inandığımız Harvey ve Kate’in sempatikliğine sığınıyoruz. Orada da uydurma bir “sözünde duramama” vakası ile “sorun” kısmı apar topar halledildikten sonra geriye mutlu son kalıyor. Onu yazmak için de senaryo doktoru olmak gerekmiyor. Last Chance Harvey, türün pek çok klişesini kanatları altına almasına rağmen bir türlü doygunluk hissi yaratmayan, tek albenisi Hoffman-Thompson ikilisi olan, onların da şöyle geçerken uğradıkları bir filmmiş izlenimi yaratan oyunlarıyla sıkıcılaşan basit bir film olarak kalıyor bana göre.

29 Kasım 2020 Pazar

Los Cronocrímenes (2007)


Yönetmen: Nacho Vigalondo
Oyuncular: Karra Elejalde, Nacho Vigalondo, Candela Fernández, Bárbara Goenaga
Senaryo: Nacho Vigalondo
Müzik: Eugenio Mira

Héctor, karısıyla şehir dışında yeni bir eve taşınmakta olan mülayim bir adamdır. Bir gün bahçesinde dürbünüyle etrafı incelerken ormanda üstsüz bir genç kız görür. Merakına engel olamayıp oraya gittiğinde suratında pembe bandaj olan tuhaf giyimli bir adam ona arkadan saldırarak yaralar. Ardından bir kovalamaca başlar. Bu kovalamacanın sonunda yaralı haldeki Héctor, kimsenin bulunmadığı bir tesise saklanır. Orada eline geçen bir telsizden duyduğu ses, onu bir saat geçmişe götürecek bir zaman makinesinin bulunduğu küçük bir binaya yönlendirir. Zaman makinesinden sorumlu bu sesin sahibi adam Héctor'a (Héctor 2) asla kendisiyle (Héctor 1) karşılaşmaması gerektiğini onun da zaman makinesine girmesi gerektiğini söyler. Ama bu olayın bazı kuralları vardır ve her şeyin normale dönebilmesi için Héctor, makineden çıktığı andan önce yaşadıklarını tekrar etmek zorundadır. Filmde zaman makinesini kullanan isimsiz adamı da canlandıran Nacho Vigalondo'nun yazıp yönettiği İspanya yapımı Los cronocrímenes, zamanda yolculuk temalı filmler arasında kendi çapında farklılıklar yaratmaya çalışan bağımsız ruhlu bir yapım.

Zamanda yolculuk senaryolarında kural koyma yetkisine sahip senaristlerin en çok kafa yordukları meselelerden biri de, yolculuğu yapan kişinin kendisiyle karşılaşması halinde nasıl davranması gerektiği veya bu karşılaşmanın geçekleşmemesini sağlamak için koymak durumunda oldukları başka kurallar olsa gerek. Zira genelde senaryonun selameti açısından karşılaşmamaları daha uygundur. Aksi takdirde birbirlerini gelecek tehlikelere karşı uyarmaları ya da eski hataları tekrarlamamaları için daha temkinli olmaları filmin kıvrımlarını farklı etkileyeceğinden pek tercih edilmez. Nacho Vigalondo da bunun bilinciyle kendi kurallarını koyduğu ama işin içine bu yolculuğun ilk olmasının kaynaklı acemilikleri de katarak senaryosunu şekillendiriyor. Bu acemilikler sonucunda daha uzun süreli bir yolculuk hesaplanmışken sadece 1 küsür saatlik bir geri/ileri gitme durumu gerçekleşmesi, kuru kalabalık yaratmayan bir zaman/mekan tasarrufu sağladığından Vigalondo temelde iki aşamalı bir döngü koordine edip bunları birbirine ustalıkla bağlıyor. Üstelik o kadar iyi bağlıyor ki, canlı olarak görmediğimiz ama ne şekilde gelişip sonuçlanacağını bildiğimiz öteki boyutu da bir yerlerden akıtmaya devam ediyor.

Belki de Vigalondo'nun tek anlaşılmayan tercihi, bu paradoksun nasıl başladığını anlatmaması. Tabii bu ve bunun gibi kafalarda soru işareti yaratan başka tercihler de var. Ama sanki bu matematiğin özellikle kafa karıştırıcı, bu paradoks mantığında boşluklar yaratıcı olmasını istiyormuşçasına bir yol haritası belirliyor. Hatta zaman zaman yolda giderken çizdiği bir haritayı takip ediyormuş gibi bile davrandığı söylenebilir. Héctor'un başlangıçta neler olduğuna yönelik anlam veremeyişinin yerini, diğer boyutla beraber bu defa daha ustalaşmış ve planı olan bir anlatım tarzı alıyor. Vigalondo iki farklı açıdan aynı sahneleri tekrar izletmenin, bu aynı sahneler arasındaki bağları/farkları anlamlandırmaya çalışmanın önceliğini benimsiyor. O önceliğin tadını çıkarıyor. Kafa karışıklığının giderilmesi yönünde son düzlükte oyun planını biraz değiştiren Vigalondo, her şeye rağmen o karışıklıkla baş edilemeyeceğinin verdiği boşvermişliğe teslim olmamızı da istiyor bir yanıyla. Sonuç olarak ortaya düşük bütçelerle çekilen kaliteli bilim kurguların yaptığı üzere kendi çapında bir beyin fırtınası yaratan, farklı teorilere açık bir film çıkıyor. Héctor rolündeki Karra Elejalde'nin sürüklediği Los cronocrímenes, özellikle pembe bandajın harikulade bir gerilim aksesuarı olarak kullanıldığı, kelimenin tam anlamıyla ve filmle de bağlantılı olarak "zamansız" bir yapım.

20 Kasım 2020 Cuma

El otro hermano (2017)

 
Yönetmen: Israel Adrián Caetano
Oyuncular: Leonardo Sbaraglia, Daniel Hendler, Alián Devetac, Ángela Molina
Senaryo: Israel Adrián Caetano, Nora Mazzitelli, Carlos Busqued
Müzik: Iván Wyszogrod

Arjantinli yazar Carlos Busqued'in romanından Israel Adrián Caetano ve Nora Mazzitelli'nin senayosunu yazdığı, Uruguaylı dizi ve film yönetmeni Caetano'nun yönettiği El otro hermano, Arjantin'in Chaco eyaletine bağlı küçük bir kasaba olan Lapachito'da geçiyor. Buenos Aires'te memuriyetten atılmış olan Cetarti, çok yakın olmadığı annesi ve kardeşinin vahşice öldürülmesi üzerine defin işlemleri için kasabaya gelir. Annesinin eşi olan katil de cinayetlerden sonra intihar etmiştir. Cetarti'yi orada ölünün son isteklerini yerine getirmekten sorumlu tenfiz görevlisi, aynı zamanda katilin arkadaşı olan emekli asker Duarte karşılar. Duarte, bazı tanıdıkları sayesinde sigortadan para koparabileceğini, alınacak parayı da paylaşmayı önerir. Hiç ummadığı anda para kazanabileceğini öğrenen, amacı Brezilya'da yeni bir hayata başlamak olan Cetarti bu teklifi kabul eder. İşlemler tamamlanana kadar kasabada ölen ailesinin köhne evinde kalmaya karar veren Cetarti, yavaş yavaş çıkarcı Duarte'nin sigorta dolandırıcılığıyla kalmayan karanlık planlarının içine çekilmeye başlar. Bazı yönleriyle ünlü suç romanları yazarı Elmore Leonard'ın kısa hikayelerini andıran suç örgüsü, tekinsiz taşra gerilimi atmosferi, herkesin kendi adaletini sağlaması için gerekli şartlara uygun neo-western dokusuyla El otro hermano, bu paslaşmaları sevenleri pişman etmeyecek bir suç dramı.

Cetarti ve Duarte'nin kasabanın durağında buluşmasıyla başlayan film, aslında müsait olmasına rağmen geri dönüşlere başvurmadan kasabada işlenen cinayeti Duarte aracılığıyla betimleyebiliyor. Bu sayede zamandan tasarruf ederek bu ikiliyi daha rahat işleyebiliyor. Böylelikle bezgin, fazla konuşmayan, umursamaz görünen Cetarti ve neredeyse hiç susmayan, sinsi, çıkarcı Duarte zıtlığı arasında tuhaf bir kimya yaratmayı başarıyor. Cinayetleri işledikten sonra intihar eden Molina adlı adamın karısı ve oğlu da filme dahil olunca yavaş yavaş gizemli ve dramatik ağlar örülmeye başlıyor. Özellikle Molina'nın oğlu Danielito'ya arada bir uyuşturucu vererek onu ayak işlerinde ve bazen de tetikçi olarak kullanan Duarte'nin bu küçük kasabada kendine başka iş alanları yarattığı ortaya çıkmaya başladıkça filmin aslında kendini suç janrında konumlandırdığı ortaya çıkıyor. Cinayetlerin neden işlendiği gibi başlarda merak ettiğimiz ve filmin bu sırrı kendine bir koz olarak kullanacağını düşündüğümüz ayağının bir süre sonra Duarte'nin planları arasında kaynayıp gittiğini görmek az da olsa eksiklik yaratıyor. Oysa böyle bir ilişkilendirme filmin suç ağını başka yerlere de çekebilirdi. Yine de olay ve karakter kalabalığı yapmadan, bu küçük kasabanın Duarte tarafından dizayn edilen karanlık yüzüne dair sürükleyici bir suç dramı izliyoruz.

Suç işlemeyi bir yaşam biçimi ve geçim kaynağı haline getirmiş Duarte'nin, yasadışı olduğu kadar, yasalardaki ufak nüansları da çeşitli bağlantıları sayesinde lehine çevirerek yürüttüğü dolandırıcılıkları üzerine bir film gibi görünmesine rağmen, Cetarti'nin gelmesiyle birlikte kendi kurduğu bu suç düzeninin dengelerinin sarsılmaya başlamasını detaylandıran bir roman uyarlaması izliyoruz. Pek çok filmden tanıdığımız Buenos Aires doğumlu tecrübeli aktör Leonardo Sbaraglia'nın filme fazla bile gelen Duarte performansıyla müthiş bir kötü adam portresi çizdiği El otro hermano, belki de en önemli başarısını buradan sağlıyor. Arjantin Film Eleştirmenleri Birliği ve Málaga Film Festivali'nden En İyi Erkek Oyuncu ödülleri de almış bu yorum, baştan sona filmin lokomotifi konumunda. Cetarti'nin annesi ve kardeşini öldüren üvey baba Molina'nın oğlu Danielito ile Cetarti arasındaki kan bağı olmayan "öteki kardeş" olma durumunu da Daniel Hendler ve Alián Devetac'ın tamamlayıcı oyunlarına bırakan yönetmen Israel Adrián Caetano, post-Tarantino tipi basit suç çözümlemelerine, eski usül western hesaplaşmalarına da temas eden, tansiyon kontrolünü başarıyla sağlayan bir yönetmenlik sergiliyor. Olay örgüsünü karmaşık hale sokmayarak, hatta tahmin edilebilirliğini bozmamaya çalışarak banka sahnesinden finale uzanan blokta olduğu gibi seyirciyi kilitleme gücünü de ortaya koyuyor. Tabii çözüm noktasında da bize çeşitli filmleri anımsatacak versiyonlardan birini önümüze koyuyor.

11 Kasım 2020 Çarşamba

Art Of Fighting (2006)



Yönetmen: Han-sol Shin

Oyuncular: Yun-shik Baek, Hyun-kyoon Lee, Yeo-jin Choi, Eung-su Kim

Senaryo: Dong-hyun Min, Han-sol Shin

 

Güney Kore’deki bir meslek lisesinde öğrenci olan Byung-tae, okuldaki serserilerden dayak yemekten nevri dönmüş bir halde kendisine dövüşmeyi öğretecek bir usta aramaktadır. Boşa giden birkaç deneyimin ardından, nereden nasıl geldiği belli olmayan orta yaşlı, gizemli bir adam olan Oh Man-su’nun bir vukuatına şahit olunca aradığı ustayı bulduğuna inanır. “Bana dövüşmeyi öğret” şeklinde adama musallat olur. Israrlardan bunalan ve yediği dayaklardan ötürü biraz da ona acımaya başlayan Oh Man-su, Byung-tae’ye hayata uyarlanmış bazı teknikleri gram gram vermeye başlar. Kulağa Karate Kid gibi geliyor olsa da, hiç mi hiç sevmediğim Karate Kid’den haliyle daha çiğ bir şiddet ve Kore’ye özgü mizah soslu dram anlayışı ile işlenmiş, gıcır gıcır bir usta-çırak filmi Art Of Fighting.


Art Of Fighting, son zamanlarda izlediğim en şık jeneriklerden biriyle başlıyor. Babası polis olan Byung-tae’nin okulda yediği sopalara içerliyoruz. Usta rolündeki Baek Yun-shik’in filme dahil olmasıyla filmin öğreten adam ve oğlu seyrinde gitmesi beklenirken, yazıp yönettiği ilk filmiyle yönetmen Han-sol Shin bunu daha sterilize bir üslupla, usta-çırak didaktizminden farklı ele alıyor. Yun-shik ustanın verdiği tüyolar, Karate Kid’in tonton Miyagi Usta’sı Pat Morita’nın (toprağı bol olsun) talimatlarına temelde benziyor. Duvar boyama ile çamaşır sıkma benzeşmesinden farklı olarak Yun-shik, çubuklarla sinek yakalama ya da içler acısı kartal duruşu/vuruşu saçmalıklarına prim vermiyor. Onun öğütleri Miyagi’ninkiler kadar elit ama bir o kadar da sokağa ait. Her ikisi de çekirgelerine bu teknikleri savunma amaçlı kullanmalarını öğütlese de, etrafta bu kadar kaşınan olduktan sonra pratik kaçınılmaz oluyor. Her ustada olduğu gibi Miyagi’de de kavganın bir etiği vardı. Onun, kimi deneysel, kimi bu etikten gelme öğretileri Ralph Macchio zavallısını 80’lerin o taşkın Amerikan abartısıyla karate şampiyonu yapmıştı. Hatta Karate Kid II’de yine bu Macchio’dan bir aksiyon kahramanı olabileceğine inanmamızı beklediler. 80’ler biraz da böyleydi işte.. Ama bu konseptin 2000’e yansıyan ve Amerikan olmayan bir çağdaşı, 2000’ler perspektifimizin ne yönde olduğunun ipuçlarını verebilir. Bana bu perspektifi sunan, adı geçen iki film değil, daha genel bir bakış:

 


2000 gerçekliği, 80’in şimdi bize ucube gelen yapmacık taraflarının ipliğini pazara çıkarmayı çok iyi beceriyor. Ama 2000, 80’e nefret duymuyor, onu yok saymıyor. Sadece onunla biraz maytap geçiyor ve kendi gerçekliğini ispatlamak için onu koz olarak elinde tutuyor. 80’lerin sadık hayranları, çoğunlukla Amerika’nın dayattığı bazı saçmalıkları, gerçekmişçesine sindiriyorlar. Daha da ilerisi, bu sindirim bir yaşam biçimi haline geliyor. Ve 2000’lere uyum sağladığını zanneden bu sindirimciler, birlikte sinema, tiyatro, lokanta, cadde, sokak, forum ortamını bile paylaşmak istemeyeceğiniz toplum bireyleri olup çıkıyorlar. Neyi sevdiklerini biliyorlar, ama neden sevdiklerini bilmiyorlar. Bilseler de anlatamıyorlar. Çünkü 80’lerin, o yılları yaşayan herkese yüklediği virüse karşı bir anti-virüs geliştirememişler. Bu, okuyarak, dinleyerek ve izleyerek elde edilen bir anti-virüs çünkü.

 

Art Of Fighting’in ustası Yun-shik ise 80’ler parodisi Miyagi’nin, 2000’lerin katı gerçekliğinin parodi versiyonu. Muhtemelen karanlık işler tezgahından geçmiş, içkisi sigarası olan, yellenen, su tabancasıyla etrafındakileri ıslatan, kapılardan süt çalan, kavgada ahlak olmadığını savunan tam bir “freak”.. Onun öğretilerini uygulayan Byung-tae ise bu adil görünen ahlaksızlığı, sportif bir başarı amacı gütmeksizin hayatına uygulamayı kısmen de olsa başarıyor. Hiç olmazsa kavganın ahlaksızlığından, özgüvenini kazanmak adına faydalanıyor. Bu sapına kadar gerçek öğretinin bize öğrettiği de, sapına kadar hayata dair.. Rakibin ellerinden bastırıp, öne düşen başına attığımız kafa darbesinin durduğu yer ile, kartal vuruşunun durduğu yer, acı gerçek ve komik hayal gibi.

5 Kasım 2020 Perşembe

Broken (2006)


Yönetmen: Simon Boyes, Adam Mason
Oyuncular: Nadja Brand, Eric Colvin, Chesse Daves, Olivia Hill, Abbey Stirling, Megan Van Kerro
Senaryo: Simon Boyes, Adam Mason
Müzik: Emma Holand, Gavin Miller, Mortiis
 
Simon Boyes ve Adam Mason ikilisinin yaşanmış bir olaydan uyarlayıp yönettikleri İngiliz yapımı Broken, kızı Jennifer’ı gece uyuttuktan sonra gözlerini ormanda açan Hope ismindeki kadının çektiği çileleri anlatıyor. Hope, kızıyla birlikte bir psikopat tarafından kaçırılıyor ve bir takım eziyetlerden sonra adam tarafından onun kölesi gibi yaşamaya zorlanıyor. Bu uzun süre zarfında kızını hiç göremeyen Hope, kendisini kaçıran adamdan da kızıyla ilgili bir şey öğrenemiyor. Kaçma girişimleri, hapsedildiği ormanın ürkütücü rutini derken zaman su gibi akıyor. Bazı yönleriyle çok beğendiğim Wolf Creek’i anımsatan film, gerilim yüklü süresini etkileyici görüntüler ve çarpıcı şiddet sahneleriyle donatıyor. Tabi şu karından jilet çıkarma, ayak kırma, dil kesme gibi sahneler içinde deli gibi mantıksal çözümler arama eğiliminde olanlar için burun kıvırma vesilesi olabilir. Ama bu tip bağımsız etiketli gerilimleri seven biri olarak en başta “gerilim dediğin rahatsız etmeli” düşüncesindeki sinema severlere mutlaka tavsiye edeceğim bir film. Gayet akıcı ve hep ayakta tuttuğu merak duygusunu filmden sonra bile muhafaza eden bir yapıda. Hafiften B tipi bir atmosfer solumanız da olası. Bağımsızlık derseniz sapına kadar. Olmazsa olmaz sürpriz final ise gerçekten çılgın bir final. Broken kenarda kıyıda kalmış küçük bir gerilim. Fakat etkisi o kadar küçük mü tartışılır. Her zevke de hitap etmeyebilir. Mesela Wolf Creek’den nefret eden milyonlar arasındaysanız hiç ilişmeseniz de olur...

31 Ekim 2020 Cumartesi

Chelovek, kotoryy udivil vsekh (2018)

 
Yönetmen: Aleksey Chupov, Natasha Merkulova
Oyuncular: Evgeniy Tsyganov, Natalya Kudryashova, Yuriy Kuznetsov, Aleksey Filimonov, Pavel Maykov, Igor Savochkin
Senaryo: Aleksey Chupov, Natasha Merkulova

Amansız bir hastalığa yakalandığı için doktorların iki ay ömür biçtiği orman bekçisi Igor, karısı Natalia'nın ısrarlarıyla son çare olarak bir şaman şifacıyı ziyaret eder. Şifacı, ona Azrail’i aldatmak için kılık değiştiren erkek ördek Jamba’nın hikâyesini anlatır. Duyduklarından etkilenen Igor, büyük bedeller ödemek pahasına herkesi şaşırtan bir plan yapar. Natasha Merkulova ve Aleksey Chupov'un birlikte yazıp yönettikleri ikinci uzun metraj olan Chelovek, kotoryy udivil vsekh (The Man Who Surprised Everyone), hakkında fazla bilgi sahibi olunmadan izlenmesi gereken düşündürücü, sorgulayıcı ve yaralayıcı bir dram. Bir Sibirya masalından yola çıkan yönetmen karı-koca, ölüm psikolojisinin yarattığı travmatik tuhaflıklar üzerine başıyla sonuyla damak çatlatan bir drama adlarını yazdırıyorlar. Bu tuhaflıkların Igor tarafında toplumsal cinsiyet kalıplarını ters yüz eden bir hikayeye dönüştürülmesi filme sıra dışı bir kimlik kazandırıyor. Söz konusu ölüm psikolojisi olunca, ne zaman öleceğini öğrenen karakterlerin kabullenmişlikle reddediş arasında kalmalarının getirdiği davranış biçimlerine dair yorumların sınırsızlığı içinden öyle bir hikaye kurgulanmış ki, birbirini tetikleyen toplumsal bakış açıları filme farklı boyutlar açıyor.

İki ay ömrünün kaldığını öğrendikten sonra durumu kabullenip bitmek üzere olan kendi mütevazi yaşantısına göre hazırlıklarını yapmaya başlayan Igor, başlangıçta tam da olması beklendiği gibi vakur bir kederle kapanmaya başlıyor. Ama bu durumu kabullenmeyen biri var ki, o da kocasını çok seven, onu iyileştirme ihtimali olan bilimsel veya spiritüel her türlü çareyi denemeyi göze alan Natalia. Tıbbi olanaklar tıkanınca Igor'u bulundukları köyde bulunan yaşlı kadın şifacıya gitmeye ikna eden Natalia, farkında olmadan kocasının akla hayale gelmeyecek planının da önünü açmış oluyor. Yakında öleceğinin farkındalığı ile bu ölümü erteleyebileceği ihtimali arasında sıkışarak şifacıdan duyduğu bir hikayeye sığınan, sığınmakla kalmayıp onu kendi yorumladığı bir yaşam biçimine dönüştüren Igor, adeta kabuk değiştirerek ailesini ve yaşadığı köyün ahalisini karşısına almayı göze alıyor. Aslında buna tam olarak göze almak denilmeyebilir. Zira Igor, yaptığı bu tercihle ölüme karşı çaresizliğini yenebileceğine dair sağlam temeller üzerine oturmamış bir varoluş mücadelesi veriyor. Ölüm gerçeğiyle nasıl mücadele edeceğinin çaresizliği ve onun durumundaki biri için normal karşılanabilecek cehaleti, akıl almaz bir cesareti beraberinde getiriyor.

Merkulova ve Chupov ikilisinin söz konusu Sibirya masalından ne ölçüde ilham aldıklarını bilmesek de, Igor'un seyirciye bile haber vermeden aldığı cesur kararının yarattığı sonuçları, açtığı yaraları, özünde ümit ve saflık yüklü mücadelesini güçlü bir anlatımla kendi masallarına dönüştürüyorlar. Bu masal Igor'un topluma karşı yalnızlaşması, toplum tarafından dışlanması, dışlanmakla kalmayıp yok sayılmak, yok edilmek istenmesi üzerinden şekillendikçe sadece olayın geçtiği köye değil, bireysel ve kitlesel davranış biçimlerinin örtüşmesi açısından modern toplumlara bile ait hale geliyor. Ölüm fikrini karşılama, cinsellikle ilgili önyargılar, çaresizlik karşısında batıl olana sığınma fikirleri bu masalın kahramanı Igor bedeninde kendi yolunu çiziyor. Ama bu masal sadece Igor'u değil, sevgisi, fedakarlığı ve içine düştüğü ikilem karşısındaki duruşuyla Natalia'yı da güçlü bir karakter olarak anlatıyor. Yazan ve yönetenler hayat arkadaşı olunca, Igor ve Natalia'nın ilişkilerindeki gelgitlerin gerçekliği -her ne kadar anormal bir sınavla teste tabi tutulmuş olsa da- içinde narin ve hüzünlü bir samimiyet taşıyor. Bu samimiyette, iz bırakan Igor performansıyla Evgeniy Tsyganov ve 2018'de Venedik Film Festivali'nin en iyi kadın oyuncu ödüllerinden birini kazanan Natalya Kudryashova'nın eforları önemli rol oynamakta. Hele de duygu yüklü finaldeki sessiz anların yarattığı psikolojik derinlik görülmeye değer. Gizemli, hüzünlü, kışkırtıcı, yıpratıcı ve çok boyutlu yapısıyla Chelovek, kotoryy udivil vsekh 2010'lu yıllarda Rusya'dan çıkan en iyi filmlerden biri.

25 Ekim 2020 Pazar

Comedian (2002)


Yönetmen: Christian Charles
Oyuncular: Jerry Seinfeld, Orny Adams, George Shapiro, Ray Romano, Chris Rock, Garry Shandling, Bill Cosby, Jay Leno
Müzik: Chris Franklin

Komedi ciddi bir iştir. Ekranda, sahnede rol icabı yere düşen birisine, kışın kaygan yollar üzerinde yürüyemeyip poposu üstüne düşen birisine güldüğümüz kadar gülemememiz, istem dışı da olsa komik olmayı nasıl bir yere koyuyorsa, istem içi komik olmanın, yani komiklik yapmanın daha fazla gerçekliğe ihtiyacı olduğu açıktır. Bu yüzden komiklik yapmak isteyen insanların riskleri oldukça fazla. Eğer beceremez ise komik olma durumu var. Zaten amacı o değil mi? Evet ama o adam traji-komik olmak istemiyor ki, komik olmak istiyor. Toplum içinde kimsenin tutmadığı, buz gibi bir hava estiren bir espiri yaptığınız anları düşünün. İşte komedyenin, bu durumdan kat kat fazla yerin dibine girme olasılığı var. En iyisi bu noktada Comedian’a geçmek.

Tüm zamanların en kaliteli sit-comlarından biri olan Seinfeld’in yıldızı Jerry Seinfeld’in komedyenlik mesleğini teorik ve pratik açıdan yorumlayışına değişik bir bakış olarak niteleyebileceğimiz Comedian, 80 dakikalık hoş bir reality.. Jerry Seinfeld’in komik bir insan olup olmadığı konusunu tamamen Seinfeld dizisine dayandırırsak, olumlu yanıt vermemiz kaçınılmaz. Çünkü her bölümde işlediği birbirinden ilginç ayrıntılar, tartışmasız 4 harika oyuncusu ve onların her birine biçilmiş zeka dolu espirilerin tadına doyulmuyor. Seinfeld’in dizinin başında ve sonunda izlediğimiz gösterilerinin ve tabiki gerçek hayattaki Seinfeld’in ekran duruşunun perde arkasına bakış atan Comedian, bu işin ne menem bir iş olduğu hakkında izleyeni az çok fikir sahibi yapabilecek bir belgesel.

İlk bölümde Orny Adams isminde, komik olduğuna kendisini fena halde inandırmış, ama bence komikliğin yanından geçmek için bile birkaç vasıta değiştirmeye ihtiyacı olan bir komedyen adayının tutunma çabalarını izliyoruz. Tek komik yanı ismi olan bu adam (bir kadın garson, hiçbir anne-babanın evladına bu ismi koyamayacağını iddia ediyor) malzemelerini tuttuğu notlardan, kasetlerden bulacağım diye kasıp, bir yandan da kendi kendine iyi olduğuna dair telkinlerde bulunuyor. Kafasının bir yanında da bu düşünceye inanma mücadelesi veriyor. Panik halinde yaşıyor, acı çekiyor. Bunun yanında Seinfeld’in kendisine “öğreten adam” yaklaşımıyla kafa buluyor. Başta Seinfeld ve Andy Kaufman olmak üzere bir sürü şovmeni piyasaya kazandırmış prodüktör George Shapiro’nun kanatları altına girdiğinde ise, iyi bir komedyen olduğuna iyiden iyiye kanıyor. Ama özellikle bir gösterisinden sonra kulise gelen Shapiro’nun meslektaşı ve dostu Barry Katz’ın zalim eleştirileri üzerine süngüsü fena düşüyor.


Filmde Bill Cosby, Jay Leno, Chris Rock, Garry Shandling, Ray Romano, Greg Giraldo gibi Amerikan komedisinin stand-up kökenli ağır isimlerini de Seinfeld ile laflarken görmek mümkün. Tadımlık olarak izlediğimiz Seinfeld gösterilerindeki espriler, kültür farklılıklarının getirdiği anlayış çeşitliliği ile gerçekten komik olabiliyor ve bazen de aval aval bakmamızı sağlayabiliyor.Bir jüri heyetine nasıl güvenirsin? Jüri heyeti, bu görevden kaçmayı beceremeyen 12 salaktan oluşur türünden şeyler söyleyen Amerikan mizah anlayışı çok değişik temellere oturmuş. Kimi zaman içine fazla kapalı, kendiyle kafa bulduğu anlar çok keyifli, dışarıya baktığı anlar aşağılayıcı. Ama kesinlikle zeki.. Zekasını doğru yönde kullanıp kullanmama şansı kendi elinde, ama bu durum zeki olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kullanamadığında zaten aptal durumuna düşmesi de kaçınılmaz oluyor. Stand-up, bu zekanın bireyler tarafından ne yönde kullanıldığını yansıtan bulunmaz bir oyun alanı. Fiziksel komiklikten ziyade, tam bir aktörlük gerektiriyor. Bir ördek, bir eşcinsel ve bir Yahudi köprüde karşılaşmışlar.. diye girilen bir hikayeyi belki 10 kişiden 7’si tamamlar. Ama en komik hangisi olur sorusunun cevabı, bu saydığımız özelliklere dayalı mesela.

Hayati filmleştirilmiş Andy Kaufman (Man On The Moon) ve Lenny Bruce (Lenny)’un sıra dışı yaşamları ve aykırı komedi anlayışları mutlaka görülmeli. Jim Carrey ve Dustin Hoffman’ın hayat verdiği bu şovmenler, günümüz komedi arenasının ve müzik dünyasının saygın ilham kaynakları olmuşlardır. REM’in Kaufman (Man On The Moon) ve Bruce (It’s The End Of The World As We Know It) hayranı olduğunu, klüplerde stand-up karakterlerinin Letterman’a çıkmak için olası her yerlerini yırtmaya hazır olduklarını, Chris Rock, Steve Martin, Billy Crystal, Conan O’Brian, Eddie Izzard gibi daha nice isim yapmış yeteneklerin bu mesleğin duayenleri olduğunu da belirtelim.

Comedian, derme çatma yapısına rağmen oldukça ciddi bir belgesel. Seinfeld ve Orny Adams’ın kariyer serüvenlerinin paralel ilerleyişleri, al devre-üst devre çağrışımları yapmakta. Yani Adams giderken, Seinfeld geliyordu. Bu barizliği, her iki komedyenin çeşitli gösterilerinden alınmış hikaye kalitesinden de anlıyoruz. (Bkz. Seinfeld’in Paramount performansı, deli dana ve güzellik yarışmaları esprisi yanında, Adams’ın “deri veremi” takıntısı). Mesleğin getirdiği zorlamalar her seviyedeki komedyenin ortak paydası. Seinfeld’in hiç bilmediğimiz sahne arkası sakin gerilimini de görmüş olduk bu sayede.. Comedian, komedinin, komedi yeteneğinin geldiği yer kalptir, gönüldür şeklinde klişe bir anafikir etrafına serpiştirilmiş sohbetlerin, Amerikan mizah anlayışı ile bezenmiş sahne performansları ile harmanlandığı TV belgeseli ayarında makul bir bir seyirlik.

16 Ekim 2020 Cuma

Where To Invade Next (2015)


Yönetmen: Michael Moore
Senaryo: Michael Moore

Muhalif belgeselci Michael Moore, tüm Amerikan askeri kuvvetlerinin Pentagon'daki toplantısına davet ediliyor. "Biz tüm savaşları elimize yüzümüze bulaştırdık, bize yardım et" diye Moore'dan yardım istiyorlar. O da, "madem biz Amerikalılar işgal etmeyi alışkanlık haline getirdik, o halde Avrupa´yı da işgal edip oradaki güzel şeyleri de sahiplenelim" diyor. Buna göre Moore tek kişilik bir ordu olarak Avrupa´ya yapacağı çıkarmalarda kimseye ateş etmeyecek, petrol yağmalamayacak ve tüm Amerikalıların yararına bir şeyle geri dönecek. Ne yazık ki gerçek olmayan bu sevimli kurguyla, yanına aldığı Amerikan bayrağıyla yola çıkan Moore, seyahatine önce hızlı bir tempoyla ilk beş dakikada mükemmel bir Amerika yozlaşmasının özetini çıkararak ve bu "istila"ya ne kadar ihtiyaç olduğunun altını çizerek başlıyor. Böylece İtalya´daki işçilerin çalışma saatleri, Fransa´da okullarda servis edilen sağlıklı yemekler, Finlandiya'daki eğitim sistemi, Norveç´te suçluların nasıl topluma kazandırıldığı, İzlanda´da siyaset alanında gözetilen cinsiyet eşitliği gibi sosyal meselelerin keşfedildiği çok acayip bir Avrupa seyahati başlıyor. Elbette her ülkenin kendine göre sorunları var. Ama Moore özellikle insana, emeğe, sağlığa, eğitime, mutluluğa, huzura verilen önemi öne çıkararak, bu uygulamaları Amerika'dakilerle mukayese ederek farklı Avrupa ülkelerindeki sosyal ve ekonomik bilinci gözler önüne seriyor.

İstila yolculuğuna İtalya'dan başlayan Michael Moore, yaklaşık 8 hafta ücretli izin kullanabilen, Aralık ayında hiç çalışmadıkları halde fazladan tam bir maaş olarak verilen "13. ay" maaşı alabilen, 15 günlük balayı ve resmi tatillerle tüm dünyayı gezebilen biri polis, diğeri bir mağaza tedarikçisi olan normal bir çifti ziyaret ediyor. Çalışanlarına bu ödemeleri yapan şirketlerin nasıl para kazandığını merak eden Moore, rotasını bu kez Dolce & Gabbana, Versace gibi dünyaca ünlü markalarla çalışan İtalya'nın önemli hazır giyim firmalarından Lardini Company'nin yöneticilerine çeviriyor. Oradan "biz güzel bir tatil yapabiliyorsak, çalışanlarımız da yapabilmeli, işe dinlenmiş ve mutlu bir şekilde dönmeliler" gibi Amerika için bile ütopik olan bir cevap alıyor. Ducati motosiklet şirketinin CEO'sunun kurduğu "şirketin karlılığıyla insanların refahı arasında bir tezat yok" cümlesi birçok şeyi özetliyor. Oradan Fransa'ya, Normandiya kırsalında bir köydeki okul yemekhanesine giden Moore, buradaki yemek alışkanlıklarını, çalışanların ve sorumluların iş ciddiyetlerini görüntülüyor. Fast food ve kola alışkanlığı olmayan çocukların sağlıklı öğle yemekleriyle beslendikleri bu okulun sorumluluk bilincinden Fransa'nın vergi düzenine, okullardaki cinsel eğitim derslerine yumuşak geçişler yapan Moore, Amerika ile yaptığı kıyaslamalar sayesinde ortaya çok çarpıcı tablolar çıkarıyor.


Okul ve eğitim demişken Fransa'dan dünyanın en iyi eğitimin verildiği Finlandiya'ya geçen, oradaki bir okulun yöneticilerini, öğretmenlerini, öğrencilerini karşısına alan Moore, yoğun ve gereksiz ders programlarına, çoktan seçmeli sınav sistemine, baskıcı okul disiplinine alışmış ülkelere inanılmaz gelecek bu eğitim düzeninin kodlarını yerinde öğreniyor. Özetle öncelikle çocuk olmanın, genç olmanın, mutlu bir birey olmanın ön plana alındığı bir eğitim sistemiyle amaca ulaşılabileceğinin, özel okul, nitelikli/niteliksiz okul, dersane, kurs gibi kavramlar olmadan da çok faydalı bir eğitim verilebileceğinin şifrelerini öğreniyor. Slovenya'da ücretsiz eğitim gören üniversite öğrencilerini, Nuremberg/Almanya'da bulunan Faber-Castell kalem fabrikasını (fabrika dediğimize bakmayın, pencereleri bile var!) ve her türlü sosyal güvencesi, kaliteli çalışma şartları sağlanmış çalışanlarını, Portekiz'de uyuşturucu taşımak ve kullanmaktan dolayı kimseyi suçlu bulup tutuklamayan emniyet kurumunu, Norveç'te bulunan Bastoy Hapisanesi'nde tamamen insanı şartlarda yaşayan mahkumları ve gardiyanları, baskıcı ve gerici kanun tasarılarına karşı ayaklanıp haklarını söke söke alan Tunuslu kadınları, İzlanda'daki banka krizinden sonra bankacıları soruşturup yargılayan savcı Thor Hauksson'u, yine İzlanda'da siyaset ve ekonomiyi iyileştiren kadınları ziyaret ederek şaşırtan, aslında şaşırtmaması gereken bir sürü çağdaş uygulamayı, cesur girişimi, insanlık onurunu temel alan düzenlemeleri gözler önüne seriyor.

Belgeselin finalini her şeyin değişebileceğine dair sembolik bir anlam taşıyan Berlin Duvarı'nın önünde yapan Michael Moore, kendi jenerasyonunun Amerika'da üniversiteyi ücretsiz okuduğunu, Finlandiyalı bir öğretmenin eğitimle ilgili fikirlerini Amerika'dan aldıklarını söylediğini, Avrupa'da coşkuyla kutlanan ve işçi haklarını koruyan 1 Mayıs düzenlemelerinin ilk kez 1800'lerin sonunda Amerikan sendikalarından çıktığını, Eşit Haklar Tasarısı için mücadelenin İzlanda'dan çok önce Amerika'da başladığını, hapishanelerde insanlık dışı uygulamaların yapılamayacağını ilk ortaya atan ülkenin Amerika olduğunu, idam cezasının ilk kez Michigan'da kaldırıldığını, ekonomik kriz sonrası suçlu bankaların soruşturulduğu ve yargılandığı cesur sistemin ilk defa 80'lerde Amerika'daki girişimlerden esinlendiğini hatırlatarak ironiye dikkat çekiyor. Amerikan Rüyasının Amerika dışında her yerde canlı olduğunu dile getirerek buruk bir vatanseverlik yaşıyor. Moore muhalif olduğu kadar ülkesini de seven bir adam. Ama ülkesindeki çarpık uygulamalardan, ırkçılıktan, önyargılardan, faşizmden, gelir adaletsizliklerinden şikayet ettiği kadar, bu şikayetlerini tüm dünyayla paylaşmaktan çekinmeyen bir belgeselci. Avrupa'daki bu yenilikçi insani uygulamalar zaten zamanında Amerika'nın fikirleriydi derken, bunların neden ülkesinde sistematik biçimde kalıcı hale getirilmediğinin üzüntüsünü yaşıyor. Esprili tarzını diri kurgusuyla bütünleştirerek sadece Amerikalıları değil, dünyadaki bu geri kafalılıkları, zulümleri, adaletsizlikleri yaşamak zorunda kalmış tüm seyircileri kıskandıracak refah yansımaları sunuyor. Bunların bir ülkeyi işgal etmeden de gerçekleştirilebileceği, her ülkenin kendi sistemine entegre edebileceği, entegre etmesi gereken değerler olduğunu hatırlatıyor.

7 Ekim 2020 Çarşamba

Seules les bêtes (2019)


Yönetmen: Dominik Moll
Oyuncular: Denis Ménochet, Laure Calamy, Damien Bonnard, Nadia Tereszkiewicz, Valeria Bruni Tedeschi, Guy Roger 'Bibisse' N'Drin, Bastien Bouillon
Senaryo: Gilles Marchand, Dominik Moll, Colin Niel
Müzik: Benedikt Schiefer

Colin Niel'in romanından Gilles Marchand ve Dominik Moll'un senaryosunu yazdığı, Moll'un yönettiği Seules les bêtes, popüler bir dram anlatı tekniği olan, her bölümde bir karakteri merkezine alarak yaşananları o karakterlerin gözünden yeniden ele alan kesişen hayatlar modeliyle kurgulanmış bir film. Özellikle Alejandro G. Iñárritu - Guillermo Arriaga ikilisinin parlattığı, Hollywood ve dünya sinemasında pek çok örnek üretilen bu yöntemle gerek hikaye anlatımı, gerekse yönetmenlik becerileri yönünden kurgu becerileri ortaya kondu. Fransa'nın dağlık alanında yer alan illerinden Lozère civarında zengin iş adamı Guillaume Ducat’ın eşi Evelyne Ducat kar fırtınalı bir gecede ortadan kaybolmuştur. Evelyne’nin nerede olduğuna dair yol kenarında terk edilmiş aracından başka ipucu yoktur ve polisin tüm aramalarına karşın ne ölüsü, ne dirisi bulunamamıştır. Bölgede hayvancılıkla uğraşan Alice ve Michel çifti, onların müşterilerinden biri olan, annesini yeni kaybetmiş tuhaf Joseph, kaybolan Evelyne Ducat ile gönül ilişkisi olan güzel Marion, Fildişi Sahili'nde genç kızların sosyal medya hesaplarını ele geçirip dolandırıcılık yapmak için kullanan bir şebekede yükselmek isteyen "Amandine" takma adlı Armand ve onların birbirlerine ince düşünülmüş bağlarla bağlanmış hayatları gizemli, gerilimli, dramatik, polisiye tonların karışımıyla karşımıza çıkıyor.

Sırasıyla "Alice", "Joseph", "Marion" ve "Amandine" adlı dört bölümden oluşan film, benzer yapımlarda gördüğümüz üzere bu karakterlerin hikayelerini birbirine bağlarken adını verdiği karakter odaklı olay örgülerinde tutarlı olmaya gayret eden bir yaklaşım sergiliyor. Bu tutarlılık, bir hikayede önemsiz gibi görünen bir detayın diğer hikayede ne kadar önemli olduğunu veya bir hikayede yaşanan gizemli olayların bir diğerinde nasıl beklentileri ters köşeye yatırdığını göstererek güçlü bir öngörülemezlikle birlikte ilerliyor. Her ne kadar bazı motivasyonları tahmin edilebilse de, özellikle Joseph bölümündeki soru işaretlerine benzer ucu açıklıklarla da seyirciye kafa yorma alanları yaratılıyor. Tabii birtakım tesadüflerin yanında tutarlılık kelimesi kendini sorgulatmıyor değil. Fakat bu hikayelerin birbirlerine bağlanma noktalarındaki özen gereği bu tesadüfler çok fazla göze batmıyor. Bunları bir süre sonra kanıksayıp parçalardan oluşan bütünü görebilme arzusunun gerisine koyamıyoruz. Zira hepsi kendi sürükleyicilikleri ve kendi arızalarıyla bu bütüne hizmet ediyor. Filmin çıkış noktası olan Evelyne Ducat'ın gizemli kayboluşu da bu hikayeler sayesinde tüm gizemi ve detaylarıyla boyuttan boyuta geçerek aydınlanıyor, güçlü bir giriş-gelişme-sonuç disipliniyle yere sağlam basıyor.

Aşk, tutku, ihanet, internet dolandırıcılığı, sefalet, cinayet gibi bir çok konudan beslenen Seules les bêtes (Only The Animals) hikayeleri, Alice ve Michel'in inekleri, Joseph'in köpeği ve açılışta Armand'ın sırtında taşıdığı keçi dışında hayvanlarla alakalı bir perspektif içermiyor. Tabii biraz zorlamayla bağlantılar kurulması mümkün. Bazıları bedel ödüyor. Ama asıl meselelerini insanların hem kolayca kandırılmaya müsait, hem de kolayca suça meyilli oldukları üzerinden şekillendiriyor. Temelde "hayvansı içgüdüler" diye tartışmalı biçimde adlandırdığımız insan davranışlarında yine suçu başka canlılara atma kaypaklığımızın altı çizilmiş olabilir. Ayrıca yalnızlığın yarattığı sığınma, sevilme, önemsenme ihtiyaçlarının yarattığı çaresizlik ve bu çaresizliğin tetiklediği tehlikeli refleksler de çok önemli yerlerde konuşlanıyor. Özellikle Denis Ménochet, Nadia Tereszkiewicz ve yine bir roman uyarlaması olan, yine isimlere ayrılmış bölümlerle aynı olayları bu isimlerin farklı perspektifinden izlediğimiz 2013 tarihli Paolo Virzì filmi Il capitale umano'da da rol almış İtalyan aktris Valeria Bruni Tedeschi'nin performansları dikkat çekiyor. Bazı tesadüflerinin zorlama bulunabilme ihtimaline karşın Seules les bêtes için hem başarılı bir roman uyarlaması, hem de güçlü bir suç dramı olduğunu söyleyebiliriz.

23 Eylül 2020 Çarşamba

#Saraitda (2020)


Yönetmen: Il Cho
Oyuncular: Yoo Ah-in, Park Shin-hye, Lee Hyun-Wook
Senaryo: Il Cho, Matt Naylor
Müzik: Kim Tae-seong

Kariyerindeki en önemli işi 2013 tarihli The Suspect'in yönetmen asistanlığı olan Il Cho'nun yazıp yönettiği (yazarken Matt Naylor adlı bir Amerikalı'dan yardım aldığı) ilk film #Saraitda (#Alive), son yıllarda Güney Kore sinemasının merak saldığı zombi istilası konulu filmlerden biri. Bu tür içinde klişelerden kurtulmak artık pek mümkün görünmese de, Il Cho bazı parlak fikirleriyle o klişeleri harmanlayarak az çok bu türün gidebileceği başka mecraları da görme fırsatı elde etmiş. Bir sabah uyandığında evinde tek başına olduğunu fark eden, dışarı baktığında insanların panik içinde kaçıştığını, bazılarının diğerlerine saldırıp ısırdıklarını gören Oh Joon-woo, dışarı çıkmış olan ebeveynleri ve kardeşine ulaşamayınca, haberlerde de bir salgın başladığı haberini duyunca evden çıkamayacağını anlar. Kalabalık bir sitedeki apartman dairesinde mahsur kalan genç adam, internet ve telefon erişimi sağlayamaz, günler geçtikçe besin kaynakları da tükenmeye başlar. Böylelikle genel bir istilayı bireysel hayatta kalma çabasına dönüştürünce, mekanı da insanoğlunun en güvenli alanı olan ev ortamına indirgeyince filmin farklılıkları yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Bazı 2020 gerilimlerinin bir başka özelliği de, salgın hastalık sonucu evlerine hapsolmuş insanların dış dünya ile en önemli bağlantıları olan teknolojik unsurlar üzerinden yaratılmaya çalışan dram ya da korku senaryoları oluşturmak. Il Cho her ne kadar bir zombi korkusundan hareket etse de, bu bulaşıcı hastalık sonucu tek başına evine hapsolan Oh Joon-woo'nun yaşadığı izolasyonu, dışarıdaki ölümcül tehditi de sık sık hatırlatarak betimliyor. Apartman dairesindeki güvenliği, dışarının tekinsizliğiyle uzun süre dengeleyerek, bizi de Joon-woo'nun bu tehlikeli konforuna ortak ederek güçlü bir atmosfer kuruyor. Hatta The Pianist (2002) filminde Szpilman'ın gizlice yerleştirildiği evden dışarıda yaşanan nazi kaosuna tanık oluşuna, fark edilme korkusuna benzer bir tek mekan gerilimi dahi yarattığı söylenebilir. İnternetin, elektriğin, suyun kesilmesi, yiyeceğin tükenmesi, bu vaziyette günlerce tek başına evde kalmanın yarattığı psikolojik yıpranma Joon-woo'yu bitirmek üzereyken bu yalnızlığa karşı binadan Kim Yoo-bin'in ortak edilmesiyle Il Cho filmin monotonlaşmasına izin vermiyor. Drone, sanal gerçeklik gözlüğü, selfie çubuğu, walkie-talkie gibi tekno ekipmanları bazı gerilimli ve dramatik sahnelerin odağına gayet iyi yerleştiren Il Cho, artık bir süre sonra tansiyonu daha çok arttırması ve dışarıya çıkılması gerektiğini hissettirmeye başlıyor.

Yönetmenin fikir zenginliği, yerini aksiyon sahnelerindeki zorlamalara bırakmaya başladıkça keşke önceki gerilim ve dram dengesine evlerden devam edilseydi diye düşündürmeden edemiyor. Zira Joon-woo'nun yiyecek bulmak için komşu daireye girdiği bölüm gibi diken üstü sahnelerle bir şekilde o potansiyeli sürdürebileceğini kanıtlıyor. İzlediğimiz onlarca zombi filminden farkı kalmadığı anlarda tadını yitirip sırtını bu türün aksiyon dinamiklerine dayıyor. Dışarı açılınca sonlara doğru iyice klişelere teslim olan, yine de enfekte olmadığı halde insan kalmak, hayatta kalmak, felaket anlarında sosyal medyayı doğru ve yapıcı kullanmak üzerine kendine ait mesajını verebilen #Saraitda, Güney Kore'nin hit yapımlarından Train To Busan ile tazelediği tür kapısından başarıyla geçen bir film. Hele de yine 2020 tarihli, aksiyondan başı dönmüş sözde devam filmi Peninsula'dan çok daha iyi ve yaratıcı. Burning ile yıldızı parlayan Yoo Ah-in ve ülkesindeki gençlik filmlerinin, romantik yapımların aranılan isimlerinden Park Shin-hye, genç enerjileriyle seyirciye canlandırdıkları karakterleri benimsetmekte zorlanmıyorlar. #Saraitda'nın gösterdiği şeylerden biri de, artık yeniliğe muhtaç zombi filmlerinin elden geldiğince modern ve parlak dokunuşlarla daha iyi tatlar verebileceği oldu. Klasik zombi filmlerinden kopamayanlar için yapacak bir şey yok.

16 Eylül 2020 Çarşamba

Bound To Vengeance (2015)


Yönetmen: José Manuel Cravioto
Oyuncular: Tina Ivlev, Richard Tyson, Bianca Malinowski, Kristoffer Kjornes, Dustin Quick, Vivan Dugré, Dylan C. Thomas
Senaryo: Rock Shaink Jr., Keith Kjornes
Müzik: Simon Boswell

Senaryosu Rock Shaink Jr. ve Keith Kjornes adlı tanınmamış, geçmişte de önemli başarıları olmamış iki senariste, yönetmenliği ise kısa filmler ardından ilk yönetmenlik denemesine imza atan Meksikalı José Manuel Cravioto'ya ait Bound To Vengeance, düşük bütçeli korku/gerilim/slasher endüstrisinin az da olsa fark yaratabilmiş örneklerinden biri. Artık başı sonu belli konulardan, klişe olay örgülerinden sıkılan bazı genç yönetmen ve senaristlerin farklı yöntemler denemek istemeleri sonucu ortaya bu tip yapımlar çıkabiliyor. Bound To Vengeance'ın farkı, taciz, kaçırma, işkence temalı hikayeleri en başından ters çevirip yola öyle çıkması. Uzun süredir bir bodruma zincirlenmiş şekilde alıkonan Eve adındaki 21 yaşındaki genç kızın, kendisini tutsak olarak tutan Phil'den kurtulup onu zincirlemesini daha filmin ilk beş dakikasında görüyoruz. Issız bir yerde yardım bulamayan ve tekrar bodrumunda tutulduğu eve dönerek odaları araştıran Eve, kaçırılan tek kızın kendisi olmadığını anlayacağı fotoğraflar ve kasetler bulur. Daha sonra Phil'i kontrol altında tutabileceği bir tasma yaparak diğer kızları kurtarmak üzere onunla birlikte yola koyulur. Pek de yenilikçi, fark yaratan bir senaryo gibi durmuyor. En önemli soru da, Eve neden kontrolü eline almışken diğer kızları bulmak için polise gitmiyor oluyor. Elbette kendisini esir alan adamla direkt polise gitmiş olsa böyle bir film izlemezdik. Gerçi Eve'in buna dair pek tatmin etmeyen bir açıklaması da var. Ama en azından daha en başta bu esaretten kurtulmuş bir kurbanın avcıya dönüştüğü bir film izliyor olma farkı yaşıyoruz.

Phil'in farklı izbe evlerde esir tuttuğu kızları kurtarmaya gidildiğinde yaşanan ilginç olaylar filmin gerilim ve aksiyon seviyesini yükselttikçe, özellikle de Phil'in bu işte yalnız olmadığı ortaya çıkmaya başladıkça, klişelerden pek şikayetçi olunmuyor. Eve'in kurtulduktan sonra giriştiği kurtarma gecesi, başka bir hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Sürprizlerle, kanlı aksiyon sahneleriyle, Phil'in başka sırlarıyla iyice artan tansiyon, Eve'in sık sık kaybolmadan önce erkek arkadaşı ve başka bir kızla olan mutlu kamera görüntülerine dönüşler yapılmasıyla birleştirmek istediği parçalar olduğunu seyirciye unutturmuyor. Başarılı bir kurguyla filme serpiştirilen bu görüntüler, finale doğru matruşka misali iç içe geçmiş sürprizlerle anlamını buluyor. Son beş dakikaya yayılan bu başarılı kurgunun yükselttiği final, Bound To Vengeance'ı onlarca muadilinden 1-2 gömlek ileri taşıyan bir karakter katıyor. Çok bilinmeyen çeşitli TV dizilerinde birer bölümlük roller almış genç oyuncu Tina Ivlev ile, 80'lerin ikinci yarısından beri yine çok bilinmeyen B tipi filmlerde (arada önemsiz rollerle Black Hawk Down gibi önemli filmlerde) görülen Richard Tyson'ın başrolleri paylaştığı Bound To Vengeance, pek çok filmde gördüğümüz kaçırma ve istismar konulu senaryoları daha en baştan kahraman lehine çevirip tüm sorunlarını oradan tekrar inşa etmeye çalışan bir yapım. Nerelerde başarısız olduğu tartışılsa da, bu inşayı başarmış bir film.

12 Eylül 2020 Cumartesi

Europa Report (2013)


Yönetmen: Sebastián Cordero
Oyuncular: Daniel Wu, Sharlto Copley, Christian Camargo, Michael Nyqvist, Anamaria Marinca, Karolina Wydra, Embeth Davidtz
Senaryo: Philip Gelatt
Müzik: Bear McCreary

Yaratıcı bilim kurgu animasyon serisi Love, Death & Robots'un 10 bölümünü yazmış olan Philip Gelatt'ın senaryosunu yazdığı, Crónicas (2004), Rabia (2009), Pescador (2011) gibi başarılı dramlar yazıp yönetmiş Ekvator doğumlu Sebastián Cordero'nun yönettiği Europa Report, dünya dışında yaşam belirtileri keşfetmek için Jüpiter’in Europa uydusuna giden farklı uzmanlık alanlarına sahip ikisi kadın dördü erkek 6 astronotun 22 ay boyunca yaşadıklarını konu alıyor. İnsanoğlunun uzayda gidebildiği en uzak mesafeye ulaşan bu uluslararası ekip, bir süre sonra teknik aksaklıklar, psikolojik güçlükler yaşamaya başlıyor. Dünya ile bağlantıları kesilip üstüne trajik bir kayıp yaşasalar da görevi tamamlamak için azimliler. Europa'nın tuhaf coğrafyasına ulaştıklarında ise keşfe değer olduğu kadar tehlikeli şeyler onları bekliyor. Bilim kurgu senaryolarına yatkın olduğunu az çok belli eden Philip Gelatt, çoğumuzun anlamayabileceği ama belli bir mantık çerçevesinde seyrettiği olası yazımını, bilimsel ve teknik detaylarla bezeyerek kurgusuna olan ikna gücünü arttırıyor. Sebastián Cordero ise, önceki filmlerinden farklı olarak, üstelik İngilizce olarak çektiği ilk filmiyle belgesel, hatta komediden arınmış bir "mockumentary" tarzı benimseyerek gerçekliğini kuvvetlendirme yolunu seçiyor. Düşük bütçesinin olası açıklarını bu yolla kapatabildiği gibi, bu durumu avantaja çeviren hamleler de sergiliyor.

Çoğunlukla uzay aracı Europa 1'in, ekibe ait uzay kıyafetlerinin veya astronotların özel kameraları tarafından çekilmiş izlenimi vermeye çalışan Cordero, bu sayede seyirciyi de aracın ve uzayın klostrofobisine ortak etmeyi başarıyor. Bazen ana ekranı birkaç parçaya bölerek, zamanda ileri geri kurgular deneyerek, nadiren de "buluntu görüntü" mantığıyla hareket ederek serbest bir alanı değerlendirdiğini hissettiriyor. Teknik anlamdaki bu özgürlüğünü mütevaziliğiyle birleştiren Cordero, sonu olmayan uzayda süzülen aracın içindeki dar alanlarda istediği atmosferi oluşturuyor. Astronotlardan James Corrigan'ın dediği gibi, dışarıdaki uçsuz bucaksız boşluğu, Europa 1'deki küçük boşluğun ironisiyle dengeliyor. Europa Report, senaryo olarak insanoğlunun keşif tutkusunun yanı sıra, bu tutkunun getirdiği doyumsuzluğun bedellerini de hedefliyor. Yaptığı işlerin, hatta hayatlarının anlamını bu yolculukta bulmayı ümit eden astronot ekibi için Europa'ya inmek, klasik bir başarının çok ötesinde anlamlar taşıyor. Hatta Kaptan William Xu'nun dediği gibi oraya kadar gidip hiçbir şey bulamasalar dahi bu bile bir keşif sayılabilir onlar için. Gelatt, onların buldukları belirtilerin mümkün olduğunca mantık sınırları içinde olmasını, mantık sınırları dışına çıkıldığı zaman bile bunun kurgusal Europa coğrafyası içinde tutarlılık içermesini istiyor. Son hamlesi de evrende yalnız olmadığımız savunusunun çok etkileyici bir tezahürü olarak filmi yücelten nitelikte. Amerika, Polonya, Güney Afrika, Romanya, İsveç asıllı oyuncu kadrosunun temsil ettiği tek amaç uğruna girişilen kolektif görev dinamiklerinin olumlu yansımaları da Europa Report'u 2010'lu yılların mütevazi ve güçlü bilim kurgularından biri yapıyor.

5 Eylül 2020 Cumartesi

Host (2020)


Yönetmen: Rob Savage
Oyuncular: Haley Bishop, Jemma Moore, Emma Louise Webb, Radina Drandova, Caroline Ward, Edward Linard, Seylan Baxter
Senaryo: Gemma Hurley, Rob Savage, Jed Shepherd

Sinemanın hayatın gündemini yakalamaya yönelik hamleleri, bu hamleleri gerçekçi veya doğaüstü yorumlama tercihleri hep olmuştur. Seller, depremler, büyük terörist saldırılar, post-apokaliptik yorumlar ve tabii salgın hastalıklar bu yorumlardan payını fazlasıyla aldı. Covid 19 ile yaşadığımız uzun karantina dönemi sonrası normalleşme dönemine girildiğinde, bu kriz ve izolasyon halinden nasıl paylar çıkarılabileceği de senaristleri hareketlendirmiş olsa gerek. Şimdilik en azından Gemma Hurley, Rob Savage, Jed Shepherd üçlüsünü hareketlendirmiş ki, karşımıza bu karantina döneminin önemli bir parçası olan Zoom uygulamasından esinlenen bir korku gerilim fikriyle çıkagelmişler. Haley, Jemma, Emma, Radina, Caroline ve Teddy adlı altı arkadaş, Haley'nin ayarladığı Seylan adında bir medyumla anlaşarak karantina dönemine biraz heyecan katmak için Zoom üzerinden ruh çağırma seansı planlamışlardır. Ama Seylan uyardığı halde içlerinden Jemma ruh alemine karşı ciddiyetsiz tavırlar içine girince olay kontrolden çıkar ve aslında salgın zamanı en güvende oldukları evleri, bir anda kurtulmak istedikleri yerler haline gelir. Ruh çağırma seansları ve sonuçları üzerine kim bilir kaç korku filmi yapılmıştır. Tıpkı sinemanın vazgeçemediği zombi temasında olduğu gibi. Zombilik müesesesini salgın hastalıklarla bağdaştırmak hep kolay olmuştur. Bu kolaylık sayesinde her döneme entegre etme şansı da var. Şimdi de Host, bu salgının sebep olduğu karantina sürecinde ruh çağırma olgusunu dijital ortamda bir salgına dönüştürme fikriyle yepyeni bir kapı aralıyor.

Host fikir olarak olduğu kadar, bu fikrin gerektirdiği aplikasyon entegrasyonuyla da heyecan verici bir buluş. Öncesinde bir sürü kısa film çekmiş yönetmen Rob Savage, fazla görünmeyen tek erkek karakter Teddy'yi dış kulvardan dahil edersek, ağırlıklı olarak beş kız arkadaşın her biri için açtığı Zoom penceresiyle filmine beş kulvar açıyor. Bu kulvarları bazen ikiye, üçe, bazen teke düşürüyor. Yarattığı bu serbest oyun alanına istediği gibi müdahalelerde bulunarak yavaş yavaş her biri için tekinsiz anlar, güvensiz alanlar oluşturmaya başlıyor. 1-2 saniyelik tuhaf görüntülerle tansiyonu yükselteceğinin işaretlerini veren film, seyircide yarattığı paranoya ile önünde duran beş ekranı tedirgin bir şekilde kolaçan ettirmeye çalışıyor. Herhangi bir detayı kaçırmamaya çalışmanın, hangi pencereden, nasıl bir tuhaflıkla karşılaşacağını bilememenin verdiği paranoya dozunu çok iyi ayarlayan Savage, Zoom programının filtrelerinden, efektlerinden, ani bağlantı kopmalarından, selfie çubuğundan, ses ayarlarından bile faydalanarak deyim yerindeyse gerilimini her taşın altına saklıyor. Kızları ekran başına sabitlemeyip, duydukları sesler ya da başka nedenlerle evin içinde de dolaştıran, bu sayede bu dijital evreni iyice güvensiz hale getiren Savage, bu sayede çığrından çıkmasını istediği korku/gerilim anlarını filme çok iyi serpiştiriyor. Evlerinde tek başına kalan kızlar için, yaşadıkları bu tuhaf ve ürkütücü anlar yüzünden korkup Zoom'dan çıkma fikrini, yanlız kalınca daha fazla korkacakları fikriyle kolayca bertaraf eden film, onları olduğu kadar seyirciyi de o evlere ve Zoom'a hapsediyor. Göremediğimiz Covid 19'un herkesi hapsettiği gibi.

1999 senesinde The Blair Witch Project'in yarattığı "buluntu film" furyasına o kadar çok film dahil oldu ki, sadece ilk filmleri olmak üzere [Rec], V/H/S ve Paranormal Activity gibi yaratıcı fikirlerin yanında keşfedilmeyi bekleyen daha ufak filmler ya da çok kötü taklitler sayesinde bir alt tür oluştu. Host'un da canlı kamera görüntüleriyle oluşturduğu çiğlik, ekranı birkaç parçaya bölen, her parçayı istim üstünde tutan o buluntu film amatörlüğünün ruhuna hiç uzak değil. Aslında Host'tan önce de bazı chat uygulamalarından ilham alan ufak tefek gerilim filmleri de yapılmıştı. Host da buluntu film klişelerinden faydalanmayı ihmal etmiyor. Ama karantinayla beraber iş, okul, sosyal hayatımıza giren Zoom'un yarattığı aşinalık, Host'un ürkütücülüğüyle daha fazla özdeşleşme yaşamamızı sağlıyor. Yaklaşık 55 dakikalık süresine, istense standart 90 dakika uzunluğunda bile çekilecek olmasına rağmen bu kısalığı hiç hissettirmeyen, girişi, gelişmesi ve sonucuyla bir korku filminden bekleneni verebilen Host, gerçek isimleriyle rol alan oyuncuların başarılı performanslarıyla bu özdeşleşmeyi kolaylaştırıyor. Tansiyonu bilinçli biçimde arttırıp final bloğunda delilik sınırlarında gezdiren film, tercihlerine hiç bir açıklama ve mazeret getirmek istemediği için korkulan biçimde olası devam filmlerine de davetiye çıkarıyor. Klişeleri, orijinallikleri, güncelliği, germe ve korkutma becerilerini kısa süresine ekonomik biçimde dağıtan iş bitiriciliğiyle Host, içinde bulunduğumuz krizi kendi alanında fırsata çevirmiş bir film.