Oyuncular: Kseniya Rappoport, Claudia Gerini, Pierfrancesco Favino, Alessandro Haber, Michele Placido, Clara Dossena, Piera Degli Esposti
Senaryo: Giuseppe Tornatore
Müzik: Ennio Morricone
Ukraynalı Irena, İtalya’nın bir şehrinde yaşayan gizemli bir kadındır. Zaman zaman tuhaf davranışlar sergileyen Irena’nın geçmişinde sakladığı çok önemli sırları, bu yüzden kaçmak istediği bir geçmişi vardır. Çabaları sonucu bir apartmanda temizlik işçisi olarak çalışmaya başlar. Daha sonra apartmandaki Adacher ailesinin özel yardımcısı olur. Bu iş, onun geçmişinden saklanmak için mükemmel bir sığınak olsa da, çevirdiği bazı dolaplarla o apartmanı özellikle istediği anlaşılan Irena’nın geçmişinden saklanmak kadar, o geçmişte saklı bir şeylerin de üzerine gittiği anlaşılır.
Sinema dünyasına Cinema Paradiso, The Legend Of 1900, Stanno tutti bene gibi yapıtları kazandırmış, 1956 Sicilya doğumlu usta yönetmen Giuseppe Tornatore’nin yeni filmi merakla bekleniyordu. 2000 yılı yapımı Malena’dan beri sessizliğini koruyan Tornatore, tam altı yıl sonra La Sconosciuta ile müthiş bir dönüş yapıyor. Yönetmenin referansı olmasa, afişinden ve klişeler kumkuması gibi duran konusundan ötürü kolayca es geçilebilecek bir film önyargısına kurban edilmemesi gereken usta işi bir film La Sconosciuta. Hızlı kurgusu, neredeyse 5 saniyeden fazla kilitlenmeyen planları ilginçtir, nedense filmin baş döndürücü bir hızla ilerlediğini düşündürtmüyor. İlk başlarda bu kurgu anlayışı ile Irena’nın kim olduğu, neler yaptığı ve bunları neden yaptığı soruları izleyiciyi “acaba ne çıkacak” merakına ve “beklediğime değecek mi” telaşına sürüklüyor.
Öte yandan bu “hızlı” temponun tozu dumana katan bir dörtnala gidişten ziyade, heyacan ve gerilim yüklü bir dakiklik olduğu anlaşılıyor. Tüm bu akıcılık içinde Tornatore, bize kahramanı Irena’yı temkinli de olsa benimsetmeyi başarıyor, olay örgüsünü, yan karakterlerini, sırlarını ve bunların film bitmeye yakın açığa çıkmasını engelleyici önlemlerini dantel gibi işliyor. Irena’nın fuhuş mafyasının eline düşmüş bir fahişe olduğunu ilk dakikalarda anlamamız, onun kaçmış olduğu şeyin de adını koyuyor gözükse de, saniyelik geri dönüşlerde izlediğimiz şiddet görüntülerinden ve konuşmalardan, onun geçmişteki hikayesini de merak ettirmeyi başarıyor. Bu kısa geri dönüşler, şimdiki zamanın üzerine güzelce serpilmiş, hatta kimi yerlerde kurgudaki devamlılığa katkıda bulunur şekilde tasarlanmış gizem tanecikleri adeta.
Giuseppe Tornatore, hazırlık aşamasından ortalarına kadar kurduğu gizemli ve karışık hikayesini, üslubu ile o kadar zenginleştiriyor ki, iki saatlik sürenin dolu dolu geçmesini sağlıyor. Bu üsluptan söz etmek gerekirse, benzerleri çokça bulunan geçmişinden kaçmaya çalışan bir bireyin sırlarla dolu hayatı masaya yatırıldığında az çok tarz belirgindir. Tornatore ise filmini okurken polisiyeden drama, gerilimden gizeme çok sağlam sıçramalar yapıyor. Filmin genel havasına birebir uydurduğu bu türlerin temelde birbirine yakınlığı işleri zaten kolaylaştırıyor diye düşünülebilir. Ancak kıvamı tutturmak her yönetmene nasip olmuyor. Bu türlerin birini alıp, öbürünü bırakmak, sonra diğerine tekrar dönmek gibi bir yöntemden biçimsel olarak kısmen söz edilebilir. Ama atmosfer olarak tam bir bütünlük mevcut. Şimdiki zamanın karanlığı (yer yer film-noir’a göz kırpan karanlığı) ve geri dönüşlerin ışık ve renk oyunlarıyla sağladığı kontrastı bir yerden sonra iç içe geçiriyor.
Tornatore’nin kıvamı, reklamlarda kasten kirletilen çamaşırların lekelerini çıkarmaya benzer bir meydan okuma gibi kendini test eder nitelikte. Güzel bir hikayeyi, içi dolu karakterler ve türler arası geçişlerle hızlı bir kurguya uyarlamak açık bir meydan okuma. Fakat bahsettiğimiz hız kavramını zıvanadan çıkarmayacak istasyonları da inşa etmiş bir tecrübeden söz etmek gerek. Yine başlangıçtan ortalara kadar kazasız ilerlediği yola, sonlara doğru koyduğu virajlar da bu tavrın ürünü. Hikayenin üzerindeki sır perdesinin kaldırılmaya başlanacağı son “düzlük”, işte bu meydan okuma anlayışı yüzünden bir “düzlük” değil, bir viraj adeta. Ama direksiyonda Giuseppe Tornatore olunca bunu hissetmediğimiz gibi, filmin geride kalan şeritleri de gözümüzün önüne gelmeye başlıyor sanki.
Tornatore, izleyicisine baştan sona dikkatle izlediği taktirde müthiş bir macera vaad ediyor. Öyle ki, bir bulmacanın parçalarını birleştirmeye çalışan ve başarıyla birleştirdiğini düşünen bir kısım izleyiciye de çok dramatik bir pusu kuruyor. Bir sürprize meydan okuyan başka bir sürpriz! Tahmin edilmesi ihtimal dahilinde olan ilk sürprizi hükümsüz bırakan çok daha çarpıcı bir son. Belki artık her filme bir sürpriz final uydurmak zorunda hisseden ve bu yolda kendini aşırı derecede zorlayıp filmin her şeyine zarar veren anlayışa da bir meydan okuma aynı zamanda. Doğaüstü olayların, yaratıkların, karton karakterlerin ve abartılı aksiyonların başı çektiği yapımlardan kolaylıkla banal sürpriz sonlar türetilebilirken, bunu tamamen normal insan ve olaylar etrafında seyreden bir filmden, gayet mantıklı ve dramatik bir yolla başarmak. Hayatın acımasız rutinine dahil duygu yüklü bir gerçeğe uyanış. İnandıklarımız uğruna sarf ettiklerimizin nereye gittiğini, o uğurda ödediğimiz bedellerin karşılığını nereden tahsil edeceğimizi sorgulatan hazin bir kırılma noktası. Ama bu kadarla kalmıyor. Tornatore, bu kez sürprizsiz, ama sonbahar bulutlarının hüznünü yüklenmiş derecede naif, son bir final daha hazırlıyor. Bu en son finalle adeta başka bir filmi yeniden başlatıyor. Ve artık filminde meydan okumayı o an bırakıp hayata dönüyor.
Irena, son dönem Avrupa sinemasının ses getirmiş yapımları düşünüldüğünde, tasarlanmış en güçlü kadın karakterlerden biri. Korkuları, zayıflıkları, hedefleri ve o hedeflere ulaşma yolunda gösterdiği azmi ile güçlü bir kadın. Hatta filmin adı “Irena” bile olabilirmiş. Filmde gencinden yaşlısına iletişim halinde olduğu herkes için bir muamma oluşu yanında, yine o insanların güven duyduğu bir birey olma yetisine de sahip. Bu ironi, Irena karakterinin varlık sebebini daha da üst düzey kılıyor. Anlam veremediğimiz davranış biçimleri sergilemesini anlamlandırma konusunda, özellikle sonlara doğru aydınlanan gerçeklerin de yardımıyla düştüğümüz sıkıntıdan bizi yine o kurtarıyor. Hikaye ile birlikte mükemmel ilerleyen bir karakter örneği.
Ama Rus aktris Kseniya Rappoport olmasa belki de bu sözünü ettiğimiz özelliklerin hiçbirine vakıf olamayacaktık. Ölçülü oyununu nerede yükseltip, nerede alçaltacağını çok iyi bilen, benzerine fazla rastlanmayan kadın anti-kahraman örnekleri arasında kendine hatırı sayılır bir yer edinmesi gereken çok olgun bir performans sergiliyor. Hem kadınsı, hem de erkeksi bir karizmayı, hem kendi doğallığında, hem de Irena’nın karakter yapısında derleyip toparlıyor. Rappoport hakimiyetindeki oyunculuk gücünün gerisinde de Adacher çiftini canlandıran İtalya’nın popüler oyuncuları Claudia Gerini, Pierfrancesco Favino ve diğer oyuncular, filmin önemli köşelerinde duran gerekli karakterlerin içini doldurmayı başarıyorlar. Talihsiz yaşlı kadın Gina rolündeki Piera Degli Esposti’den, Adacher çiftinin küçük kızları Tea rolündeki Clara Dossena’ya geniş sayılabilecek bir performans perspektifi de izliyoruz.
Sözünü ettiğimiz sürükleyici üsluba katkıda bulunan çok önemli bir etken daha var. O da büyük usta Ennio Morricone’nin insanın içine işleyen tema müzikleri. Yaşayan efsane, her notasında varlığını hissettiriyor, duyulduğu her kareye bir cila da kendisi çekiyor. Aday olduğu çeşitli festivallerde, Tornatore’ye, Rappoport’a, Morricone’ye ödüller kazandıran La Sconosciuta, neresine baksanız ustalık kokan, yılın en iyi Avrupa yapımlarından bir tanesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder