Yönetmen: Michael Moore
Senaryo: Michael Moore
Muhalif belgeselci Michael Moore, tüm Amerikan askeri kuvvetlerinin Pentagon'daki toplantısına davet ediliyor. "Biz tüm savaşları elimize yüzümüze bulaştırdık, bize yardım et" diye Moore'dan yardım istiyorlar. O da, "madem biz Amerikalılar işgal etmeyi alışkanlık haline getirdik, o halde Avrupa´yı da işgal edip oradaki güzel şeyleri de sahiplenelim" diyor. Buna göre Moore tek kişilik bir ordu olarak Avrupa´ya yapacağı çıkarmalarda kimseye ateş etmeyecek, petrol yağmalamayacak ve tüm Amerikalıların yararına bir şeyle geri dönecek. Ne yazık ki gerçek olmayan bu sevimli kurguyla, yanına aldığı Amerikan bayrağıyla yola çıkan Moore, seyahatine önce hızlı bir tempoyla ilk beş dakikada mükemmel bir Amerika yozlaşmasının özetini çıkararak ve bu "istila"ya ne kadar ihtiyaç olduğunun altını çizerek başlıyor. Böylece İtalya´daki işçilerin çalışma saatleri, Fransa´da okullarda servis edilen sağlıklı yemekler, Finlandiya'daki eğitim sistemi, Norveç´te suçluların nasıl topluma kazandırıldığı, İzlanda´da siyaset alanında gözetilen cinsiyet eşitliği gibi sosyal meselelerin keşfedildiği çok acayip bir Avrupa seyahati başlıyor. Elbette her ülkenin kendine göre sorunları var. Ama Moore özellikle insana, emeğe, sağlığa, eğitime, mutluluğa, huzura verilen önemi öne çıkararak, bu uygulamaları Amerika'dakilerle mukayese ederek farklı Avrupa ülkelerindeki sosyal ve ekonomik bilinci gözler önüne seriyor.
İstila yolculuğuna İtalya'dan başlayan Michael Moore, yaklaşık 8 hafta ücretli izin kullanabilen, Aralık ayında hiç çalışmadıkları halde fazladan tam bir maaş olarak verilen "13. ay" maaşı alabilen, 15 günlük balayı ve resmi tatillerle tüm dünyayı gezebilen biri polis, diğeri bir mağaza tedarikçisi olan normal bir çifti ziyaret ediyor. Çalışanlarına bu ödemeleri yapan şirketlerin nasıl para kazandığını merak eden Moore, rotasını bu kez Dolce & Gabbana, Versace gibi dünyaca ünlü markalarla çalışan İtalya'nın önemli hazır giyim firmalarından Lardini Company'nin yöneticilerine çeviriyor. Oradan "biz güzel bir tatil yapabiliyorsak, çalışanlarımız da yapabilmeli, işe dinlenmiş ve mutlu bir şekilde dönmeliler" gibi Amerika için bile ütopik olan bir cevap alıyor. Ducati motosiklet şirketinin CEO'sunun kurduğu "şirketin karlılığıyla insanların refahı arasında bir tezat yok" cümlesi birçok şeyi özetliyor. Oradan Fransa'ya, Normandiya kırsalında bir köydeki okul yemekhanesine giden Moore, buradaki yemek alışkanlıklarını, çalışanların ve sorumluların iş ciddiyetlerini görüntülüyor. Fast food ve kola alışkanlığı olmayan çocukların sağlıklı öğle yemekleriyle beslendikleri bu okulun sorumluluk bilincinden Fransa'nın vergi düzenine, okullardaki cinsel eğitim derslerine yumuşak geçişler yapan Moore, Amerika ile yaptığı kıyaslamalar sayesinde ortaya çok çarpıcı tablolar çıkarıyor.
Okul ve eğitim demişken Fransa'dan dünyanın en iyi eğitimin verildiği Finlandiya'ya geçen, oradaki bir okulun yöneticilerini, öğretmenlerini, öğrencilerini karşısına alan Moore, yoğun ve gereksiz ders programlarına, çoktan seçmeli sınav sistemine, baskıcı okul disiplinine alışmış ülkelere inanılmaz gelecek bu eğitim düzeninin kodlarını yerinde öğreniyor. Özetle öncelikle çocuk olmanın, genç olmanın, mutlu bir birey olmanın ön plana alındığı bir eğitim sistemiyle amaca ulaşılabileceğinin, özel okul, nitelikli/niteliksiz okul, dersane, kurs gibi kavramlar olmadan da çok faydalı bir eğitim verilebileceğinin şifrelerini öğreniyor. Slovenya'da ücretsiz eğitim gören üniversite öğrencilerini, Nuremberg/Almanya'da bulunan Faber-Castell kalem fabrikasını (fabrika dediğimize bakmayın, pencereleri bile var!) ve her türlü sosyal güvencesi, kaliteli çalışma şartları sağlanmış çalışanlarını, Portekiz'de uyuşturucu taşımak ve kullanmaktan dolayı kimseyi suçlu bulup tutuklamayan emniyet kurumunu, Norveç'te bulunan Bastoy Hapisanesi'nde tamamen insanı şartlarda yaşayan mahkumları ve gardiyanları, baskıcı ve gerici kanun tasarılarına karşı ayaklanıp haklarını söke söke alan Tunuslu kadınları, İzlanda'daki banka krizinden sonra bankacıları soruşturup yargılayan savcı Thor Hauksson'u, yine İzlanda'da siyaset ve ekonomiyi iyileştiren kadınları ziyaret ederek şaşırtan, aslında şaşırtmaması gereken bir sürü çağdaş uygulamayı, cesur girişimi, insanlık onurunu temel alan düzenlemeleri gözler önüne seriyor.
Belgeselin finalini her şeyin değişebileceğine dair sembolik bir anlam taşıyan Berlin Duvarı'nın önünde yapan Michael Moore, kendi jenerasyonunun Amerika'da üniversiteyi ücretsiz okuduğunu, Finlandiyalı bir öğretmenin eğitimle ilgili fikirlerini Amerika'dan aldıklarını söylediğini, Avrupa'da coşkuyla kutlanan ve işçi haklarını koruyan 1 Mayıs düzenlemelerinin ilk kez 1800'lerin sonunda Amerikan sendikalarından çıktığını, Eşit Haklar Tasarısı için mücadelenin İzlanda'dan çok önce Amerika'da başladığını, hapishanelerde insanlık dışı uygulamaların yapılamayacağını ilk ortaya atan ülkenin Amerika olduğunu, idam cezasının ilk kez Michigan'da kaldırıldığını, ekonomik kriz sonrası suçlu bankaların soruşturulduğu ve yargılandığı cesur sistemin ilk defa 80'lerde Amerika'daki girişimlerden esinlendiğini hatırlatarak ironiye dikkat çekiyor. Amerikan Rüyasının Amerika dışında her yerde canlı olduğunu dile getirerek buruk bir vatanseverlik yaşıyor. Moore muhalif olduğu kadar ülkesini de seven bir adam. Ama ülkesindeki çarpık uygulamalardan, ırkçılıktan, önyargılardan, faşizmden, gelir adaletsizliklerinden şikayet ettiği kadar, bu şikayetlerini tüm dünyayla paylaşmaktan çekinmeyen bir belgeselci. Avrupa'daki bu yenilikçi insani uygulamalar zaten zamanında Amerika'nın fikirleriydi derken, bunların neden ülkesinde sistematik biçimde kalıcı hale getirilmediğinin üzüntüsünü yaşıyor. Esprili tarzını diri kurgusuyla bütünleştirerek sadece Amerikalıları değil, dünyadaki bu geri kafalılıkları, zulümleri, adaletsizlikleri yaşamak zorunda kalmış tüm seyircileri kıskandıracak refah yansımaları sunuyor. Bunların bir ülkeyi işgal etmeden de gerçekleştirilebileceği, her ülkenin kendi sistemine entegre edebileceği, entegre etmesi gereken değerler olduğunu hatırlatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder