28 Kasım 2015 Cumartesi

Victoria (2015)


Yönetmen: Sebastian Schipper
Oyuncular: Laia Costa, Frederick Lau, Franz Rogowski, Burak Yiğit, Max Mauff, André Hennicke
Senaryo: Sebastian Schipper, Olivia Neergaard-Holm, Eike Frederik Schulz
Müzik: Nils Frahm

Sebastian Schipper'ın yönettiği Victoria, 130 küsür dakikalık tek plan çekimiyle büyük ses getirmiş, birçok festivalden ödül ve adaylık kazanmış bir yapım. 20'li yaşlarındaki Madridli Victoria'nın Berlin'de bir kulüp çıkışında karşılaştığı dört gençle takılması ve yaklaşık 2 saat 10 dakika içinde yaşadıklarını tam zamanlı olarak izlediğimiz film, bu özelliğiyle çılgınca bir meydan okuma olarak görülebilir. Doğaçlamaya bolca imkan tanıyan bu özellik, bu sayede elde ettiği doğallığı yoğun biçimde hissettiriyor. İlk bir saati Victoria ve yeni arkadaşları arasındaki uyumun, Victoria ve Sonne arasındaki yakınlaşmanın temellerini oluşturmakla geçiren Sebastian Schipper, bu sürede tempo dengesizliğinden kaynaklanan bazı sarkmalar yaşıyor. Sonne, Boxer, Blinker ve Fuß'tan oluşan gençler Victoria'yı çalıştığı kafeye bıraktıktan sonra geri döndüklerinde film adeta başka bir yola giriyor ve gerilim, heyecan, tempo artmaya başlıyor. Tek plan olduğu için tarz olarak ödün verilmese de, birdenbire değişime uğrayan konu filmi daha cazip hale getiriyor. Zaten olmayan konu bütünlüğünün bu şekilde bozulması film için daha olumlu oluyor. Ama ilk bir saat sonrası birdenbire bir soygun filmine evrilmesinin bazı seyircilerin kafasını karıştırması da mümkün.

Dereyi geçerken at değiştirilmesi, artık iyice benimsediğimiz karakterlerle o ata da uyum sağlamamızı geciktirmiyor. Tek plan çekilmiş iki ayrı film hüviyetinden sıyrılmayı sağlayan da bu karakterler zaten. Bu ikinci yarıyla beraber nurtopu gibi bir hikaye sahibi olan film, bu kez tek plan çekilmiş bir suç filmi haline gelerek kendi sınırlarını zorlamaya oynuyor. İlk yarıdaki şu uzun teras muhabbeti, Victoria ve Sonne'nin kafedeki piyano muhabbeti derken iyice düşen tansiyon böylece birden tavan yapıyor. Halbuki ilk yarıda Victoria dışındaki karakterleri de az biraz boyutlandırıcı ufak önlemler alınsaydı, bu geçiş daha yumuşak biçimde sağlanabilirdi. Victoria dışında dedik ama o bile dört dörtlük işlenmiş sayılmaz. Tüm karakterlerin bu şekilde geçmişsiz yansıması elbette kesintisiz 130 dakikalık bir filmin öncelikli olarak göz önünde bulundurması gereken birşey değil. Ama Boxer'ın hapisten yeni çıkmış olmasının dillendirilmesi bile ona bir şey katmıştı mesela. Victoria'nın birkaç aydır Berlin'de bulunuyor olması, bir kafede çalışması ve hala Berlin'e yabancı bir yalnızlık içinde oluşu dışında pek birşey bilmememiz ne derece önemlidir tartışılır. Ne var ki, Victoria'nın bu dört Berlinli gençle birbirlerine kısa sürede ısınmalarına, hatta yaklaşık bir saat sonra tehlikeli bir soyguna girişmelerine daha kolay ikna olabilirdik.

Filmin tek plan çekiliyor olması, Sebastian Schipper kadar oyuncuları da hayli zorlayan bir durum. Kadraja girenler bu doğal ortamı benimser ve benimsetirken, kadrajdan çıkanların da tekrar girecekleri ana kadar yapacaklarına film halihazırda akarken göz attıkları düşünülürse, kamera önünden çok arkası daha hareketli bir ortamdan söz edebiliriz. En önemlisi de, sinema filminde bir oyuncu için rolün içine girmek denen şeyin en sıradışı yöntemi ile karşı karşıyayız. Dakikalar boyunca aynı karakterin içinde kalan oyuncuların konuşmalarına ve vücut dillerine yansıyan performansların, artık bir süre sonra birer davranışa dönüştüğünü hissediyoruz. Üstelik ilk yarı da dahil olmak üzere seyirci de bu kesintisiz akışa dahil olup filmin içine kendini yerleştirebiliyor. Kamera sabaha karşı 4 civarında gece kulübünün dar atmosferinde, geniş Berlin sokaklarında, tekinsiz depolarda, o markette, bu kafede, hareket halindeki arabanın içinde bu tek plan disiplinini bozmadan dolaştıkça bu uzun maratonun yorgun yarışçıları olduğumuzu sık sık hatırlıyor, bu yarışın nerede, en önemlisi de nasıl biteceğinin merakıyla filme tutunuyoruz. Schipper da suç hikayesini çetrefilleştirdikçe mantık hatalarını çoğaltıyor ve tek plan mantığına daha fazla tutunuyor. Normal şartlarda son derece sıradan giriş, gelişme, sonuç üçgenini bu sıradışı yöntemle kurarak, üçgenin açılarını hep sağlam gösteriyor. Ortaya başta Katalan oyuncu Laia Costa olmak üzere oyuncular için olduğu kadar seyirciler için de ilginç bir deneyim çıkıyor.

21 Kasım 2015 Cumartesi

The Act Of Killing (2012)


Yönetmen: Joshua Oppenheimer

Endonezya'da yaşayan Anwar Congo, 1960'lı yılların başında arkadaşlarıyla karaborsada küçük bir sinema çetesi kurmuş bir gençtir. Ama 1965'te ülkede gerçekleşen askeri darbe sonucu kendi halindeki bu küçük çete bir anda aşırı sağcı bir ölüm makinesine dönüşür. Komünist olarak damgalanan binlerce entelektüel insan ve Çinli azınlık, Anwar ve adamlarının tetikçiliğini yaptığı darbecilerin gerçekleştirdiği katliamlarda hayatını kaybeder. Aradan geçen onlarca yıl sonra bu işkence ve katliamları birer film sahnesi gibi tekrar canlandırma fikriyle yola çıkan yönetmen Joshua Oppenheimer'ın oyuncuları da o dönemin gerçek aktörleridir. Sanılanın aksine, o dönemin katilleri, hırsızları ve tecavüzcüleri olan bu adamlar, günümüzde huzur içinde bir hayat sürmektedirler. Üstelik gurur duydukları bu katliamları da büyük bir soğukkanlılıkla, hatta kostümlü makyajlı sahnelerle canlandırarak Oppenheimer'ın kamerasına anlatırlar.

Son yılların en rahatsız edici yapımlarından biri olan The Act Of Killing, içerdiği itiraf ve canlandırmalarla, en önemlisi de bu itiraf ve canlandırmaları yapanların olayların gerçek aktörleri olmasının dehşet vericiliğiyle vücut bulan bir belgesel. Müslüman Endonezya'da 60'larda başlatılan komünist avı sonrası 500.000 insanın öldürülmesiyle sonuçlanan olayların üzerinden 45 yıl geçmesine rağmen, bu belgesel sayesinde o dönemin ruhunu amatör biçimde dramatize etmeye gönüllü olan katilleri daha yakından tanıyoruz. Lider konumundaki Anwar Congo'nun infazları gerçekleştirdiği mekanı, infaz yöntemlerini, gerekçelerini onun soğukkanlı ve gururlu yorumlarıyla izlemek yeterince sinir bozucuyken, elbette onun bu işte yalnız olmadığını, özellikle de Endonezya'nın o yıllarda (aynı zamanda günümüzde) yaşadığı askeri ve siyasi yozlaşmayı da yakından görüyoruz.

Kendilerini "gangster" yani "özgür adam" olarak tanımlayan, gangster filmlerine özenerek yavaş yavaş dönemin insan avına dönüşen karışıklığında kendilerine etkin bir rol bulan Anwar Congo, Adi Zulkadry ve Herman Koto'nun başı çektiği bu çete, Ibrahim Sinik adlı darbe tetikçisi gazetecinin komünist suçlamasıyla hedef gösterdiği insanları toplayıp düzmece bir sorguyla vahşice infaz etmekle görevliydiler. Tabii ülkenin paramiliter organizasyonu Pemuda Pancasila'nın desteğini de arkalarına almalarıyla bu kadar özgür biçimde kıyım yapıp semirmeleri mümkün oluyor. Bakanların bile açıkça arkasında durduğu bu organizasyon, her türlü yozlaşmayı, seçim hilesini, soykırımı umarsızca meşrulaştırıyor. Belgeselde bu insanların günümüzde bile özellikle Çinlilerin yoğun olduğu etnik gruplar üzerinde baskı kurduğunu, esnafı haraca bağladıklarını görebiliyoruz.


The Act Of Killing'in en dikkat çeken yönlerinden biri, bakanından tetikçisine, bu kıyımın tüm sorumlularının vicdanen rahat, hatta zafer kazanmış komutan tavırları. Bu rahatlığı çok iyi kullanan Oppenheimer, gerek kendi belgeselini, gerekse Anwar ve adamlarının canlandırmalarını filme alırken hiçbir güçlükle karşılaşmıyor. Sırf daha fazla haraç alabilmek için vekilliğe aday olan (neyse ki kazanamayan), ailesiyle özgürce alışveriş merkezlerinde gezen, bazı davetlerde biraraya geldiklerinde o dönemde yaptıkları seks alemlerini yad eden (hemen arkasından da yemek duası eden), çoluk çocuk hatta torun sahibi olmuş geçmişin bu canileri, hiç hüküm giymemiş şekilde hala TV programlarına çıkıyor ve canlandırmalarla o geçmişi yeniden yaşamaya imreniyorlar. Ne zaman ki Anwar bu skeçlerin birinde kurban rolüne geçiyor, o anda çok geç kalmış bir vicdana uyanıyor. Bu fırsatı kaçırmayan Oppenheimer, kamerasını adeta bir otomobil gibi onun üzerine sürerek birikmiş fiziksel ve ruhani hesaplaşmasını kayıt altına alıyor.

Endonezya'da bu nefretin ve baskının geçmişteki gibi olmasa da günümüzde sakat biçimde şekil değiştirdiğini en verimli (aynı zamanda kurnaz) şekilde belgeleyen Oppenheimer, bu kanlı denize attığı "geçmişi canlandırma" ağıyla bütün katil balıkları yakalayıp tüm dünyaya deşifre ediyor. 1965'te Pancasila Gençliği'nin Kampung Kolam sakinlerini katlettiği, Anwar Congo ve adamlarının da bu katliamda yer aldığı canlandırma görüntüleri, bu insanlık dışı tarihi günümüze en korkunç yüzüyle taşıyan örneklerden biri. Gençlik ve Spor Bakanı Yardımcısı'nın bu katliamı yansıtma işini "daha insancıl" bir biçimde halletmek istemesi de bu tarihe ne ölçüde normal bakıldığına dair bir başka örnek. Zaten tüm trajedinin bu normalleştirmelerle olan çatışmasını izlemek belgeselin genel rahatsız ediciliğini özetlemeye yeter. The Act Of Killing'de bu büyük trajediye sadece katillerin gözüyle bakan Oppenheimer, iki yıl sonraki The Look Of Silence belgeseliyle bu kez kurbanların tarafına geçip başka bir boyutta yüzleşme arayışına girecek. Onu da ayrıca başka bir yazının konusu yapmak gerek.

13 Kasım 2015 Cuma

The Man From U.N.C.L.E. (2015)


Yönetmen: Guy Ritchie
Oyuncular: Henry Cavill,  Armie Hammer, Alicia Vikander, Elizabeth Debicki, Sylvester Groth, Hugh Grant, Jared Harris, Luca Calvani, Christian Berkel, Misha Kuznetsov
Senaryo: Guy Ritchie, Lionel Wigram, Jeff Kleeman, David C. Wilson
Müzik: Daniel Pemberton

1960'lı yıllarda Soğuk Savaş döneminde geçen The Man From U.N.C.L.E., aralarındaki düşmanlık nedeniyle çeşitli olaylarda karşı karşıya gelmiş olan CIA ajanı Solo ile KGB ajanı Kuryakin'in uluslararası bir suç örgütünü çökertmek için işbirliği yapmak zorunda kalmalarıyla atıldıkları macerayı konu alan bir yapım. Amaç, nükleer füzeler üretmesi için rehin alınan Alman bilimadamı Udo'ya ulaşmak. Ajanların ellerindeki tek koz ise Udo'nun kızı Gaby'dir. Dünyanın büyük bir felaketten kurtulması, zamanla yarışmak zorunda oldukları bu göreve bağlıdır. 1964 - 68 yılları arasında yayınlanmış TV dizisinden Guy Ritchie ve Lionel Wigram'ın uyarladıkları The Man From U.N.C.L.E., Ritchie sinemasının iyiden iyiye Amerikanlaştığının göstergesi bir film.

Filmin en önemli başarısı, kostüm, makyaj, saç, çevre düzeni yani kısaca 60'ları çok iyi yansıtan sanat yönetimi. Tabii bunu modern bir anlayışla masaya koyduğu için çoğu kez bu 60'lar meselesi bir imaj olarak kalıyor. Maceraya yön verecek hikaye kısmı ise Amerika - Rusya arasındaki soğuk savaş döneminde ortaya çıkan ortak bir düşman neticesinde güç birliği yapıp dünyayı kurtarmak üzerine kurulu. 60'larda çok orijinal olan bu fikir, günümüz standartlarında Daniel Craig'li James Bond veya Tom Cruise'lü Mission Impossible geleneğinin şablonlarıyla yürüdüğü için Ritchie, The Man From U.N.C.L.E. da bu yolu esprili anlarla süsleyerek bir nevi Sherlock Holmes geleneğini sürdürüyor.


Solo ve Kuryakin arasındaki çekişme, Kuryakin ve Gaby arasındaki yakınlaşma, naif esprilerle hoş anlar yaratıyor. Ama eski Guy Ritchie'den eser yok. Var gibi görünen anlar da eskisi gibi değil. Kuryakin deniz motoruyla peşindekilerden kurtulmaya çalışırken Solo'nun bir kamyonda akşam yemeği keyfi yaptığı sahne belki de filmin en eğlenceli sahnesiydi. Ama biz buna benzer sahneleri başka filmlerde de gördük. RocknRolla'dan sonra Ritchie'nin orijinal İngiliz mizah duygusunun böyle dev prodüksyonlarla törpülenmesi üzüyor. Hep bir gişe baskısı, hep bir hasılat stresi Guy Ritchie markasını gölgeliyor. Haftasonu sinema aktivitesi veya evde DVD keyfinden başka geriye birşey bırakmayan aynı tornadan çıkma bu filmler, bir de uzun metraj TV dizisi gibi seriye bağlanınca, oyuncusundan yönetmenine memur zihniyetli bir tekdüzelik yaratıyor.

Henry Cavill, Armie Hammer, Alicia Vikander, hatta James Bond kötüsü kontenjanının kadın versiyonu olarak Elizabeth Debicki'den oluşan asıl kadro, performanstan ziyade duruş sergiliyor, zaten senaryonun fırsat vermediği derinleşmeyi gösteremedikleri için tek boyutlu kalıyorlar. İyi niyetli şirin duruşlar da haliyle yeterli olmuyor. Ridley Scott'ın favori görüntü yönetmenlerinden John Mathieson'ın özenli çalışması, Daniel Pemberton'ın şahane müzikleri çevre düzenine olumlu katkılar sağlasa da The Man From U.N.C.L.E., gişe severler için büyük, Guy Ritchie için küçük bir adım.

5 Kasım 2015 Perşembe

Tu dors Nicole (2014)


Yönetmen: Stéphane Lafleur
Oyuncular: Julianne Côté, Catherine St-Laurent, Marc-André Grondin, Francis La Haye, Simon Larouche, Godefroy Reding
Senaryo: Stéphane Lafleur, Valérie Beaugrand-Champagne

Ailesi tatilde olan Nicole, Quebec'te bir kasabada yüzme havuzlu büyük evinde sıcak bir yaz geçirmektedir. Gündüzleri sıkıcı bir yaz işi olarak bir mağazada çalışmakta, iş dışında ise en iyi arkadaşı Véronique ile birlikte kafasına göre takılmaktadır. Bunalatıcı yazdan ve sıkıcı hayatından uzaklaşmak için Véronique ile İzlanda'ya gitmeyi planlamaktadır. Nicole’ün abisi Rémi'nin bas gitarist Pat ve davulcu JF'ten oluşan müzik grubuyla birlikte provalar yapmak için ansızın eve gelişi, Nicole için bu içine kapalı, sıradan ve küçük ayrıntıların bile fark yarattığı dünyayı biraz olsun değiştirme eğilimindedir. Ama bu adı geçen tüm karakterler, o Quebec yazının rutinine kendilerini bırakmış görünmektedirler.

Valérie Beaugrand-Champagne'nın hikayesinden Stéphane Lafleur'un uyarlayıp yönettiği Tu dors Nicole (Nicole, Uyumuşsun), aslında ortada belli bir hikayesi olmayan, kendini doğal çevresinin akışına bırakmış bir film görünümünde. Zaten o çevre, yaz sıcağının yarattığı boşlukta asılı kalmış gibi görünen hayatların nefes aldığı, hali vakti yerinde bir Quebec kasabasının mütevazi ama en çok da yorgun yüzünü yansıtmasından ötürü çok önemli bir rol üstleniyor. Filmin merkezinde yer alan Nicole'ün gerilimsiz hayatı, bezginliği ve kankası Véronique ile inişsiz çıkışsız süren arkadaşlığı çok geçmeden seyirciyi de o bezgin atmosfere davet ediyor. Yine çok geçmeden abisi Rémi ve grup arkadaşlarının da filme dahil olmasıyla birşeylerin değişebileceği düşünülüyor. Ancak Stéphane Lafleur, onları da Nicole'ün sıkılmış ruh haline ortak bir ruh haliyle yansıtıyor.


Aslında bu dalga boyu ile o bildiğimiz Mayıs sıkıntısı psikolojisine benzer bir varoluş ifadesinin, Quebec'te yaz sıkıntısı formuna dönüşmüş bir başka versiyonunu izliyoruz. Tabii bu çok farklı iki formun en önemli ortak yanı, hayata dair bir amaç eksikliğinin ya da amaç olarak görülen meşgalelerin insan ruhunu bir türlü onaramamasının verdiği bezginlik hali olsa gerek. Nicole, özgür hayatını suistimal etmeyen, ortam değişikliğinin iç sıkıntısına iyi geleceğini düşünecek kadar yapıcı ama mutsuzluğa alışmış, onu adeta yaşamının bir parçası haline getirip kendi içine gömmüş bir genç kadın. Véronique ile arkadaşlığındaki rahatlık, abisi Rémi ile kardeşlik ilişkisindeki mesafe, gizemli davulcu JF ile yakınlaşmasındaki ketumluk, tam da filmin kalemi bir bezginliğin dışa vurum şekilleri olarak yansımakta. Filmin bu amaçsız görünümüne amaç katan şeylerden biri, zamanında Nicole'ü mezuniyet partisi sonrası terk eden eski erkek arkadaşı Tommy'nin de söylediği gibi, bazı insanların tüm hayatları boyunca kendine bir amaç aramaları fikri. Nicole'ü, hatta filmin genel atmosferini bu amaç arayışı üzerine tanımlamak mümkün.

Hepsi hakkında irili ufaklı cümleler kurulabilecek karakterlerin yanında bir de Nicole'e ümitsizce aşık 13 yaşındaki kalın sesli (ki filmde kalın bir erkek sesiyle seslendiriliyor) Martin var ki, bu kendini arayış üzerinde onun fonksiyonu tam olarak nedir anlamak için biraz kasmak gerek. Yine de filme garip bir hoşluk kattığı söylenebilir. Tu dors Nicole'deki bu hikaye(sizlik) normal renklerle anlatılsaydı, kesinlikle şu siyah beyaz hali kadar etkili olmazdı. Filmi karakterize eden, hatta bu dinginliği estetikleştiren en önemli etken siyah beyaz anlatımı. Bu tercihte bulunmuş çoğu film gibi çok güzel siyah beyaz fotoğraflarla Nicole'ün ve etrafındaki insanların boşluklarını çok iyi gören film, küçük ayrıntılarla bu boşluğa anlam yüklemeyi, küçük varoluş problemleriyle bireyin evrendeki yerini kısa ve iddiasız anlarla betimlemeyi başarıyor. Tek kusuru belki de kötü düşünülmüş finali. Oysa çok daha iyi bir şekilde bitebilecek seçenekleri yine filmin kendi içinde bulmak mümkün.

2 Kasım 2015 Pazartesi

Inside Out (2015)


Yönetmen: Pete Docter
Senaryo: Pete Docter, Ronnie Del Carmen, Meg LeFauve, Josh Cooley
Müzik: Michael Giacchino

Babası San Francisco’da yeni bir işe başlayınca alıştığı hayatından kopmak zorunda kalan Riley de herkes gibi Neşe (Joy), Korku (Fear), Öfke (Anger), Tiksinti (Disgust) ve Üzüntü (Sadness) gibi temel duygularıyla ile hareket eden bir kızdır. Bu duygular Riley’nin zihninin içinde ana merkezde yaşar ve ona günlük hayatında tavsiyeler verirler. Riley ve duyguları San Francisco’da yeni bir hayata alışmak için çabalarken ana merkezde kargaşa baş gösterir. Neşe’nin, Riley’nin en önemli duygusu olmasına ve her şeye pozitif bakmaya çalışmasına rağmen, diğer duygular yeni bir şehre, eve ve okula uyum sağlama konusunda birbirleriyle çelişir. Özellikle de Üzüntü bu durumdan fazla etkilenmiştir.

Toy Story serisi, Monsters Inc., WALL•E, Up gibi hit animasyonları yazmış, bunlardan Monsters Inc. ve Up'ın yönetmenliğini yapmış, yine Up ile Oscar kazanmış olan Pete Docter'ın idaresinde çekilen yeni Pixar güzelliği Inside Out, insan zihninin içindeki beş temel duygunun yönlendirdiği davranışlar ekseninde, bireyin kişilik yapılanmasındaki gelgitleri ele alan bir yapım. Bir animasyona göre oldukça iddialı görünen bu ele alma amacı, eğlenceli olduğu kadar dramatik anlarla dolu bir bütünlük içinde sunuluyor. Bu beş temel duygunun sadece Riley'nin değil, tüm canlıların zihninde (zihnimizde) bulunma fantazisini çoğumuz farklı yorumlarla belki hayal etmişizdir. Pete Docter bu hayali detaylandırarak, zihin evreninde kurulmuş bir medeniyet bünyesinde büyük bir sistem yapılanması haline getirerek kendine bol bol hareket alanı açıyor. Animasyonların gerçek amacı da bu alanları açıp hayalgücünün sınırlarını zorlamak, amaçladığı mesajları rahatça aktarabilmek olduğu için Inside Out birçok yönden kendini garantiye alıyor.


Zihnin kumanda masasındaki bu sevimli beş duygunun kendi içlerindeki keyifli atışmaları, gerekli gördükleri anlarda devreye girme anları filmi bir noktadan sonra sıkıcı hale sokabileceği için, Docter yine kendi açtığı o serbest alanda başka zihinsel evren tasarımlarıyla senaryoyu zenginleştiriyor. Yaşadığımız her türlü olayı, farklı renklerle temsil edilen küçük anı toplarıyla biriktirmemiz ya da Riley'nin sahip olduğu Aile, Dostluk, Dürüstlük, Maskaralık, Hokey adaları kurmamız gibi orijinal fikirlerini bizim zihnimize adapte etmeye çalışıyor. Bu haliyle kendini dağıtma tehlikesi bulunsa da, yaratılan bu evrenin genişliğinin betimlenmesi çok daha kolaylaşıyor. Riley'nin başka bir şehre taşınmasının verdiği sıkıntılı ruh haliyle, Neşe ve Üzüntü'nün bu sıkıntılı durumu çözebilmek için sistem dışında kalmalarını birbirine paralel biçimde ustalıkla sürükleyen film, özellikle merkezine aldığı Neşe'nin bu zihin yolculuğunu farklı dinamiklerle bir yol filmi alt türüne sokmayı başarıyor. Bu yolculuğun amacı, Neşe ve Üzüntü'nün Riley'e ait sarı renkli toplar şeklindeki "çekirdek anılar"ını merkeze geri götürmek olunca tüm sıradışılıklar filmin kendi ciddi zeminine oturmasını sağlıyor.

Çekirdek anıların ana merkezin dışına çıkmasına sebep olan Neşe ve Üzüntü'nün, o anıları tekrar merkeze götürme yolculuğu sırasında Riley'nin zihninde tasarladığı hayali arkadaşı Bing Bong ile karşılaşmaları, girdikleri bir makinede başlarına gelen "gerçeküstü parçalanma", Riley'nin hayallerinden oluşan şahane ayrıntılarla dolu olağanüstü "Hayal Dünyası", uyku halineyken çalışmayan "Düşünce Treni", Hollywood platolarını andıran "Rüya Şehri" ve yaşanan türlü aksilikler birçok yaratıcı fikirle şekillenmekte. Tüm bu hayal ürünü fikirler, filmin çocuksu düş zenginliği kadar, olgun ve dramatik bir macera da vaat ediyor. Mesela Neşe ve Bing Bong'un unutulan anı kürelerinin bulunduğu ve bir çöplüğü anımsatan karanlık yerde mahsur kaldıkları bölümün tamamı müthiş bir dramatik etkiye sahip. Hatta bu bölümde bir animasyon karakteri olarak Neşe'den etkileyici bir "oyunculuk" bile izlediğimiz söylenebilir. Usta müzisyen Michael Giacchino'nun harika temalarıyla bu etkisini daha da güçlendiren Inside Out, küçük bir kızın şehir değişikliği nedeniyle girdiği bunalımın zihin arkasını zevkten dört köşe eden bir görsellikle betimleyen bir film. Hikayesi, kurgusu, iniş çıkışlarıyla en az çocuklar kadar büyükleri de etkileyecektir.