26 Mayıs 2009 Salı

P.S. I Love You (2007)


Yönetmen: Richard LaGravenese
Oyuncular: Hilary Swank, Gerard Butler, Kathy Bates, Lisa Kudrow, Gina Gershon, Harry Connick Jr., James Marsters, Jeffrey Dean Morgan
Senaryo: Cecelia Ahern, Steven Rogers, Richard LaGravenese
Müzik: John Powell

Hoş ve zeki bir kadın olan Holly, eşi Gerry ile oldukça mutludur. Ancak Gerry ölümcül bir hastalığa yakalanır. Karısını çok iyi tanıyan Gerry ölmeden önce ona farklı zamanlarda eline ulaşacak şekilde düzenlenmiş bir dizi mektup yazar. Holly için bu mektuplar artık bir yol gösterici haline gelir. Bu mektuplar sayesinde hayata yeniden bağlanmayı öğrenecek ve kendini yeniden tanıyacaktır.

80’li yıllarda özellikle Meg Ryan, Julia Roberts gibi isimlerle ivme kazanan romantik komedi türü, geçmiş siyah-beyaz örneklerden de beslenerek kendi kaidelerini oluşturmaya başladı. Gerçek aşkı aramaya, bulmaya, bulduğunu kaybetmemeye dair romantizm, aşıkların kaprisleri sonucu oluşan gelip geçici sıkıntıları, bazen tebessüm, bazen kahkaha sağlayan komedi unsurları ve “kendini iyi hisset” mutlu sonlarıyla birleştiğinde hoş örnekler ortaya çıktı. Bekarlara, sevgililere, evlilere ya da aşkına karşılık bulamayanlara farklı duygular tattırdı. Hala da tattırmaya devam ediyor. Romantik komedilerin bu kalıplaşmaya yüz tutmuş geleneği her dönem geçerliliğini koruyacaktır. Çünkü bu filmlerde insanların duygu dünyalarına hitap eden, gerçek hayatta nadiren, hatta hiç yaşanmayan türden aşk hikayelerini izlemek zahmetsiz ve rahatlatıcı bir aktivitedir. Fakat bu tür, gittikçe büyüyüp çok sayıda örnek üretmeye başladıkça doğal olarak birbirinin kopyası, özensiz, özelliksiz örnekler de çoğalmaya başladı. Bu durum, aklı başında senaristleri romantik komedi sınırları dahilinde az da olsa farklılık yaratmaya yönelik senaryo arayışlarına itti. Hala Cinderella modeli senaryoların ortalıkta dolaştığını düşünürsek bu arayışı takdir etmek gerek. İşte P.S. I Love You, bu takdiri sonuna dek hak eden usta işi bir romantik komedi örneği.


Aslında P.S. I Love You için romantik kavramı ne kadar yoğun ve isabetli ise, komedi tanımlaması da o kadar hafif kalmakta. Derin bir romantizm, hatta yoğun bir dram rotasına sahip iken, komedi unsuru kendisini daha çok bu ahengi bozmayan zeki espirilerde buluyor. Zaten Cecelia Ahern romanından filme uyarlayan, aynı zamanda yöneten Richard LaGravenese daha önceleri The Horse Whisperer, The Bridges Of Madison County, The Fisher King filmlerinin güçlü romantik dokusuna senarist olarak imza atmış bir isim. P.S. I Love You tüm romantizm bileşenlerini harfiyen uyguladığı gibi, bu türün meraklıları için bile fazlasını barındırdığı söylenebilir. Açılışta tartışırken izlediğimiz Holly ve Gerry çiftinin bu uzun ve tempolu sahnesi, senaryo olarak bizi nasıl bir filmin beklediği yönünde fikir sahibi yaparken, açılış jeneriğinden hemen sonra Gerry’nin vefatı için eş-dost kalabalığının bir barda toplandığını gördüğümüzde o fikirleri çöpe atıp kendimizi akışa bırakıyoruz. Bolca flashback ile genç dul Holly’nin, ölen kocasının geçmişinin gölgesinde yeni bir hayata yelken açacağı bir filmin tahmini fazla zor olmasa gerek.

Ancak film, tüm bu tahminlerin, beklentilerin ışığında öylesine akıcı, keyifli, çok yönlü ve güçlü bir senaryoya, zengin ve renkli yan karakterlere sahip ki, belki de kaldırabileceğinden fazlasını yüklenmiş izlenimi uyandırıyor ilk başta. Öldükten sonra bile Gerry’nin daha önceden organize ettiği ses kayıtları ve mektuplarla Holly’nin hayatından çıkmayışı, bir romantik komedi için salıncak iplerinden birinin kopmuş şekilde sallanması demek bir yerde. Beyaz atlısı daha en başından tarih olmuş bir romantik komedi, flashback desteği ile filmi baştan alacak, böylece sonu belli bir aşkın zamanında nasıl alevlendiğine nostalji yapacak, belki biraz da bunaltacak. Evet P.S. I Love You bunların hepsini yapıyor. Ama çok daha katmanlı biçimde ve bunaltmadan. Yaslı dul Holly’nin yasını pas geçmeden, onun Gerry sonrası önüne çıkan fırsatları iyice inceleyerek, bunun yanında üzerinde düşünülmüş yan karakterlere ortalama romantik komedilerde fazla rastlanmadığı üzere daha çok şans tanıyarak, bunu yapmakla kendi ana hikayesinden uzaklaşmak şöyle dursun, o hikayenin temellerini daha da sağlamlaştırarak yola çıkan bir film.


Çifte Oscar’lı Hilary Swank’in canlandırdığı Holly, romantik komedi filmleri tarihindeki en şanslı kadınlardan bir tanesi belki de. Çok sevdiği kocasını daha filmin başında kaybetmiş bir kadın olarak bunun nasıl bir şans olduğu kafalara takılabilir. Aşkından şüphe duyulmayacak, deli dolu, yakışıklı, İrlanda hiperaktifliğine sahip ortalama bir erkek izlenimi veren, fakat ölmeden önce yazdığı mektuplarla zaman içinde aslında duygusal zekasının ne kadar güçlü olduğunu kanıtlayan Gerry’yi ayrı bir köşeye koyuyoruz. Onun haricinde filmde her biri için ayrı birer romantik film çekilebilecek iki tane daha prens adayı var ve ikisi de Holly’den gerçek anlamda hoşlanan tipler. Bu prens adayları başka filmlerde olmuştur ve prenses karşısında şanslarının olmadığını biliriz. Ama P.S. I Love You bu prensleri romantizm ciddiyeti ile öyle bir donatmış ki, Holly kimi seçerse seçsin kaybedene üzüleceğimiz nitelikte romantik komedi kadınının gözünde aşık olunası erkekler bunlar. Holly’nin annesinin barında barmen olan, ilaç kullanacak derecede “düşündüğünü anında söyleme” rahatsızlığına (!), ama öte yandan romantik bir olgunluğa sahip hassas Daniel (Harry Connick Jr.) ile, Javier Bardem-Robert Downey Jr. karışımı cazibesi bulunan İrlanda’lı müzisyen William (Jeffrey Dean Morgan) kesinlikle özen gösterilmiş karakterler.

Ölmüş olmasından ötürü Gerry’nin geri planda kaldığı düşünülmesin. Çok ustaca eklenmiş geri dönüşler, Holly’yi hayata tutunma yönünde motive eden mektuplar sayesinde filmin baştan sona bize asla unutturmadığı Gerry, İrlanda’da Holly ile tanıştıkları ve şehre kadar yürüdükleri bölüm (ki filmin en güzel anları bana göre burasıdır) gibi en romantik anların başrolünde yer alıyor. İşte bu üç erkeğin farklı zaman dilimlerinde temsil ettikleri aşk, tutku, arkadaşlık, bağlılık kavramları Holly’nin hayatına girip çıktıkça yapacağı seçim de birçok romantik yapımın önceden belli ettiğinden farklı olarak kendini ve izleyiciyi olayın akışına bırakmayı başarıyor. Anlıyoruz ki film, hüzünlü bir aşk hikayesini anlatırken öte yandan da bir kadının kendini keşfedişinin, üzerindeki ölü toprağından silkinip hayata karşı bir duruş belirleme çabasının da dökümünü yapıyor.

Holly’nin şansı, sabit bir hedefe yönlendirilmeyip cazip seçeneklere sahip olmasıyla kalmıyor. Yas tuttuğu dönemlerden itibaren kendisini yalnız bırakmayan fedakar anne Patricia (Kathy Bates), kankaları Denise (Lisa Kudrow) ile Sharon (Gina Gershon) –ki genelde ana karakterin tek bir kankası olurdu-, kızkardeşi Ciara ve Gerry’nin yakın arkadaşı John (James Marsters) gibi oldukça geniş yan oyuncu yelpazesi, yan karakter kavramının sadece kenar süsü anlamına gelmediğinin de kanıtı adeta. Bunda tüm oyuncuların sergiledikleri görüntü + irili ufaklı performanslardan söz etmeye gerek yok. Fakat özellikle Hilary Swank ve Gerard Butler arasındaki kimyaya değinmeli.


Oyuncular sadece görüntü olarak bir çift şeklinde yan yana getirildiğinde her zaman gözümüze uyumlu gelmeyebiliyor. Yetenekleri tartışılmaz çiftlerin bile beyaz perdede ikna problemi yaşadıklarını çok gördük. Swank-Butler ikilisi arasında bir uyumdan söz edebiliyorsak eğer, bunu oyuncuların performansları kadar, belki de daha fazla, senaryonun bu ikiliyi benimsetme başarısına borçluyuz. Burada sözünü ettiğimiz senaryo rahatlıkla bu zengin karakter ve olay zincirine sırtını verip klişelerle süresini doldurabilirdi. Ama filmin her bir unsuruna uyum sağlayabilen zeki, espirili, romantik, dramatik, hazırcevap hatta nutku tutulmuş ruh hallerini seslendiren renkli replikleri karakterize etmiş bir senaryodan söz ediyoruz.

Mesela yeni bir ilişki korkusunun “sanki yeni bir ayakkabı deniyorum gibi, almak istiyorum ama ayağıma olmuyor” benzetmesiyle ifade edilmesine “biraz çıplak ayakla yürümeye ne dersin?” şeklinde karşılık veren kıvraklık. Ya da bir şey yaratma üzerine romantik akımın öncülerinden şair William Blake’den yapılan alıntının çıkış sağladığı kendini keşfetme, hayata sarılma düsturunu çeşitleme. Mekan seçimleri bile filmin gidişatına çok uygun. Engin İrlanda yaylaları (onun yeşillik duygusu), boş bir stadyum (ve onun yeşillik duygusu), gibi geniş mekanlar yanında, bir bar kileri, nezih kapalı ortamlar ya da cıvıl cıvıl bir karaoke bar gibi daha dar alanlar da filmin set zenginliğine ruh katıyor. Güzel şarkıları da unutmamak gerekir. Kral Leonidas’ın 300 kişilik ordusunu gaza getirdiği sesinden Mustang Sally’yi dinlemek de bunların arasında.

Tüm bu pozitif unsurları derleyip toparlayıp P.S. I Love You’yu meydana getiren Richard LaGravenese, yılın en iyi romantik (komedi) yapımlarından birini sunuyor. P.S. I Love You hem yas tutan, geçmişe ve onun anılarına bağlı, üzen, ağlatan, bununla birlikte ümitle geleceğe bakmaya çalışan, neşeli ama toplamda olgun bir film. Sevgili, eş, karşılıksız aşık, arkadaş, ebeveyn, evlat her romantiğin görmesi gereken bir film. Bir erkeğin Holly’si olmak veya bir kadının Gerry’si olmak isteyenlere özel bir film.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder