29 Mayıs 2009 Cuma

19 (2000)


Yönetmen: Kazushi Watanabe
Oyuncular: Daijiro Kawaoka, Kazushi Watanabe, Takeo Noro, Ryo Shinmyo
Senaryo: Kazushi Watanabe

Yer tarifi bahanesiyle durdurdukları genç Usami’yi kaçıran üç silahlı serseri önce çocuğu biraz hırpalıyorlar. Daha sonra hep beraber süpermarket alışverişi yapmalar, oyun oynamalar, yemek yemeler, hayvanat bahçesine gitmeler, fotoğraf çektirmeler, sahilde gezinmeler birbirini izliyor. Usami’nin neden kaçırıldığı, onu kaçıranların kim oldukları veya amaçları üzerine izleyenin kafasının bir köşesinde hep yanıp sönen soru işaretini canlı tutmasına rağmen, esasen bir suç filmi olarak anılmak istemediği çok açık. Artık bir süre sonra o soru işaretinin varlığını bile unutturacak düşük tempo, bir miktar Stockholm Sendromu, bir cinayet ve gözalıcı bir görsellik el ele verip bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Fakat bu görsellik, alternatif grupların albüm kapaklarında veya o albümlerin bookletlerinde verdikleri karizmatik pozları andıran figürler ile, kasvetli şehir ve sahil görüntülerinin iç içe geçmişliğini harmanlayarak kendini ifade etme yoluna gidiyor. Yaklaşık 128 milyon nüfuslu Japonya’nın bireysel yalnızlığına ironik bir atıf gibi de görebileceğiniz 19 için buna benzer daha başka afili analizler de yapılabilir. Bu birey-şehir tabanlı yorumlara kapılarını açık tutmuş bir film zira. Özellikle sahil sahneleri oldukça etkileyici. Dört gizemli gencin sıkıntılı yol hikayesi olarak özetlenecek filmi yazıp yöneten Kazushi Watanabe, filmde aynı zamanda kaçırma eylemini gerçekleştiren üçlünün lideri konumundaki Yokohama karakterini de canlandırıyor. Zaten en gizemli ve karizmatik rolü kendine seçmiş olduğu belli. Japon olmasına rağmen kendisini gözüm biryerlerden ısırıyordu. Meğer Takashi Miike'nin akıllara ziyan Bijitâ Q'sunda da oynamış.

Beklen(me)dik sonu ile de kafalardaki soru işaretlerine yenilerini eklediği gibi, o soruların cevapları için gündelik yaşamın getirdiği kasvetli ruh çözümlemelerine topu atar bir yapısı var. O topu yakalayamadığını düşünenler olursa bu filmi beğeneceklerini pek sanmıyorum. O topu yakaladıklarını düşenenler ise kendi içlerine döndüklerinde yine anlam veremedikleri bazı noktalarla uğraşmak zorunda kalabilirler. 19, beklenti çıtasını iyi ayarlayabilen Uzakdoğu sineması düşkünlerini memnun etme potansiyeli olan bir film. Ancak bir de o çıtayı ayarlayamayan Uzakdoğu sineması düşkünleri de var ki, onlara tavsiye etsek mi etmesek mi bilemedim.

26 Mayıs 2009 Salı

P.S. I Love You (2007)


Yönetmen: Richard LaGravenese
Oyuncular: Hilary Swank, Gerard Butler, Kathy Bates, Lisa Kudrow, Gina Gershon, Harry Connick Jr., James Marsters, Jeffrey Dean Morgan
Senaryo: Cecelia Ahern, Steven Rogers, Richard LaGravenese
Müzik: John Powell

Hoş ve zeki bir kadın olan Holly, eşi Gerry ile oldukça mutludur. Ancak Gerry ölümcül bir hastalığa yakalanır. Karısını çok iyi tanıyan Gerry ölmeden önce ona farklı zamanlarda eline ulaşacak şekilde düzenlenmiş bir dizi mektup yazar. Holly için bu mektuplar artık bir yol gösterici haline gelir. Bu mektuplar sayesinde hayata yeniden bağlanmayı öğrenecek ve kendini yeniden tanıyacaktır.

80’li yıllarda özellikle Meg Ryan, Julia Roberts gibi isimlerle ivme kazanan romantik komedi türü, geçmiş siyah-beyaz örneklerden de beslenerek kendi kaidelerini oluşturmaya başladı. Gerçek aşkı aramaya, bulmaya, bulduğunu kaybetmemeye dair romantizm, aşıkların kaprisleri sonucu oluşan gelip geçici sıkıntıları, bazen tebessüm, bazen kahkaha sağlayan komedi unsurları ve “kendini iyi hisset” mutlu sonlarıyla birleştiğinde hoş örnekler ortaya çıktı. Bekarlara, sevgililere, evlilere ya da aşkına karşılık bulamayanlara farklı duygular tattırdı. Hala da tattırmaya devam ediyor. Romantik komedilerin bu kalıplaşmaya yüz tutmuş geleneği her dönem geçerliliğini koruyacaktır. Çünkü bu filmlerde insanların duygu dünyalarına hitap eden, gerçek hayatta nadiren, hatta hiç yaşanmayan türden aşk hikayelerini izlemek zahmetsiz ve rahatlatıcı bir aktivitedir. Fakat bu tür, gittikçe büyüyüp çok sayıda örnek üretmeye başladıkça doğal olarak birbirinin kopyası, özensiz, özelliksiz örnekler de çoğalmaya başladı. Bu durum, aklı başında senaristleri romantik komedi sınırları dahilinde az da olsa farklılık yaratmaya yönelik senaryo arayışlarına itti. Hala Cinderella modeli senaryoların ortalıkta dolaştığını düşünürsek bu arayışı takdir etmek gerek. İşte P.S. I Love You, bu takdiri sonuna dek hak eden usta işi bir romantik komedi örneği.


Aslında P.S. I Love You için romantik kavramı ne kadar yoğun ve isabetli ise, komedi tanımlaması da o kadar hafif kalmakta. Derin bir romantizm, hatta yoğun bir dram rotasına sahip iken, komedi unsuru kendisini daha çok bu ahengi bozmayan zeki espirilerde buluyor. Zaten Cecelia Ahern romanından filme uyarlayan, aynı zamanda yöneten Richard LaGravenese daha önceleri The Horse Whisperer, The Bridges Of Madison County, The Fisher King filmlerinin güçlü romantik dokusuna senarist olarak imza atmış bir isim. P.S. I Love You tüm romantizm bileşenlerini harfiyen uyguladığı gibi, bu türün meraklıları için bile fazlasını barındırdığı söylenebilir. Açılışta tartışırken izlediğimiz Holly ve Gerry çiftinin bu uzun ve tempolu sahnesi, senaryo olarak bizi nasıl bir filmin beklediği yönünde fikir sahibi yaparken, açılış jeneriğinden hemen sonra Gerry’nin vefatı için eş-dost kalabalığının bir barda toplandığını gördüğümüzde o fikirleri çöpe atıp kendimizi akışa bırakıyoruz. Bolca flashback ile genç dul Holly’nin, ölen kocasının geçmişinin gölgesinde yeni bir hayata yelken açacağı bir filmin tahmini fazla zor olmasa gerek.

Ancak film, tüm bu tahminlerin, beklentilerin ışığında öylesine akıcı, keyifli, çok yönlü ve güçlü bir senaryoya, zengin ve renkli yan karakterlere sahip ki, belki de kaldırabileceğinden fazlasını yüklenmiş izlenimi uyandırıyor ilk başta. Öldükten sonra bile Gerry’nin daha önceden organize ettiği ses kayıtları ve mektuplarla Holly’nin hayatından çıkmayışı, bir romantik komedi için salıncak iplerinden birinin kopmuş şekilde sallanması demek bir yerde. Beyaz atlısı daha en başından tarih olmuş bir romantik komedi, flashback desteği ile filmi baştan alacak, böylece sonu belli bir aşkın zamanında nasıl alevlendiğine nostalji yapacak, belki biraz da bunaltacak. Evet P.S. I Love You bunların hepsini yapıyor. Ama çok daha katmanlı biçimde ve bunaltmadan. Yaslı dul Holly’nin yasını pas geçmeden, onun Gerry sonrası önüne çıkan fırsatları iyice inceleyerek, bunun yanında üzerinde düşünülmüş yan karakterlere ortalama romantik komedilerde fazla rastlanmadığı üzere daha çok şans tanıyarak, bunu yapmakla kendi ana hikayesinden uzaklaşmak şöyle dursun, o hikayenin temellerini daha da sağlamlaştırarak yola çıkan bir film.


Çifte Oscar’lı Hilary Swank’in canlandırdığı Holly, romantik komedi filmleri tarihindeki en şanslı kadınlardan bir tanesi belki de. Çok sevdiği kocasını daha filmin başında kaybetmiş bir kadın olarak bunun nasıl bir şans olduğu kafalara takılabilir. Aşkından şüphe duyulmayacak, deli dolu, yakışıklı, İrlanda hiperaktifliğine sahip ortalama bir erkek izlenimi veren, fakat ölmeden önce yazdığı mektuplarla zaman içinde aslında duygusal zekasının ne kadar güçlü olduğunu kanıtlayan Gerry’yi ayrı bir köşeye koyuyoruz. Onun haricinde filmde her biri için ayrı birer romantik film çekilebilecek iki tane daha prens adayı var ve ikisi de Holly’den gerçek anlamda hoşlanan tipler. Bu prens adayları başka filmlerde olmuştur ve prenses karşısında şanslarının olmadığını biliriz. Ama P.S. I Love You bu prensleri romantizm ciddiyeti ile öyle bir donatmış ki, Holly kimi seçerse seçsin kaybedene üzüleceğimiz nitelikte romantik komedi kadınının gözünde aşık olunası erkekler bunlar. Holly’nin annesinin barında barmen olan, ilaç kullanacak derecede “düşündüğünü anında söyleme” rahatsızlığına (!), ama öte yandan romantik bir olgunluğa sahip hassas Daniel (Harry Connick Jr.) ile, Javier Bardem-Robert Downey Jr. karışımı cazibesi bulunan İrlanda’lı müzisyen William (Jeffrey Dean Morgan) kesinlikle özen gösterilmiş karakterler.

Ölmüş olmasından ötürü Gerry’nin geri planda kaldığı düşünülmesin. Çok ustaca eklenmiş geri dönüşler, Holly’yi hayata tutunma yönünde motive eden mektuplar sayesinde filmin baştan sona bize asla unutturmadığı Gerry, İrlanda’da Holly ile tanıştıkları ve şehre kadar yürüdükleri bölüm (ki filmin en güzel anları bana göre burasıdır) gibi en romantik anların başrolünde yer alıyor. İşte bu üç erkeğin farklı zaman dilimlerinde temsil ettikleri aşk, tutku, arkadaşlık, bağlılık kavramları Holly’nin hayatına girip çıktıkça yapacağı seçim de birçok romantik yapımın önceden belli ettiğinden farklı olarak kendini ve izleyiciyi olayın akışına bırakmayı başarıyor. Anlıyoruz ki film, hüzünlü bir aşk hikayesini anlatırken öte yandan da bir kadının kendini keşfedişinin, üzerindeki ölü toprağından silkinip hayata karşı bir duruş belirleme çabasının da dökümünü yapıyor.

Holly’nin şansı, sabit bir hedefe yönlendirilmeyip cazip seçeneklere sahip olmasıyla kalmıyor. Yas tuttuğu dönemlerden itibaren kendisini yalnız bırakmayan fedakar anne Patricia (Kathy Bates), kankaları Denise (Lisa Kudrow) ile Sharon (Gina Gershon) –ki genelde ana karakterin tek bir kankası olurdu-, kızkardeşi Ciara ve Gerry’nin yakın arkadaşı John (James Marsters) gibi oldukça geniş yan oyuncu yelpazesi, yan karakter kavramının sadece kenar süsü anlamına gelmediğinin de kanıtı adeta. Bunda tüm oyuncuların sergiledikleri görüntü + irili ufaklı performanslardan söz etmeye gerek yok. Fakat özellikle Hilary Swank ve Gerard Butler arasındaki kimyaya değinmeli.


Oyuncular sadece görüntü olarak bir çift şeklinde yan yana getirildiğinde her zaman gözümüze uyumlu gelmeyebiliyor. Yetenekleri tartışılmaz çiftlerin bile beyaz perdede ikna problemi yaşadıklarını çok gördük. Swank-Butler ikilisi arasında bir uyumdan söz edebiliyorsak eğer, bunu oyuncuların performansları kadar, belki de daha fazla, senaryonun bu ikiliyi benimsetme başarısına borçluyuz. Burada sözünü ettiğimiz senaryo rahatlıkla bu zengin karakter ve olay zincirine sırtını verip klişelerle süresini doldurabilirdi. Ama filmin her bir unsuruna uyum sağlayabilen zeki, espirili, romantik, dramatik, hazırcevap hatta nutku tutulmuş ruh hallerini seslendiren renkli replikleri karakterize etmiş bir senaryodan söz ediyoruz.

Mesela yeni bir ilişki korkusunun “sanki yeni bir ayakkabı deniyorum gibi, almak istiyorum ama ayağıma olmuyor” benzetmesiyle ifade edilmesine “biraz çıplak ayakla yürümeye ne dersin?” şeklinde karşılık veren kıvraklık. Ya da bir şey yaratma üzerine romantik akımın öncülerinden şair William Blake’den yapılan alıntının çıkış sağladığı kendini keşfetme, hayata sarılma düsturunu çeşitleme. Mekan seçimleri bile filmin gidişatına çok uygun. Engin İrlanda yaylaları (onun yeşillik duygusu), boş bir stadyum (ve onun yeşillik duygusu), gibi geniş mekanlar yanında, bir bar kileri, nezih kapalı ortamlar ya da cıvıl cıvıl bir karaoke bar gibi daha dar alanlar da filmin set zenginliğine ruh katıyor. Güzel şarkıları da unutmamak gerekir. Kral Leonidas’ın 300 kişilik ordusunu gaza getirdiği sesinden Mustang Sally’yi dinlemek de bunların arasında.

Tüm bu pozitif unsurları derleyip toparlayıp P.S. I Love You’yu meydana getiren Richard LaGravenese, yılın en iyi romantik (komedi) yapımlarından birini sunuyor. P.S. I Love You hem yas tutan, geçmişe ve onun anılarına bağlı, üzen, ağlatan, bununla birlikte ümitle geleceğe bakmaya çalışan, neşeli ama toplamda olgun bir film. Sevgili, eş, karşılıksız aşık, arkadaş, ebeveyn, evlat her romantiğin görmesi gereken bir film. Bir erkeğin Holly’si olmak veya bir kadının Gerry’si olmak isteyenlere özel bir film.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Eagle Eye (2008)

Yönetmen: D.J. Caruso
Oyuncular: Shia LaBeouf, Michelle Monaghan, Billy Bob Thornton, Rosario Dawson, Anthony Azizi, Cameron Boyce, Ethan Embry
Senaryo: John Glenn, Travis Wright, Hillary Seitz, Dan McDermott
Müzik: Brian Tyler

İkiz kardeşi gizemli bir şekilde ölen Jerry (Shia LaBeouf), çocuğu kaybolan Rachel ile (Michelle Monaghan) birlikte terörist olmakla suçlanmaktadır. Bir yandan siyasi suikast hazırlıklarında olan bir hücreye katılmak zorunda kalırken, öte yandan da kendilerini temize çıkarmak durumundadırlar.

Artık hep aynı şeyleri söylemek durumunda kalıyoruz. Ama onlar da hep aynı filmleri çekiyorlar. Yine birtakım bilimkurgu-paranoya yapımlarından çıkış noktası belirlemiş, ulusal tehdit malzemesini bu kez içe dönük bir kontrolden çıkma teorisine bağlamış, bolca araba harcamış bir aksiyondan fazlası değil Eagle Eye. Böyle filmlere direk “mantık hatası” diye yafta yapıştırılıyor. Etrafta o hataların göze batmayacağı filmler de olduğunu anlamayan zihniyetlerden daha büyük mantık hatası var mı? Bu gibi tekno paranoyalardan üretilen senaryoları artık kendi iç organlarıyla değerlendirmeye çalışmalıyız. Etrafta bulunan bütün teknik ekipmanlara erişebilen, hatta izole bir odada geçen konuşmaların fincandaki kahveye uyguladığı titreşimlerinden diyalogları anlamaya çalışan yapay zekanın seçtiği iki sıradan vatandaşı birer teröriste dönüştürme becerisi takdir edilmeli. Lakin her zaman olduğu gibi iş uygulamaya geldiğinde bir çoğu ya fikir olarak kalıyor, ya da Eagle Eye da olduğu gibi başlangıç için gayet iyi etüd ediliyor, fakat gittikçe gişe kaygısına dönüşüp saçmalamaya, sıradanlaşmaya, bunaltmaya başlıyor. Sonra da kahramanlık, vatan-millet-Amerika’ya evriliyor.

Konusunu okuduğumda Eagle Eye’a karşı hiç önyargılı olmadım. Deja Vu’yu ve onun uçuk kaçık icadını sevmişim, bunu mu sevmeyeceğim dedim. Oturup iki film arasında satırlar dolusu karşılaştırma dökmeye dermanım yok. Ama Deja Vu bana göre en azından ruhu olan, kahramanlığını özeleştirisiyle harmanlayabilen, mantık zorlamalarının ardında samimice durmaya çalışan, adını “bilim kurgu” olarak koymaya cesareti olan bir filmdi. Eagle Eye, tahtaya kalkıp kolayca çözebildiğiniz problemlere benziyor. Ne şiş yanıyor, ne kebap! Oyuncular böyle bir filmde nasıl karakterler görmek istiyorsanız öyleler. Hatta Shia LaBeouf’un bebek yüzüyle bile böyle bir aksiyonu kaldırabileceğini tahmin etmezdim. LaBeouf deyince birden aklıma geldi. Benim için son Indiana Jones ne ise, Eagle Eye da o! Yeni ama boş ve zayıf bir halka! Belki yeni bile sayılmayacak türden. İki saate yakın süresiyle kocaman bir filmden aklımda kalan tek şey şu diyalog oldu:


Rachel: Sence treni raydan çıkartabilirler mi?

Jerry: Bizi buraya getirmek için trafik ışıklarını değiştirdiler. O kadın, yanımda oturan hiç tanımadığım bir adamın cep telefonundan aradı beni. Beni maksimum korumalı bir yerden kaçırdılar. Ardından bizi havaya kaldırıp çöp yığınının içine attılar. Treni de raydan çıkarabilirler. Hatta konuşan bir ördeğe bile dönüştürürler.

12 Mayıs 2009 Salı

La Sconosciuta (2006)


Yönetmen: Giuseppe Tornatore
Oyuncular: Kseniya Rappoport, Claudia Gerini, Pierfrancesco Favino, Alessandro Haber, Michele Placido, Clara Dossena, Piera Degli Esposti
Senaryo: Giuseppe Tornatore
Müzik: Ennio Morricone

Ukraynalı Irena, İtalya’nın bir şehrinde yaşayan gizemli bir kadındır. Zaman zaman tuhaf davranışlar sergileyen Irena’nın geçmişinde sakladığı çok önemli sırları, bu yüzden kaçmak istediği bir geçmişi vardır. Çabaları sonucu bir apartmanda temizlik işçisi olarak çalışmaya başlar. Daha sonra apartmandaki Adacher ailesinin özel yardımcısı olur. Bu iş, onun geçmişinden saklanmak için mükemmel bir sığınak olsa da, çevirdiği bazı dolaplarla o apartmanı özellikle istediği anlaşılan Irena’nın geçmişinden saklanmak kadar, o geçmişte saklı bir şeylerin de üzerine gittiği anlaşılır.

Sinema dünyasına Cinema Paradiso, The Legend Of 1900, Stanno tutti bene gibi yapıtları kazandırmış, 1956 Sicilya doğumlu usta yönetmen Giuseppe Tornatore’nin yeni filmi merakla bekleniyordu. 2000 yılı yapımı Malena’dan beri sessizliğini koruyan Tornatore, tam altı yıl sonra La Sconosciuta ile müthiş bir dönüş yapıyor. Yönetmenin referansı olmasa, afişinden ve klişeler kumkuması gibi duran konusundan ötürü kolayca es geçilebilecek bir film önyargısına kurban edilmemesi gereken usta işi bir film La Sconosciuta. Hızlı kurgusu, neredeyse 5 saniyeden fazla kilitlenmeyen planları ilginçtir, nedense filmin baş döndürücü bir hızla ilerlediğini düşündürtmüyor. İlk başlarda bu kurgu anlayışı ile Irena’nın kim olduğu, neler yaptığı ve bunları neden yaptığı soruları izleyiciyi “acaba ne çıkacak” merakına ve “beklediğime değecek mi” telaşına sürüklüyor.

Öte yandan bu “hızlı” temponun tozu dumana katan bir dörtnala gidişten ziyade, heyacan ve gerilim yüklü bir dakiklik olduğu anlaşılıyor. Tüm bu akıcılık içinde Tornatore, bize kahramanı Irena’yı temkinli de olsa benimsetmeyi başarıyor, olay örgüsünü, yan karakterlerini, sırlarını ve bunların film bitmeye yakın açığa çıkmasını engelleyici önlemlerini dantel gibi işliyor. Irena’nın fuhuş mafyasının eline düşmüş bir fahişe olduğunu ilk dakikalarda anlamamız, onun kaçmış olduğu şeyin de adını koyuyor gözükse de, saniyelik geri dönüşlerde izlediğimiz şiddet görüntülerinden ve konuşmalardan, onun geçmişteki hikayesini de merak ettirmeyi başarıyor. Bu kısa geri dönüşler, şimdiki zamanın üzerine güzelce serpilmiş, hatta kimi yerlerde kurgudaki devamlılığa katkıda bulunur şekilde tasarlanmış gizem tanecikleri adeta.


Giuseppe Tornatore, hazırlık aşamasından ortalarına kadar kurduğu gizemli ve karışık hikayesini, üslubu ile o kadar zenginleştiriyor ki, iki saatlik sürenin dolu dolu geçmesini sağlıyor. Bu üsluptan söz etmek gerekirse, benzerleri çokça bulunan geçmişinden kaçmaya çalışan bir bireyin sırlarla dolu hayatı masaya yatırıldığında az çok tarz belirgindir. Tornatore ise filmini okurken polisiyeden drama, gerilimden gizeme çok sağlam sıçramalar yapıyor. Filmin genel havasına birebir uydurduğu bu türlerin temelde birbirine yakınlığı işleri zaten kolaylaştırıyor diye düşünülebilir. Ancak kıvamı tutturmak her yönetmene nasip olmuyor. Bu türlerin birini alıp, öbürünü bırakmak, sonra diğerine tekrar dönmek gibi bir yöntemden biçimsel olarak kısmen söz edilebilir. Ama atmosfer olarak tam bir bütünlük mevcut. Şimdiki zamanın karanlığı (yer yer film-noir’a göz kırpan karanlığı) ve geri dönüşlerin ışık ve renk oyunlarıyla sağladığı kontrastı bir yerden sonra iç içe geçiriyor.

Tornatore’nin kıvamı, reklamlarda kasten kirletilen çamaşırların lekelerini çıkarmaya benzer bir meydan okuma gibi kendini test eder nitelikte. Güzel bir hikayeyi, içi dolu karakterler ve türler arası geçişlerle hızlı bir kurguya uyarlamak açık bir meydan okuma. Fakat bahsettiğimiz hız kavramını zıvanadan çıkarmayacak istasyonları da inşa etmiş bir tecrübeden söz etmek gerek. Yine başlangıçtan ortalara kadar kazasız ilerlediği yola, sonlara doğru koyduğu virajlar da bu tavrın ürünü. Hikayenin üzerindeki sır perdesinin kaldırılmaya başlanacağı son “düzlük”, işte bu meydan okuma anlayışı yüzünden bir “düzlük” değil, bir viraj adeta. Ama direksiyonda Giuseppe Tornatore olunca bunu hissetmediğimiz gibi, filmin geride kalan şeritleri de gözümüzün önüne gelmeye başlıyor sanki.

Tornatore, izleyicisine baştan sona dikkatle izlediği taktirde müthiş bir macera vaad ediyor. Öyle ki, bir bulmacanın parçalarını birleştirmeye çalışan ve başarıyla birleştirdiğini düşünen bir kısım izleyiciye de çok dramatik bir pusu kuruyor. Bir sürprize meydan okuyan başka bir sürpriz! Tahmin edilmesi ihtimal dahilinde olan ilk sürprizi hükümsüz bırakan çok daha çarpıcı bir son. Belki artık her filme bir sürpriz final uydurmak zorunda hisseden ve bu yolda kendini aşırı derecede zorlayıp filmin her şeyine zarar veren anlayışa da bir meydan okuma aynı zamanda. Doğaüstü olayların, yaratıkların, karton karakterlerin ve abartılı aksiyonların başı çektiği yapımlardan kolaylıkla banal sürpriz sonlar türetilebilirken, bunu tamamen normal insan ve olaylar etrafında seyreden bir filmden, gayet mantıklı ve dramatik bir yolla başarmak. Hayatın acımasız rutinine dahil duygu yüklü bir gerçeğe uyanış. İnandıklarımız uğruna sarf ettiklerimizin nereye gittiğini, o uğurda ödediğimiz bedellerin karşılığını nereden tahsil edeceğimizi sorgulatan hazin bir kırılma noktası. Ama bu kadarla kalmıyor. Tornatore, bu kez sürprizsiz, ama sonbahar bulutlarının hüznünü yüklenmiş derecede naif, son bir final daha hazırlıyor. Bu en son finalle adeta başka bir filmi yeniden başlatıyor. Ve artık filminde meydan okumayı o an bırakıp hayata dönüyor.


Irena, son dönem Avrupa sinemasının ses getirmiş yapımları düşünüldüğünde, tasarlanmış en güçlü kadın karakterlerden biri. Korkuları, zayıflıkları, hedefleri ve o hedeflere ulaşma yolunda gösterdiği azmi ile güçlü bir kadın. Hatta filmin adı “Irena” bile olabilirmiş. Filmde gencinden yaşlısına iletişim halinde olduğu herkes için bir muamma oluşu yanında, yine o insanların güven duyduğu bir birey olma yetisine de sahip. Bu ironi, Irena karakterinin varlık sebebini daha da üst düzey kılıyor. Anlam veremediğimiz davranış biçimleri sergilemesini anlamlandırma konusunda, özellikle sonlara doğru aydınlanan gerçeklerin de yardımıyla düştüğümüz sıkıntıdan bizi yine o kurtarıyor. Hikaye ile birlikte mükemmel ilerleyen bir karakter örneği.

Ama Rus aktris Kseniya Rappoport olmasa belki de bu sözünü ettiğimiz özelliklerin hiçbirine vakıf olamayacaktık. Ölçülü oyununu nerede yükseltip, nerede alçaltacağını çok iyi bilen, benzerine fazla rastlanmayan kadın anti-kahraman örnekleri arasında kendine hatırı sayılır bir yer edinmesi gereken çok olgun bir performans sergiliyor. Hem kadınsı, hem de erkeksi bir karizmayı, hem kendi doğallığında, hem de Irena’nın karakter yapısında derleyip toparlıyor. Rappoport hakimiyetindeki oyunculuk gücünün gerisinde de Adacher çiftini canlandıran İtalya’nın popüler oyuncuları Claudia Gerini, Pierfrancesco Favino ve diğer oyuncular, filmin önemli köşelerinde duran gerekli karakterlerin içini doldurmayı başarıyorlar. Talihsiz yaşlı kadın Gina rolündeki Piera Degli Esposti’den, Adacher çiftinin küçük kızları Tea rolündeki Clara Dossena’ya geniş sayılabilecek bir performans perspektifi de izliyoruz.

Sözünü ettiğimiz sürükleyici üsluba katkıda bulunan çok önemli bir etken daha var. O da büyük usta Ennio Morricone’nin insanın içine işleyen tema müzikleri. Yaşayan efsane, her notasında varlığını hissettiriyor, duyulduğu her kareye bir cila da kendisi çekiyor. Aday olduğu çeşitli festivallerde, Tornatore’ye, Rappoport’a, Morricone’ye ödüller kazandıran La Sconosciuta, neresine baksanız ustalık kokan, yılın en iyi Avrupa yapımlarından bir tanesi.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

The Flock (2007)


Yönetmen: Wai-keung Lau
Oyuncular: Richard Gere, Claire Danes, Ray Wise, KaDee Strickland, Matt Schulze, Avril Lavigne
Senaryo: Hans Bauer, Craig Mitchell
Müzik: Guy Farley

Yıllarca cinsel suç işleyenleri yakalamaya çalışmakla ruhunda derin yaralar açılmış paranoyak ajan, bir yandan ajandasındaki suçlulardan biri tarafından kaçırıldığına emin olduğu bir kızı bulmaya çalışırken, bir yandan da kendi iç dünyasına karşı savaş vermektedir. Yanında çalışmakta olan Claire, bir yandan işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmeye, bir yandan da amirini kanunun yanında tutmaya çalışmaktadır.

Infernal Affairs, Daisy, son olarak da Confession Of Pain gibi stil ve ruh sahibi filmlere yönetmen olarak imza atmış olan Hong Kong'lu yönetmen Wai-keung Lau'nun bu kez Hollywood desteğini de arkasına alıp, kendisi de para koyarak çektiği bir film The Flock. Senaryosunu ise, direk videoya gitmiş filmler yazmış olan iki senarist (demeye bile elim varmıyor) yazmış. Gerçekten tuhaf bir birliktelik. Lau'nun neden, nasıl böyle bir filme adını yazdırdığına kafa yormak, sanki buna benzer kariyer sarsıcı seçimler hiç olmuyormuş gibi davranmak olacaktır. Hollywood, bir değerli yönetmeni daha çarkın içine atmış. Umarım orada fazla kalmayıp özüne döner. Filmden bahsetmek de pek doğru gelmiyor. Nedeniyse çok basit: Bahsedilecek birşeyinin olmaması. Tipik usta-çırak (ki filmin inandırıcı olmayanları listesinde Gere-Danes ikilisi başı çekiyor zaten) ilişkisi içinde çekişme/itişme/anlaşma düzleminde ilerleyen, araya ürkütmekten, germekten, merak ettirmekten uzak klişe motifler ekleyen, dram yönü cılız, bu anlayışı yüzünden sonundaki sürprizi de heba edip iyice hantallaşan bir yapıda. Hatta sonlara doğru Se7en'dan derleme bir sahnesi bile var. Herhalde bu yılın Se7en'ı olur muyum acaba diye bir yoklama çekmiş olsa gerek. Yoksa o sahne başka türlü planlanırdı. Neticede Lau'ya üzüldüm. Kendisi de hayalkırıklığına uğramış olsa gerek. Ama yine de bir filmden birşey olmaz. Devamı böyle gelirse o zaman kötü.

8 Mayıs 2009 Cuma

Death Proof (2007)



Yönetmen: Quentin Tarantino

Oyuncular: Kurt Russell, Rose McGowan, Rosario Dawson, Vanessa Ferlito, Jordan Ladd, Sydney Tamiia Poitier, Quentin Tarantino, Marcy Harriell

Senaryo: Quentin Tarantino

Bu filme kadar çekmiş olduğu onca efsaneyi türlü türlü nedenlerle sevdik. Bu nedenlerden biri de karakterlerini içine soktuğu muhabbet ortamları ve onlara söylettiği yıllar geçse de unutulmayacak repliklerdi. Geyik, geyik olalı beyaz perdede bu denli eğlenceli olmamıştı. Kimi zaman fazla Amerikan kaçsa da o geyikler çeşitli arkadaş ortamlarında hoş sinema sohbetlerine zemin hazırlar nitelikte ve her dem tazeliğini koruyan zeka damlalarıydı. Hala da öyle. İşte Tarantino yeni bir film çektiği vakit, sinema tarihinde gezintiye çıkılmış hissi uyandıran tasarım dehası karakterler ve aksiyon numaraları ile bir potada eritilmiş bu diyalogların aranması kadar doğal bir şey olamaz. İyi ki Tarantino Death Proof’u çekmiş ki, onun da saçmalayabileceği gerçeği ile fazla vakit kaybetmeden yüzleştik. Ne yazık ki Tarantino Death Proof’u çekmiş ki, onun özlediğimiz karakter-aksiyon-diyalog zenginliklerinden mahrum kalıp avucumuzu yaladık.



Death Proof
, “Death Proof’un olayı nedir” diye sorulmayacak, sorgulanmayacak, üzerine kafa yorulmayacak kadar kötü bir film bence. Üzerine konuşması bile vakit kaybı. Ama Tarantino hatırına bunların söylenmesi gerek. Kendisinin haberi olmasa da, ona ne kadar kötü bir film çektiğini söyleyecek kadar borçluyuz. Bizi tebessüme, bazen kahkahaya boğan, düşündür(t)en müthiş tiradların, diyalogların, soğuk espirilerin, fıkraların, anektodların, tek cümlelik cool cevapların, tasmasından boşanmış geyiklerin mucidi Tarantino, hiç olmadığı kadar sıkıcı.

Şu Grindhouse acayipliği ile ne demek ve denemek istediğini muhtelif yerlerden okuduk, dinledik. Ama kendisi sanki Death Proof ile ne yapmak istediğinin adını koyamamış bir türlü. Selam mı çakacak, kafa mı bulacak veya romantik bir biçimde yad mı edecek, nostaljisinde mi serinleyecek belli değil. Özellikle 80’ler video kültürünün kıyısından köşesinden geçmiş bizler Grindhouse ruhuna pek fazla yabancı sayılmayız. Montaj oyunlarıyla veya ekranı kılıçtan geçiren çizgiler kondurmakla grindhouse olunmuyor işte. Hem niye grindhouse olma gereği duyuluyor ki? Zaten zamanında hiç çıkmadığı videocuda izlediği Hong Kong aksiyonlarına, B tipi korkulara, çizgi roman romantizmine, kung fu ve western kültlerine yaptığı müthiş göndermelerinden sonra bu tip bayat bir janrı modernize etmek için kasmanın alemi ne? Ülkemiz şovmenlerinin programlarına rating amaçlı bir sürü güzel kızı çıkarıp onlarla oynaşmasını izlemek gibiydi. Tarantino’da erkek nihayetinde. Canı çekmiştir. Ama bunca zamandır filmlerine konu ettiği kadın kahramanların kadınlıklarını yücelten bir anlayışa bu denli ihanet edip, yeni filmine silme çıtır doldurarak ve hiçbirine özellik, ayrıcalık, kahramanlık, derinlik katmayarak oynaşması hazmı güç bir durum. Cep telefonuyla sevgilisiyle mesajlaşan, kadın magazin dergileri ve kadın markalarıyla alakalı içi boş sohbetler yapan, estetik yoksunu biçimde kucak dansı performe eden, yaşından daha az zeki diyaloglarla erkekler/cinsellik geyikleri eden bir dolu kızcağızın bir otoyol kabadayısı tarafından katledilmesi gerektiğinin bilincinde bir Tarantino ile avunacağız artık.



Ama bu avuntu da çok zorlama bizim için. Zira Tarantino, Death Proof için hikaye yazmayı unutmuş bu sefer.. Geyiğin tasmasını, onu Çin Seddi’ni gezdirecek derecede serbest bırakması filmi fena halde hantallaştırdığı gibi, ruhsuz, çapsız karakter kalabalığına içecek reklamı yaptırmadığı anlardan fırsat bulduğunda anlattığı anektodlar da içler acısı. Üç beş kız bir araya geldiğinde doğal olarak zamanın birinde başlarından geçmiş ilginç olayları paylaşırlar. İyi de burada seyirci var, onları niye dışlıyorsunuz ki? Banane bilmem kimin ayağının çukura kaçmasından, onun düşmesinden, masadaki herkesin buna gülmesinden.. Filmde o kadar çok gereksiz konuşma vardı ki, şimdi düşününce bile kabus gibi geliyor. Tarantino ismini hayatında duymamış birini bu filmin başına oturttuğumuzu varsayalım. Şayet filmin sonuna kadar oturduğu yerden kalkmamışsa:

1) Ülkemiz şov programlarının iflah olmaz bir takipçisidir.
2) Kendisinde peygamber sabrı bulunmaktadır.
3) Uyumuştur.



Yukarıdaki sahneyle nereye, kime gönderme yaptığı belli olmayan, çok çocuksu bulduğum buna benzer başka göndermelerle de içimde “gönderME” duygusu uyandıran, sabaha kadar dalga geçebileceğim bir film Death Proof.. Her şeye rağmen, temelde grindhouse plakalı kötü filmler kadar kötü olma gayesi güttüğünü ve bunu başardığını düşünmek istiyorum. Yani amacı gerçekten kötü olmakmış mesela.. Kanımca belki de bildiğimiz Tarantino’ya en yakın bölüm, pek bir özelliği olmasa da, ortalardaki şerif ile yardımcısı (oğlu da olabilir tam hatırlamıyorum) arasındaki konuşmaydı. Başka bölümleri daha fazla Tarantino bulanlar olacaktır. Fakat hiçbiryere varmayan lastik gibi uzatılmış her diyalog Tarantino’yu çağrıştıracak diye bir şey yok artık, bunu gördük. “Tarantino ne yapsa izlerim” diye düşündüğümüz anlar çok olmuştur. Klişe tabirle “eleştirmenleri ikiye bölen bir film” çekmek, tam Tarantino’ya göre bir iş. Güzelim Türkçe argomuz sağolsun, oradaki “ikiye bölme” hadisesi birçok kişinin başına gelecektir. Hem de tam ortadan. Ama fikir ayrılığından mı, yoksa sıkıntıdan mı orası meçhul. Tamam, Tarantino ne yapsa yine izlerim. Ama bundan sonra artık beğenir miyim ondan emin değilim. Tarantino'nun şu enfes soundtrack seçkilerinden hiç söz etmedik. Zaten seçilmiş şarkılar kendilerini anlatıyor. Death Proof'un belki tek iyi yanı onlar.

Soundtrack



1. Jack Nitzsche - The Last Race
2. Smith - Baby It's You
3. Ennio Morricone - Paranoia Prima
4. Eli Roth & Michael Bacall - Planning & Scheming
5. T. Rex - Jeepster
6. Rose McGowan & Kurt Russell - Stuntman Mike
7. Pacific Gas & Electric - Staggolee
8. Joe Tex - The Love You Save (May Be Your Own)
9. Eddie Floyd - Good Love, Bad Love
10. The Coasters - Down In Mexico
11. Dave Dee, Dozy, Beaky, Mick And Tich - Hold Tight!
12. Pino Donaggio - Sally And Jack (From The Motion Picture Blow Out)
13. Willy Deville - It's So Easy
14. Tracie Thoms & Zoe Bell - Whatever-However
15. Eddie Beram - Riot In Thunder Alley
16. April March - Chick Habit

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Martyrs (2008)


Yönetmen: Pascal Laugier
Oyuncular: Morjana Alaoui, Mylène Jampanoï, Catherine Bégin, Robert Toupin, Patricia Tulasne, Juliette Gosselin
Senaryo: Pascal Laugier
Müzik: Alex Cortés, Willie Cortés

1970’li yıllarda Lucie adlı küçük bir kız, terkedilmiş bir binaya hapsedilerek işkence görmüştür. Ama bir şekilde kurtulmayı başarır. Tecavüze uğramamış, fakat yoğun bir fiziksel-psikolojik işkence gördüğü belli olan Lucie, yaşadıklarından sonra konuşamaz. Olayın sorumlusu veya sebebi hakkında hiçbirşey öğrenemeyen polis tarafından bir yetimhaneye verilir. Orada zor da olsa Anna ile arkadaş olur. Ama başından geçenlerin etkisinden kurtulması o kadar kolay değildir. Sürekli kâbuslar görmekte ve kendini yaralamaktadır. Aradan 15 yıl geçer. Bu kez dört kişilik mutlu bir ailenin Pazar sabahı kahvaltı telaşını, şakalaşmalarını, gelecek plânlarını izlemeye başlarız. Aniden kapı çalar ve ondan sonra dönüşü olmayan bir felaket başlayacak, hiç kimse için hiç birşey aynı olmayacaktır.

Filme geçmeden önce, filmin sonunda yapılan “martyr” kelimesinin tanımını hatırlatalım. Yunancası “marturos” olan kelime “tanık” anlamına geliyor. Buna benzer tanımların filmin sonunda verilmesinin, en başta verilmesinden daha etkili olduğu bir gerçek. Bu sayede film son bir vuruş daha yapıyor. Son bir vuruş diyorum, çünkü kendi adıma Martyrs’den yediğim darbeleri sayamayacak kadar sarsıldım. Etkileyici bir girişle başlayan, küçük Lucie’nin adeta cehennemden kurtuluşu sonrası bir türlü huzuru bulamaması ile biraz Guillermo del Toro klişesi de olsa bunalımlı bir öyküye meyleden, fakat sanki daha 8. dakikada finale geçiyor izlenimi veren ev baskını sahnesiyle acımasız bir slasher’a dönüşen Martyrs, asla bu kadarla yetinecek bir film olmadığını anlamamızı istiyor.


Pek çok soruya erkenden cevap verdiği halde yine de tekinsizliğini koruması, elindeki kozları tüketmediğini, ama bunların ne tür kozlar olduğunu ve rotasını ne yöne çizdiğini merak ettiriyor. Bu yüzden daha bütüne ulaşmadan birtakım kopukluklar yaşadığı, dağınıklaştığı, zorlama unsurlarla süresini uzatmaya çalışabileceği izlenimi yaratıyor. Kan döküyor, sakinleşiyor, tekrar deliriyor. Soracak yeni sorular buluyor. Bunları yaparken gerilimli omurgasını hiç bozmuyor. Sonra yeraltına iniyor. Orada bulduğu şey ile tekrar farklı bir düzleme oturuyor. Fakat onu da tüyler ürperten bir kısa film estetiğiyle bitiriyor. Hatta bu bitişle bile izleyiciye ters köşe yapan yalancı bir final sunuyor. Böylece nasıl ve nereden vuracağını fazla açık etmeden, uç uca eklediği parçaları kendine göre bir araya getirerek paketleyip ilk bir saatini tamamlıyor.

Fakat ondan sonra bu ilk bir saate devamlılık açısından bağlı, stil ve ruh yönünden farklı başka bir devam filmi başlıyor sanki. Filmin yaklaşık bu son yarım saati, karakter açısından korkunç bir kâbus içinde arınma bekleyişine, hangi amaca hizmet ettiği anlaşılamayan sistemli işkence seanslarına, tahammülü zor yer altı rutinlerine / ritüellerine dönüşüyor. Elbette korku-gerilim filmlerinde karakterlerin sürüklendiği dehşete doğrudan ortak olduğumuzu hissettirecek bazı verilerle birlikte, onların kurtuluşlarına yönelik aksiyon klişeleri ile karşılaşma ihtimallerini de yedekte tutabiliyoruz. Fakat bana göre bu kez durum çok farklı. Zira kendi adıma konuşayım ki son yıllarda The Descent ve [Rec]’den bu yana, sadece karakterini değil, seyircisini de o kâbus ortamına çekebilen başka bir son yarım saate tanık olmadım.

Bu noktada filmi yazıp yöneten Pascal Laugier’nin, benzerlerine sıklıkla rastladığımız üzere işkenceye övgüde bulunan hasta ruhlu bir sinemacı olduğu fikrine kapılmak olasıdır. Üstelik Laugier işkence olgusunu, kabul edilebilirliği tartışılır kendince yorumladığı bir metine de dayandırmayı tercih ediyor. Acının besleyiciliği, işkence görenlerin farklı bir dinsel boyuta taşındığı ve ölümden kısa bir süre önce insanların ölümü nasıl karşıladıkları yönünde merakları olan (ya da bu film sayesinde öyle bir merak unsurunun başkalarında varolabileceğini anlayan) seyirciye hazırlanmış psikolojik testler sunuyor. İşkencenin fiziksel vahşet tanımını metafiziksel yöne taşımaya yeltenen Laugier, ilk bölümde hedef şaşırtmaya yönelik bazı hamleler yapsa da, virüs kapmış zombiler, alt ego kandırmacaları, nazi uzantıları olmadan filminin içerdiği şiddete zemin hazırlamaya çalışmış.


İşkence, çocuk pornosu, intihar saldırıları, hayvan eziyetleri gibi “insanlık dışı” hastalıkların insana ait olduğu gerçeğini kanıksamış seyirciler, bu kez şiddeti “nedenli şiddet-nedensiz şiddet" olarak ayırmaya dahi başladılar. İşkenceyi turistik bir amaca döndürmüş Hostel, şiddeti kamusal intikama dayalı bir oyuna yöneltmiş Saw benzeri anlayışlara, uhrevî arayışlar içindeki işkence tarikatlarına hizmet eden yer altı organizasyonları eklendiğinde artık sinemada şiddet yorumlarının besin kaynaklarının tükenmeyeceğine inanıyorlar. İnsanoğlundan beklemeyeceğimiz bir şey kaldı mı? İşkencenin hidayete erme amaçlı kullanımının özellikle bakire olması muhtemel genç kızlar üzerinde daha etkili olduğu iddiasına koltuk çıkan dini, felsefi altmetinler de sunan Pascal Laugier, tıpkı son dönem Fransız gore-gerilimlerden olan Haute Tension’da iki kız, Frontière(s) ve À l'intérieur’da da hamile genç kadınlar üzerinden ilerleyen vahşet / arınma düzeneğinin izini sürüyor.

Birçok kanlı korku filminde çile çektirilen başrol oyuncularının da bu gencecik kızlardan oluşması, Martyrs’in sağladığı bu zeminle biraz olsun boşuna tercih edilmemiş hâle geliyor. Sözü onlara getirmişken filmin iki oyuncusu Morjana Alaoui ve Mylène Jampanoï’nın kan, ter, gözyaşı ve çığlıklarla bezeli oyunlarının gücünden bahsetmeden bu yazı bitmemeli. Laugier’nin onları çok iyi motive ettiği belli. Ama motive etmek kadar, motive olabilmek, üstüne giydiği karakteri kendi motivasyonun ötesine taşıyabilmek de önemli. Fiziksel ve ruhsal açıdan yoğun bir efor gerektiren her iki performans da filmi taşıyan en önemli unsurlar. Birinin öfkesini anlayabilmek için diğerinin acı çekişini görmek, birinin yanılgısını diğerinin doğrusuyla birleştirmek, Anna ve Lucie için hissettiklerimizi birbirine tamamlayan acı dolu tecrübeler halini alıyor.


Martyrs, kendime göre yorumlamaya çalıştığım bu sebeplerden ötürü kolay hazmedilir bir film değil. Özellikle ilk yarı son düzlük arasındaki geçişi normal bir slasher klişeliğinde okuyan seyirciyi bütün olarak kolay kolay tatmin etmeyecektir. Böyle durumlara karşı Hollywood kendi pazarlama yöntemlerini devreye sokup, Avrupa veya Uzakdoğu anlayışının dışladığı bu seyirci kitlesini ele geçirmek için yeniden çekimlere başvuruyor. Martyrs de bu politikanın şimdilik son halkası. Dünya çapında ülke sinemalarının korku / gerilim türünde yaşanılan tıkanıklığa buldukları çözümleri ve vahşeti daha da ağırlaştıran formülleri seyirciye sunma yöntemleri farklı şekillerde kendini gösteriyor. İşte hazırcı ve korkak Hollywood’un çözümü genelde (istisnalar da çıkabiliyor) üçüncü sınıf remake yapımlar, ya da basit istismarlar olurken, Japon sinemasından devraldığı orijinallik bayrağını uzun zamandır taşıyan İspanya ve Fransa hep daha farklı, hep daha sert çözümlerin peşinde koşuyor. Bu sayede Anna’nın kulağımıza söylediği şeyi optimizm ışığından çok, nihilizm karanlığı olarak algılayabiliyoruz. Öyle olmasını istiyoruz / istemiyoruz. Teoriler üretiyoruz. Bittikten sonra bir süre filmi yaşamak her zaman mutlu etmiyor.