İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ağustos 2025 Pazartesi

Hallow Road (2025)

 
Yönetmen: Babak Anvari
Oyuncular: Rosamund Pike, Matthew Rhys
Senaryo: William Gillies
Müzik: Peter Adams, Lorne Balfe

Maddie ve Frank çifti, gece yarısı dışardaki kızları Alice'den bir telefon alırlar. Alice, 50 dakika uzaklıktaki Hallow Road'da önüne çıkan bir kıza çarpmıştır ve panik içindedir. Hemen yola çıkan çift, Maddie'nin bir paramedik olması ve kızına telefondan ilkyardım talimatı verebileceği güveniyle ambulans ve polisi aramazlar. Ama zamana karşı bir yarışa girişen anne ve baba için işler umdukları gibi gitmez. İlk uzun metraj senaryosu olarak William Gillies'in yazıp, İran kökenli İngiliz yapımcı, senarist, yönetmen Babak Anvari'nin yönettiği Hollow Road, tek mekan gerilimlerini sevenleri memnun edecek unsurlara sahip bir film. Mekan ise tıpkı 2013 yapımı Locke'da olduğu gibi hareket halindeki bir araba. Locke'da sadece Tom Hardy'yi telefon konuşmalarıyla izlemiştik. Hollow Road'da ise kaza yapan kızlarına yetişmek için yola çıkan iki ebeveyni izliyoruz. Haliyle ikisi de çok gergin ve bu kazanın öncesinde kızlarıyla bir tartışma yaşamış olmanın vicdan azabıyla daha fazla gerginlik yaşamayıp bu olaydan olabildiğince hasarsız çıkmak istiyorlar. Ancak gerek kızları Alice'in, gerekse anne baba olarak daha bilinçli, daha sorumlu olmaları gerekirken Maddie ve Frank'in hataları, zaten zor bir durumu daha da içinden çıkılması güç bir yola sokuyor. 

Gillies senaryosu, iki karakter ve telefondaki sesiyle Alice olmak üzere üç kişilik bir tek mekan içinde gerilimi açmayı, genişletmeyi ve zinde tutmayı başarıyor. Alice ile konuşan, olay yeri ve gelişmeler hakkında bilgi alan, Alice ile konuşmadıkları anlarda birbirleri ve üniversite öğrencisi kızlarının yaptığı seçimleri sorgulayan çiftin ruh haline ortak olmak hiç de zor olmuyor. Alice diğer arabayı alıp evden çıkmadan önce yaşadıkları tartışmanın konusu, ailenin ona verdiği tepki, ardından bu olayın yaşanması, üç kişilik bir şok dalgasının tohumlarını oluşturuyor. Özellikle arabada Alice ile konuştukları, Maddie'nin ilkyardım talimatları, sonrasında yaşananlar, kısacası onunla irtibat halinde oldukları her sahnede sadece Maddie ve Frank'i görüyor olsak da, telefonun diğer ucunda yaşananları gözümüzde canlandırmamızı kolaylaştıracak kadar detaylı, aynı zamanda gizemli bir gece modu içinde olay yerine doğru götürülüyoruz. Üstelik bir sebepten polisin ve ambulansın aranmamış olması filme kriminal bir kimlik yüklüyor. %90'ı sadece arabanın içinde, sadece iki kişiyle geçiyor olmasına rağmen Babak Anvari, mümkün olan her açıyı ve ışıklandırmayı kullanarak, karanlık ve kimsesiz yol görüntüleriyle yalnızlık hissini kuvvetlendirerek iyi bir reji sergiliyor.

Filmin kırılma noktalarını, final sürprizini açık edip tadını kaçırmamak için etrafından dolaşmak gerekirse, günümüz şartlarında kendi ölçeklerinde evrimleşen ebeveynliğin ne kadar meşakkatli bir konum, yapılabilecek bazı hataların da geri dönüşünün ne kadar zor olduğunu mesajlardan biri olarak belirleyebiliriz. Teknik olarak 18 yaşında başlayan yetişkinliğin aslında sadece kağıt üstünde başladığını, ergenliğin alınan kararlarda, uygulamalarda, davranışlarda bir müddet daha sürdüğünü kimse inkar edemez. Öte yandan modern ebeveynliğin gittiği yer de hiç iç açıcı sayılmaz. Evlatlarına eskisinden daha düşkün bazı ebeveynlerin, onların adına kararlar almak, onları korumak uğruna yaptıkları kimi yanlışların da ergenlik hatalarından farkı kalmayabiliyor. Tecrübe eksikliklerini yaşayarak gidermelerini beklemek yerine, onlara kolay çıkış yolları sunmak için çabalıyorlar. Kazalara, hatalara, ilişkilere karşı donanımsız yetişen, artık çocukluktan sözde yetişkinliğe adım atmış gençlerdeki bu "kollanma" güvencesinin kişilik oluşumuna negatif etkileri ebeveynlerin karşısına sürekli çıkmak zorunda. Tabii ki her ebeveyn güven vermek ister, vermelidir de. Ama fazlasını verdiğinde bunun bedelleri de olabiliyor. Tüm bunları sadece bir arabanın içinden ve telefon konuşmalarıyla yaratılan gerilimden çıkarıp seyirciye beyin fırtınası yaptıran Hollow Road, Rosamund Pike ve Matthew Rhys'in güçlü performanslarıyla da etkisini arttıran iyi bir psikolojik gerilim örneği.

22 Temmuz 2025 Salı

On Falling (2024)

 
Yönetmen: Laura Carreira
Oyuncular: Joana Santos, Inês Vaz, Piotr Sikora, Lukasz Kornacki, Itxaso Moreno, Neil Leiper
Senaryo: Laura Carreira
Müzik: Joshua Sabin

Üç kısa film sonrası Laura Carreira’nin yazıp yönettiği ilk uzun metrajı On Falling, Portekizli göçmen Aurora’nın Edinburgh/İskoçya'da büyük bir e-ticaret deposundaki iş hayatını ve göçmen işçilere tahsis edilmiş ortak kullanım alanlarına sahip ev hayatını izliyor. Tarz ve karakter olarak, bu filmin de yürütücü yapımcılarından biri olan Ken Loach sinemasını anımsatan Carreira anlatımı, sosyal gerçekçi sinemanın etkileyici bir örneği olarak dikkat çekiyor. Minimal, sade ama derinlikli bir dengede ilerleyen film, robotik çalışma şartları, ekonomik zorluk, yalnızlık ve bunların bireyin ruh sağlığı üzerindeki baskısını, her an gerçekliğini koruyarak resmediyor. Aurora’nın sabah uyanışından depo koridorlarında barkod okutmasına, öğle arasından iş bitiminde eve dönüşüne tekrar eden gün döngüsüne tanık oluyoruz. Bu tekrarlar, kapitalist sömürü mekanizmasının kurbanı haline getirdiği bireylerdeki zihinsel aşınmanın nasıl gerçekleşebileceğine dair güçlü fikirler veriyor. Her ne kadar yaptığı iş bir hazine avcılığı oyununu andırsa da, bir süre sonra göze amaçsız görünecek bir sıkıcılık içinde psikolojik olarak boğulacağını tahmin edebileceğimiz Aurora ve diğer işçilerin kapitalizm tarafından nasıl modern kölelere dönüştürülüp çiğnendiğinin binlerce örneğinden birini izliyoruz. Aurora'nın hem işte, hem evde yaşadığı yalnızlığın da bu aşınmada, çiğnenmede payı büyük.  

Şirketlerin çalışma politikalarının katılığı, ama bu katılığı bilinçsiz bir kibarlık ve tuhaf jestlerle sağaltma çabaları, insani açılardan ne kadar zayıf olduklarının bir göstergesi. Hıza ve kısa bir süre içinde yapılan çalışmanın miktarına bakılan bir iş yapan Aurora'nın, bir gün yüksek performansı nedeniyle ofise çağrılıp kutudan istediği çikolatayı seçmesine izin veriliyor örneğin. Aurora bir Portekiz göçmeni olmasına rağmen Carreira özellikle göçmen veya göçmen işçi sorunları üzerine basmaktansa genel olarak işçi sınıfının yaşadığı zorluklara Aurora üzerinden mercek tutmuş. Onun ulaşım, barınma, yemek, satın alma, sosyalleşme gibi temel ihtiyaçlarının hepsine son derece doğal ve aşinalık yaratan dokunuşlarda bulunarak bu kalemlerde yaşadığı zorlukların onu nasıl sessizce yıprattığının profilini çıkarmış. Kendisini arabasıyla işe götürüp getiren iş arkadaşının benzin parası talebi, telefonu bozulduğunda hesapta olmayan tamir ücreti, başka göçmen işçilerle kaldığı tesiste sıra kendisine geldiği halde ödeyemediği fatura gibi unsurlar, Aurora'nın ekonomik açıdan köşeye sıkışmışlığını o kadar yalın, kavgasız gürültüsüz, doğal biçimde betimleniyor ki, belki de bu yüzden çok daha sarsıcı bir etki bırakıyor. Yine aynı doğallıkla, onun işyerinde ve tesiste az miktarda yaşadığı sosyalleşme çabaları da burukluk yaratıyor. Kısaca hem ekonomik, hem de psikolojik yönden "kriz" yaşayan bir bireyin sessiz çığlığındaki o sessizliğin hayranlık verici gücünü izliyoruz.

Dar ve yer yer klostrofobi yaratan depo koridorlarında barkod cihazı bipleri fonunda gördüğümüz sahnelerin biraz uzun tutulması, Aurora'nın yaptığı iş üzerine ve o işin tekrara dayalı uyuşmuşluğunu seyirciye yansıtması açısından amacına ulaşmış denebilir. İş ve özel hayatının monotonluğu onu o denli esir almış ki, iş görüşmesi sırasında kendini ifade edemeyişi, artık kendini tanıyıp anlama melekelerinin zedelendiğine işaret ediyor. Minimal anlatımının içinde bu gibi o kadar güzel anlar var ki, yukarı doğru ilerleyen bantta olduğu yerde yuvarlanıp duran küçük kutu sahnesinin Aurora'nın hayatını özetliyor oluşundaki güzellik ve hüzün bunlardan biri. Onun yaşadığı ekonomik ve duygusal zorlukların sessiz tanığı olurken, varsa kendi tecrübelerimizi aklımıza getirmememiz çok zor. Büyük laflar etmeden, mesajlar savurmadan, sadece sadeliğine sığınan film, bir süre sonra Aurora'nın konuşmadan, sadece gözleriyle bile kurduğu cümleleri kafamızda kurmamızı sağlayabiliyor. Onu canlandıran, televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip Joana Santos'un iddiasız ve en çok da bu yüzden güçlü performansı filmin doğasıyla son derece uyumlu. Laura Carreira güçlü anti-kahramanlar yaratmıyor, sloganlar atmıyor, büyük ödüller vaat etmiyor, göçmen meselesini istismar etmiyor, tribünlere oynamıyor, gereksiz germiyor. Yalınlığı ve yalnızlığı öne çıkarıp bireyin kapitalizm canavarı karşısında düştüğü çaresizlik suretlerini hayatın doğal akışındaki dramatik ve hüzünlü sadeliğiyle yoğuruyor. İşte bu sadeliğiyle her türlü amacına ulaşmayı başarıyor.

26 Haziran 2025 Perşembe

Black Box Diaries (2024)

 
Yönetmen: Shiori Itô

2024 yapımı Black Box Diaries, Japon gazeteci ve belgeselci Shiori Itō’nun kişisel hikâyesine dayanan, kendisinin yönettiği sarsıcı ve cesur bir belgesel. Itō, 2015 yılında tecavüze uğradığını iddia ettiği gazeteci Noriyuki Yamaguchi'ye karşı verdiği hukuk mücadelesini belgeleyerek hem kişisel hem de toplumsal bir tabuyu kırıyor. Belgeselin adı, tecavüz olayından sonra delil olarak kullanılan ve olayın kayıtlarını tutan bir iç çamaşırındaki ses kayıt cihazına (Itō’nun tabiriyle “kara kutu”) gönderme yapıyor. Bu “kara kutu”, hem Itō’nun hafızasını hem de toplumun bastırdığı gerçekleri simgeliyor. Itō üzerinden cinsel şiddet mağdurlarının adalet arayışını ve toplumdaki sessizliği gözler önüne seren yapım, hem Japonya’da hem uluslararası alanda büyük yankı uyandırdı. Itō, kendi tecavüz vakasını ve ardından gelen adli süreci tüm açıklığıyla kameralara taşırken, izleyiciye sadece bir mağdurun değil, aynı zamanda toplumsal, hukuki, siyasi baskılara karşı direnen bir kadının hikâyesini sunuyor. Kendini numune alarak Japonya’daki cinsiyet eşitsizliğini, ataerkil adalet sistemini, politik açıdan arkası sağlam olanların kollanmasını ve medyanın sessizliğini sorgularken, tüm bunların Japonya'ya özgü olmadığını, evrenselliklerini de seyircinin algılarına emanet ediyor.

Belgeselin en güçlü yönlerinden biri, samimi ve doğrudan anlatımı. Itō’nun kamerası çoğu zaman bizimle direkt konuşuyormuşçasına yakın. Bu yakınlık, izleyiciyle kurulan empati bağını kuvvetlendiriyor. Ancak yine bu yakınlık, belgeselin duygusal yükünü zaman zaman ağırlaştırıp seyirciyi savunmasız bırakıyor, onu tanıklığa zorluyor. Benzer olaylar yaşamış olanlar için tetikleyici etkisi fazla denebilir. Itō, bir mağdur olarak bu pozisyonunu hep yanında tuttuğu gibi, aynı zamanda anlatıcı, soruşturmacı ve yönetmen olarak da hikâyesini şekillendiriyor. Bilgisayar kamerasına içini döküp ağladığı kadar, mahkeme salonlarından evinin köşelerine, katıldığı sivil toplum örgütleri toplantılarından, gizli kamera çekimlerine, arşiv görüntülerinden ekrana el yazısıyla yansıtılan kişisel video günlüklerine uzanan geniş bir perspektif kullanıyor. Fakat bu çeşitlilik yer yer dağınık bir görüntü de vermiyor değil. Yoğun bir duygusal an sonrası başka bir sahnede bu anın etkisini birden azaltan başka bir içeriğin devreye girmesi istikrarsızlık yaratabiliyor. Lakin bu durum belgeselin doğal bir sonucu olarak görülebilir. Zira Black Box Diaries, kurgulanmış bir hikâye değil, hala kapanmamış bir yaranın muhasebesi gibi.

Genel olarak Black Box Diaries, çağımızın en çetin meselelerinden birine, cinsel şiddete ve mağdurların adalet arayışına dair cesur ve çarpıcı bir tanıklık sunuyor. Belgesel, kişisel olanın ne kadar politik, sessizliğin ise ne kadar gürültülü, tepkisizliğin ne kadar çözümsüz olabileceğini hatırlatıyor. Sadece bir belgesel de değil, bir direniş, bir adalet çağrısı ve bir farkındalık eylemi adeta. Shiori Itō sadece kendi hikâyesini anlatmakla kalmıyor, başkalarının da konuşabilmesi için bir kapı aralıyor. Onun için sarf ettiğimiz çeşitli sıfatların yanına "aktivist" kelimesini de eklememiz yerinde olacaktır bu yüzden. Hatta bulunduğu coğrafyanın siyasi ve kültürel katılığına ithafen onu bu cesaretini bir kamikaze pilotuna benzetmek bile mümkün. #metto hareketinin Japonya ayağındaki en önemli figür kendisi. Her ne kadar bazı gizli kamera görüntülerini kullanmasıyla etik anlamda eleştirilse ve bunda haklılık payı olsa da, buradaki nihai amaca ulaşma yolunda mübah olan bazı şeylerin yasadışı olması çok da önem arz etmiyor. Nihai amaç, Yamaguchi gibi avcılara hak ettikleri cezayı vererek onun benzerlerine korku salmak, daha çok suskun insanın Itō gibi konuşmalarını sağlamak.

9 Mayıs 2025 Cuma

On Becoming A Guinea Fowl (2024)

 
Yönetmen: Rungano Nyoni
Oyuncular: Susan Chardy, Elizabeth Chisela, Esther Singini, Doris Naulapwa, Gillian Sakala, Carol Natasha Mwale, Loveness Nakwiza
Senaryo: Rungano Nyoni
Müzik: Lucrecia Dalt

Arabasıyla gece yarısı bir kostüm partisinden dönerken yolun ortasında bir ceset bulan Shula, cesedin dayısı Fred'e ait olduğunu fark eder. Görevliler neden orada olduğu ve neden öldüğü belli olamayan Fred'i aldıktan sonra cenaze sürecini izlemeye başlarız. Hatta film tamamen bu süreçten oluşmakta. Kalabalık sülalenin ve komşuların oluşturduğu kaos arasında Shula ve kuzenleri birbirleriyle konuşmaya başlayınca, Shula da kendi çapında araştırmalarını derinleştirdikçe Fred dayılarıyla ilgili karanlık sırlar ortaya çıkar. Birkaç kısa filmin ardından 2017'de yazıp yönettiği I Am Not A Witch ile başta BAFTA'nın ilk film ödülü olmak üzere çeşitli festivallerden ödül ve adaylıklar alıp ses getiren Zambiya doğumlu Rungano Nyoni, uzun bir aradan sonra On Becoming A Guinea Fowl ile çok daha güçlü biçimde geri dönüyor. Zambiya'da geçen hikayesi yerel bir kimlik taşıyor görünse de, özellikle kırsal kesimlerde kurulmuş erkek egemen normların yol açtığı kadına yönelik toplumsal baskıların evrenselliğini yansıtan bir yapım. Bir yandan ölü bulunan Fred'in ardından yakılan ağıtlar, edilen dualar, hazırlanan cenaze yemekleri sürerken, diğer yandan artık Fred'in ölü olmasından cesaret bulan yeğenleri Shula ve Nsansa geçmişe dair sırlarını konuşmaya başlıyorlar. Hatta henüz ergenlik çağında olan bir başka yeğen Bupe'nin telefonuna çektiği bir itiraf videosu buluyorlar. Böylece Fred'in hiç de bir aile büyüğü gibi davranmadığı anlaşılıyor.

Rungano Nyoni, istismar sorununu öyle bir yerden ele alıyor ki, sadece Zambiya'ya özgü olmayan ataerkil düzenin karşısında sesini çıkaramayan kadınların susma ve susturulma gerekçelerini bir yas ortamına yerleştiriyor. Bir "aile büyüğü" olarak Fred Dayı'nın pisliklerinin ifşa olması aile onuru açısından sülalenin hiç işine gelmeyecek bir durum. Böyle bir durumda maddi, en çok da manevi kayıp büyük olacaktır. Üstelik bu duruma ihtimal vermeyen veya örtbas etmeye çalışanlar sadece erkekler değil. Bupe'nin videosu ortaya çıkınca ailenin anneleri, teyzeleri, halaları yüreklerine taş basıp kendi kanlarından olan bu "yırtıcıya" siper oluyorlar. Asıl önemli olan soylarının onuruna leke düşürmemek, elaleme rezil olmamak olunca öz kızlarının uğradığı istismarları bile göz ardı edebiliyorlar. Zaten bu tür yüz kızartıcı meselelerin "aile içinde" halledilmesi taciz, tecavüz, istismar vakalarının yuvalanması için mükemmel bir kamuflaj. Üstelik aile büyüklerinin himayesi altında. Filmde aile büyüğü kadınların bir odada Shula ve Nsansa'yı karşılarına alıp sakince konuştukları sahnenin dehşet verici bir yanı var. Gencecik kızlarının onuru dururken kart zampara ağabeylerinin yediği haltların üzerini örtme refleksinin altında yatan şey, patriarka tarafından rehin alınmış, susturulmuş, etkisiz hale getirilmiş insanlık onuru olsa gerek. Dünyanın her yerinde, en azından her kırsalında durum aynı. Kadın erkek herkes bu değirmene su taşıdıkça değişmesi de imkansız görünüyor.


#metoo hareketiyle konuşmaya, sesini yükseltmeye, ifşalara, daha görünür olmaya başlayan insanlar, iptal kültürünün yerleşmesini sağladılar. Foyaları meydana çıkan bazı ünlüler eski görkemli günlerinden uzaklaştırıldı hatta hüküm giydi. Bu ifşanın başka bir boyutunda ise, eserleri başyapıt düzeyinde olan, kendileri birer dahi olarak görülen sanatçıların özel hayatlarındaki istismar, taciz, tecavüz, şiddet geçmişleri ancak mağdurların konuşmaya, örgütlenmeye başladıkları zaman ortaya çıktı. Ama bu hareketler çoğunlukla kamuoyunun gözü önünde oldu ve tabii ki şehirliydi. Kırsal kesimde hala bunun izi sürülemez, insanlar konuşamaz, konuşsa dahi haklı olsa bile haksız görülür, ailenin, sülalenin lekesi olurlar. Kendilerine yapılan kötülüklere karşı susmayı kanıksarlar. Filmde ancak Fred dayılarının ölmesinden cesaret alıp önce birbirleriyle konuşabilen, sonra da Bupe'nin videosu vesilesiyle annelerinin nasıl tepki vereceklerini bekleyen üç yeğen, kırsalın bu çıkmaz sokağına giriyorlar. Sanatçının karakteri ve özel hayatıyla sanatı arasındaki ilişkinin çelişkisinden farklı olarak Fred'in tek vasfının sadece bir aile büyüğü olması, onun yaptıklarının kabul edilmemesine, daha da fenası örtbas edilmesine yetiyor. Aile, akrabalık, din gibi tabular türlü sapkınlıklarla hiçbir zaman yan yana anılmıyor. Namus, şeref, ahlak, günah gibi kavramlarla bastırılıyor. Böylelikle Fred gibi erkeklere toplumsal bir dokunulmazlık zırhı bahşediliyor. Çünkü yaşlılar, akrabalar, babalar, amcalar, dayılar, din adamları asla böyle şeyler yapmazlar (!)

Rungano Nyoni filmde bu dehşet verici konuya bir başka eklenti daha  yapıyor. Fred'in genç karısı ve onun akrabaları ile Fred'in tarafı arasındaki itibar ve mal paylaşımının yapıldığı final bölümü. Yine aile büyüğü erkeklerin moderatörlüğündeki cenaze sonrası bu hesaplaşma yine kan dondurucu toplumsal gerçekliklerle dolu. En çok da aile büyüğü kadınların Fred'in karısına olan nefreti tam bir akıl tutulması yaratıyor. Başına buyruk zampara Fred'den olan bir sürü çocuğuyla perişan hale düşen genç kadının "kocasına ilgisizlik" ile suçlanma ironisi, aynı zamanda onun ve sülalesinin Fred'in sülalesi karşısında düştüğü aşağılanma bu dünyanın acı gerçeklerinden. Filmde adı geçen beç tavuğu metaforundan da mutlaka bahsetmek gerek. Orijinal adı "Numididae", menşei Batı Afrika olan bu tavuk türü, filmde görünen bir belgeselde de duyduğumuz üzere çok konuşkan bir hayvan. Bu konuşkanlık doğadaki tüm hayvanlar için de faydalı. Beç tavukları bir yırtıcının yaklaştığını gördüklerinde hep bir ağızdan sesler çıkarıyorlar. Bu sesler adeta "dikkat edin, tehlike var" uyarısı. Filmin başında arabada beç tavuğuna benzeyen bir kostümle partiden dönen Shula, onun kuzenleri olan Nsansa ve Bupe de bu beç tavuklarının insan versiyonu olarak görülebilir. Ne var ki tehlikeyi konuşarak haber verseler bile aileleri tavuklar kadar bile olamıyorlar. İlk kez bir filmde oynayan Shula rolündeki Susan Chardy ise beklenmedik biçimde çok tecrübeli, soğukkanlı, aynı zamanda her an duygusal patlama yaşayacakmış gibi kontrollü ve doğal görünüyor.

11 Nisan 2025 Cuma

The Duke (2020)

 
Yönetmen: Roger Michell
Oyuncular: Jim Broadbent, Helen Mirren, Fionn Whitehead, Matthew Goode, Anna Maxwell Martin, Jack Bandeira
Senaryo: Richard Bean, Clive Coleman
Müzik: George Fenton

1961 yılı İngiltere’sinde geçen, 60 yaşındaki bir taksi şoförü olan Kempton Bunton’ın Londra’daki National Gallery’den ünlü ressam Goya'nın Wellington Dükü Portresi’ni çalmasını ve sonrasını konu alan The Duke, yaşanmış olaylara dayanan bir komedi dram. O yıllarda BBC izlemek için devletten para karşılığı ruhsat alınması gerekiyordu. Bunton'ın isyanı da böyle başladı. O dönem medyanın büyük ilgisini çeken tablo 145 bin sterline satın alınmıştı. Bunton, tabloya verilen bu parayla yaşlıların BBC ruhsatlarının karşılanabileceğini düşünerek bu duruma tepki vermek ve dikkat çekmek niyetiyle hareket etmişti. Senaryosu Richard Bean ve Clive Coleman'a, rejisi ise en bilinen filmi 1999 yapımı Notting Hill olan Roger Michell'a ait olan The Duke, başarıyla uyarlanmış senaryosuna, kaliteli oyuncu kadrosuna rağmen iddiasız, sade ve kendi halinde bir film. 60 yaşında olmasına karşın canlı, hayat dolu, esprili ve asi ruhlu bir kişiliğe sahip olan Kempton Bunton, BBC'yi ruhsatsız olarak izlediği için kısa bir süre hapse bile giriyor. Daha sonra çalıştığı bir iş yerinde göçmen bir çalışana zorbalık yapıldığını görüp buna tepki verince işinden oluyor. Böylesi haksızlıklara karşı susmayı karakterine yediremeyen dürüst, vicdanlı, sevimli, hüzünlü bir adam. Hüzünlü çünkü kız evladını bir kazada kaybetmiş. Onun adına bir oyun bile yazmış. Ama onun bu hallerinden hoşlanmayan karısı Dorothy ile de sık sık atışmalar yaşıyor. İlerlemiş yaşına rağmen evlere temizliğe giden, Kempton'ı düzeltilmesi gereken bir insan gibi gören ve tabii kaybettiği evladının yasını sessizce tutan bir kadın olarak onun da kendi sorunları var.

Evin iki oğlundan biri olan, polisle sık sık başı derde giren işe yaramaz Kenny ve kendi halinde iyi bir çocuk olan Jackie de filmin diğer karakterleri. Özellikle babasına düşkün, onunla hem oğul, hem de arkadaş ilişkisi içindeki Jackie'nin filmde önemli bir yeri var. Senaryo hepsine yer açabilen, onları benimsetmek için özel bir çaba sarf etmeyen sadelikte. Film, Kempton'ın Dük'ün portresini çalmak suçundan mahkemede yargılandığı sahneyle başlayıp, geriye dönerek olayın nasıl bu hale geldiğini baştan alan bir anlatım izliyor. Sonu mahkemede biten bir olayı başa dönerek anlatan bu tarzı onlarca filmde görmüşlüğümüz vardır. Burada bu tarzın keyfimizi kaçıran bir etkisi olmadığı gibi, mahkemeye düşene kadar neler yaşandığı hakkındaki merakımızın daha baştan körüklenmesi iyi bile oluyor. Kempton'ın sistemle imtihanı, çalınan tabloyla başka bir boyuta ulaşırken, temelde emeklilerin ve gazilerin BBC ruhsatlarının karşılanması gibi bir amaca yönelik fidye fikri, gerçekleşmesi çok zor olsa da en azından niyet olarak çok ulvi ve sevimli. Zaten Kempton'ın eylemin başarıya ulaşması gibi bir beklentisi pek yok. Yine de sistemi bu şekilde sallamak bile onun için yeterince ileri bir adım sayılır. Zira küçük görünen bu tip taleplerin daha geniş kitlelere ulaşabilmesi için popüler bir olayı kullanma zekası yabana atılmamalı. O bunları yaparken Dorothy'nin ona hiç destek olmaması, yaşına uygun davranmadığı gerekçesiyle onun her fikrine karşı olması, Dorothy'nin kötü bir karakter olduğu anlamına gelmemeli. Zira evladını kaybetmek ve istemediği bir iş yapmak zorunda kalmakla yeterince sıkıntı çeken Dorothy, bir de üstüne kocasının başını belaya sokmasını istemiyor. Ailenin geri kalanının bir arada olması, huzur içinde yaşaması onun için daha önemli.

Kempton Bunton’ın o kadar güzel bir karakteri var ki, dokunduğu her kişiye, her seyirciye pozitif duygular yüklüyor. Son zamanların en etkileyici mahkeme sahnelerinden birini izlerken, salondaki hemen herkese de dokunabilen bu pozitiflik, onun sadece kalpleri fethetmek için çok özel bir çaba sarf etmeyebileceği, özel hitabetinin ve doğallığının yeterli olabileceğini gösteriyor. Esprileri, hazır cevaplığı, samimiyeti, tuğla benzetmesi, iyilik ve kötülüğün içimizdeki hazır bulunuşluğu, güven meselesi, insanlarla yeniden kaynaşma, Joseph Konrad romanı "Karanlığın Yüreği" romanı, 14 yaşındaki anısı gibi pek çok harika detayla süslü bu olağanüstü mahkeme bölümü, yürek ısıtan, güldüren, hüzünlendiren, bunları birbiri ardına anlık duygu karışımları şeklinde tasarlayan bir senaryo lezzeti taşıyor. Tabii bunun sağlanmasında en büyük pay sahibi de Kempton Bunton’ı canlandıran usta oyuncu Jim Broadbent. Huzur veren ses tonu, doğal duruşu ve kurduğu her cümlenin karakterine uyan mimikleriyle çok değerli bir oyuncu olduğunu bir kez daha, 76 yaşındayken de anlıyoruz. Eşi Dorothy rolünde ise bir başka usta Helen Mirren var ki, o da Dorothy'nin içinde yuvalanmış yorgunluk, yas ve sessiz öfkeyi sakin bir zahmetsizlikle canlandırmakta bu ustalığını sergiliyor. Bir TV filmi mütevaziliğiyle çekmiş olduğu bu küçük filmiyle seyircinin yüreğinde büyük şeyler başarabilen Roger Michell, Notting Hill ile birlikte kariyerine iyi bir film daha ekliyor.

25 Şubat 2025 Salı

Conclave (2024)

 
Yönetmen: Edward Berger
Oyuncular: Ralph Fiennes, Stanley Tucci, John Lithgow, Lucian Msamati, Sergio Castellitto, Isabella Rossellini, Carlos Diehz, Jacek Koman, Balkissa Souley Maiga
Senaryo: Peter Straughan, Robert Harris
Müzik: Volker Bertelmann

Papa'nın ölümünün ardından dünyanın dört bir yanından gelen kardinaller yeni bir dini lider seçmek üzere oylama yapmak için Vatikan'da toplanırlar. Onları denetlemek üzere görevlendirilen Thomas Lawrence (Ralph Fiennes), yeni Papa adayı bir grup kardinali gözlemlemeye, onların bu kutsal göreve ait olup olmadıklarına dair fikirler edinmeye başlar. Ama Lawrence kendini, Vatikan'daki entrikaların, sırların, yalanların, ikiyüzlülüklerin yeni Papa seçilmeden önce ortaya çıkarması yönünde kritik bir konumda bulur. Robert Harris'in 2016 tarihli aynı adlı romanından Peter Straughan'ın uyarladığı filmin yönetmeni ise The Terror ve Patrick Melrose gibi başarılı mini seriler yönetmiş, asıl çıkışını 4 dalda Oscar kazanan All Quiet On The Western Front yeniden çevrimi ile yapmış olan Alman yönetmen Edward Berger. Peter Straughan'a geri dönersek kendisinin bundan önceki roman uyarlamalarından ikisine özellikle değinebiliriz. İlki, 2012 yılında uyarlama dalında Oscar adaylığı alan Tinker Tailor Soldier Spy, diğeri de çok satan Jo Nesbø romanı uyarlaması The Snowman. Biri ödüllere boğulan, diğeri ise büyük hayal kırıklığı yaratan bu iki uyarlamayla istikrarlı bir görüntü vermeyen Straughan, Conclave ile yine Oscar adayı oldu ve genel olarak çok başarılı. Son yıllarda Katolik kiliselerine ve Vatikan'a olan güvenin sarsılmasından hareketle, yeni bir Papa seçilme süreci kurgulayan romanın söylediklerini çok doğru zamanlamalar ve hamlelerle beyaz perdeye taşıyan güçlü bir uyarlama.

Filme girişimiz çok pratik ve dolaysız oluyor: Papa ölür, yerine geçecek yeni Papayı seçmek için kardinaller toplanır, toplamda 72 oy alan kardinal yeni Papa olacaktır ve bu oya ulaşılana dek oylama sürecektir. Tabii bu oylama tecrit altında, dış dünyayla kapalı olarak yapılacaktır. Bu süreci denetleyecek olan Kardinal Lawrence ise filmin merkezinde bir anıt gibidir adeta. İlk oylamada ortaya çıkan görüntüye göre yarış, muhafazakar İtalyan kardinal Tedesco, kardinal Tremblay, Nijeryalı kardinal Adeyemi, Amerikalı liberal Bellini, ölen Papa'nın emriyle son dakikada dahil olan Kabil'de görev almış kardinal Benitez, hatta hiç istemediği halde oy alan Lawrence arasında geçiyor. Gerekli çoğunluk sağlanamadıkça süreç üzüyor. Bu süreçte Lawrence'ın adaletli bir seçim olması ve tüm Hristiyan alemini temsil edecek yeni Papa'nın çağdaş, barışçı, etkili bir kişi olması yönünde bir çabaya girişini izliyoruz. Bu uğurda adayların birbirlerini yarıştan çıkarmak için sırlar, yalanlar, komplolar, vicdan sınavları ile dolu hamlelerini görüp, bunları ifşa etmekten de geri durmuyor. Lakin onun bu adalet duygusuyla gösterdiği çabalar diğer adaylarda "acaba Lawrence da mı Papa olmak istiyor" hissiyatı uyandırıyor. Bu hissiyat sadece adaylarda değil, biz seyircilerde, hatta Lawrence'ın bizzat kendisinde bile uyanıyor. Bu makamda gözü olmadığını, hatta bu seçimden sonra Vatikan'dan ayrılacağını söyleyen Lawrence'ın içine düştüğü ikilemlerin arkasında, kısıtlı bir süre içinde çok önemli bir kararın verilme zorunluluğu yatıyor.


Bir yanda başka dinler karşısında daha sert tavır alınmasını savunan kısıtlayıcı, muhafazakar ve gelenekçi bir kanat, diğer yanda eşcinsellik karşıtlığı, ırkçılık, yobazlık, çevre kirliliği gibi global meselelerde pasif kalınması, ötekileştirmenin artması, bitmek bilmeyen taciz davaları sebeplerinden ötürü dine, kiliseye, tanrının varlığına olan inancın sarsılması gibi sorunlardan rahatsızlık duyan reformist ve özgürlükçü bir kanat bulunuyor. Lawrence, ikinci grubu temsil eden Bellini'yi desteklediğini saklamıyor. Öte yandan, Papa olmak konusunda çok da hevesli olmayan ama kazanması durumunda Tedesco gibi bir muhafazakarın bir çırpıda kilisenin tüm olumlu adımlarını, kazanımlarını ortadan kaldırıp onlarca yıl geriye götürebileceği ihtimalini de kabullenemeyen Bellini de Lawrence ile benzer ikilemler, kaygılar yaşıyor. İkisi arasında geçen diyalogların gücü büyük ölçüde buradan gelmekte. Birtakım yalanlar, sırlar, komplolar ortaya çıkmaya başlayıp adaylar eksilirken, ayakta kalan "geleneksel" ve "yenilikçi" düellosu arasında sağduyuyu güçlendirecek hamleler gerekiyor. Bu haliyle içinde cinayet olmayan farklı bir "katil kim" polisiye gizemi ve içinde kağıt üstünde politikacı olmayan bir politik gerilim duygusu yaratan film, mesajlarını zahmetsiz ve etkili biçimde iletecek bir atmosfer kuruyor. Tabii her oturumda Lawrence'a oy verdiğini itiraf eden ve bunu çok iyi gerekçelendiren kardinal Benitez'in hem gizemi, hem de açık sözlülüğü bu atmosfere önemli katkı sağlıyor.

Kardinal Thomas Lawrence'ın oylamalar başlamadan önceki etkileyici açılış konuşması için ayrı bir paragraf açmak gerek. Lawrence konuşmasında tüm günahlar içinde en çok korktuğu günahın “kesinlik” olduğunu söylüyor. "Her şey kesin olsaydı imana gerek kalmazdı. Şüpheden yana olmalıyız, bize şüphe gerek, yeni Papa şüphe eden biri olmalı” demesinden adının Kuşkucu Tomas'tan esinlenerek konduğunu fark edebiliyoruz. İsa'nın 12 havarisinden biri olan Tomas'ın kafası kuşkularla doluydu. İsa gerçekten Tanrı'nın Oğlu mu? Dediği gibi gerçekten öldükten sonra dirilecek mi? Tomas bu kuşkuları hep yüreğinde taşıyarak sonuna kadar İsa'nın peşinden gitti. Daha sonra bu kuşkularından arınıp bu uğurda şehit olsa da hep "Kuşkucu Tomas" olarak anıldı. Ancak Lawrence'ın kastettiği şüphe, Tanrı'nın varlığına olan inancın sorgulanması değil, kilisenin nüfuzunu kullanışındaki, cemaatini oluşturan bireylere yaklaşımındaki yanlışlıkları, suç teşkil edecek yozlaşmaları sorgulamaya yönelik şüpheler. Bu bağlamda Lawrence, Fernando Meirelles'in 2019 tarihli The Two Popes filminde Vatikan içinde reformist ve muhafazakar tarafların uzlaşması gerekliliğinin vurgulanmasına benzer şekilde yenilikçi, hoşgörülü, barışçı bir ortak paydada buluşulması temennilerini de dile getiriyor. Yani bir bakıma daha baştan Tedesco'ya karşı Bellini'yi benimsediğini dile getiriyor. Ancak Bellini'ye göre de Lawrence'ın bu konuşması oyların bölünmesi anlamına geliyor.

Yaşanan sürpriz gelişmelerle bir türlü istenen çoğunluğu sağlayamayan kardinaller tecrit altındayken dışarıda da bazı taşkınlıklar baş gösterince zamanın daraldığı, acilen sağlıklı bir karar alınması gerektiği duygusu filmin çok iyi başardığı iletkenliklerden biri. Papalık makamı, kardinaller, seçim, tüm bunlar dinin kurumsallaşmış, politikleşmiş yönüne işaret ederken, "Hristiyan aleminin ruhani liderini seçmek" ironisi ise filmin doğrudan dillendirmeyip, hissettirdiği bir durum. Filmden bağımsız, koca koca adamların büyük bir ciddiyetle havanda su dövdükleri, uğruna yüzyıllar boyunca milyonlarca insanın harcandığı din olgusunun temsil ettiklerinin artık farklılaşamasını, özgürleşmesini, hoşgörüye dayanmasını isteyen Lawrence gibi figürlerin bu sistem içindeki varlıklarını, verdikleri mücadeleleri de bu hislere katmak mümkün. Keza, ahlak timsali kardinallerin de kusurlu birer birey oldukları, günah ve yasak telakki ettikleri davranışlardan kopamadıkları ya da içlerindeki kötüye mani olamadıkları da filmin o slogansız dürüstlüğü içinde kendine yer buluyor. Vatikan'ın da hayatın kendisi gibi erkek egemen oluşunda artık ne kadar varolabilirlerse Rahibe Agnes ve Rahibe Shanumi gibi iki kadının sır küpü olarak kullanılması ama konuştuklarında bir şeyleri değiştirebilecekleri de unutulmamış. Tabii yüzyıllardır günahların kaynağı olarak görülmüş kadınların bu ruhani dünyada yeri ne kadarsa, filmde de o kadar.


Conclave, konusu ve mekanı sebebiyle sıkıcı bir film gibi algılanıp önyargılara kurban gidebilecek bir film olsa da gayet akıcı, sırları, gizemi ve mesajlarıyla diri bir ana akım örneği. Sürpriz finali de pastanın üstündeki çilek gibi. Öte yandan biçimsel olarak da çok güçlü bir film. Başta Un prophète olmak üzere önemli Jacques Audiard filmlerinde, Elle, Jackie gibi yapımlarda görüntü yönetmenliği yapmış Stéphane Fontaine'in birinci sınıf işçiliği, Nick Emerson'un usta işi kurgusu, 2023'te All Quiet On The Western Front ile Oscar kazanan Volker Bertelmann'ın müzikleri, prodüksiyon tasarımı, sanat yönetimi, kostümleri her şeyiyle dört dörtlük bir yapım. Işık kullanımından da ayrıca söz etmek gerekir. Çeşitli sahnelerin temalarına uygun harika bir ışık ve gölgelendirme becerisi mevcut. Aydınlığı, karanlığı, loşluğu ilgili sahnelerde adeta bir karakter gibi kullanan bu beceri İtalyan ağırlıklı kalabalık bir ekibe ait. Özellikle Stanley Tucci, John Lithgow, Lucian Msamati ve az görünse de Isabella Rossellini tecrübeleriyle abartısız ve etkili performanslar sergiliyorlar. İkilemleri, telaşı ve adalet duygusunu koruma çabasıyla filmin merkezinde yer alan Thomas Lawrence rolüyle Ralph Fiennes ise ufacık mimikleri, göz hareketleri, içinde fırtınalar esen sakinliğiyle bile rolüne, etrafına, filmin tamamına hakim bir görüntü veriyor. Dizilerle İngilizce yapımlara ısınan Edward Berger, ilk İngilizce uzun metrajında, daha önceden Oscar ödülü kazanmış bir yönetmenin şımarıklılığını göstermeyip, her yönüyle özenilmiş kaliteli bir yapıma imzasını atıyor.

18 Ekim 2024 Cuma

The Wasp (2024)

 
Yönetmen: Guillem Morales
Oyuncular: Naomie Harris, Natalie Dormer, Dominic Allburn, Leah Mondesir-Simmonds, Olivia Juno Cleverley
Senaryo: Morgan Lloyd Malcolm
Müzik: Adam Janota Bzowski

Morgan Lloyd Malcolm'un yazıp Guillem Morales'in yönettiği The Wasp, uzun yıllar konuşmadıktan sonra bir fincan çay içmek için bir araya gelen iki çocukluk arkadaşı Heather ve Carla'yı mercek altına alan bir dram. Birer yetişkin olarak farklı konumlara gelmiş iki çocukluk arkadaşı yıllar sonra bir araya geldiğinde Heather, Carla'ya beklenmedik bir teklifte bulunur. Buluşma teklifi de Heather'dan gelmiştir. Başta Carla bu teklife yanaşmasa da Heather'ın ısrarı sonuç verir ve ikili adım adım dönüşü olmayan bir yola girerler. Bu teklifin ne olduğunu açık etmeden film hakkında konuşacak olursak, küçük ama etkili bir psikolojik gerilim/dram olduğunu söyleyebiliriz. Senarist Morgan Lloyd Malcolm'un bu ilk uzun metraj senaryosunu filme alan Katalan yönetmen Guillem Morales'i özellikle ülkesinde çektiği El habitante incierto (2004) ve Los ojos de Julia (2010) gibi iki başarılı psikolojik gerilimden hatırlıyoruz. Daha sonra İngiliz yapımı uzun soluklu dizi Inside No. 9'dan 15 bölüm yöneterek coğrafyaya ısınan Morales, rahatlıkla bu başarılı dizinin iyi bölümlerinden biri olabilecek senaryoyu yine İngiliz yapımı olarak çekmiş. Tabii bir buçuk saatlik bu filmi, her bölüm farklı bir olayı işleyen yarım saatlik Inside No. 9 süresinde ele alabilir miydi bilinmez. Dizinin senaristleri Steve Pemberton ve Reece Shearsmith mutlaka bir yolunu bulur, filmin büyük bir bölümünün geçtiği Heather'ın evinin kapısına da No. 9 yazarlardı.

The Wasp, Heather'ın girişimiyle yıllar sonra buluşan iki arkadaşın, yine Heather'ın yaptığı bir plan üzerinde anlaşmaları sonrasında yaşananları sıklıkla bir tiyatro atmosferinde, iki arkadaşın okul yıllarında yaşadığı bazı kilit olaylara flashback de yaparak anlatıyor. Onların aslında pek de arkadaş olmadıklarını, karanlık ve sırlarla dolu bir geçmişleri olduğunu anlıyoruz. Ebeveyn ve akran zorbalığının ergenler üzerinde açtığı yaralar, bu yaraları iyileştirmek adına atılan yanlış adımlar, travmalardan kurtulamayıp yetişkinliklerinde yine hatalara düşen yetişkinlerin suça eğilimleri gibi meseleler iki karakterle ve dar bir çerçevede yorumlanmaya çalışılıyor. Geçmişte birbirleriyle yaşadıklarını yavaş yavaş öğrendikçe yetişkinliklerinde bir araya gelme fikrinin özellikle Carla tarafından bakıldığında bir miktar mantık sorunu yaşadığı söylenebilir. Kolay unutulacak gibi olmayan fakat her nasılsa unutulmuş bazı olayların Heather ve Carla açıları aynı oranda inandırıcı olmayabiliyor. Güvercin, arı, tarantula avcısı gibi canlıların sembolleştirilmeleriyle sağlanan derinliğin de bakışa göre faydalı olması mümkün. Özellikle filme adını veren, tarantula şahini olarak da bilinen yaban arısının karakteristiği, Heather'ın travmasıyla örtüştürülmekte. Moonlight filmindeki rolüyle 2017 yılında En İyi Yardımcı Kadın Oscar adayı olan Naomie Harris ve Natalie Dormer'ın karşılıklı performansları, bazen abartıya kaçıyor gibi görünse de genel olarak etkileyici sıfatını hak ediyor. The Wasp için büyük beklentilerle izlenmediği taktirde düşük bütçeli bir filme göre hedeflerine ulaşmış diyebiliriz.

28 Haziran 2024 Cuma

Albert Nobbs (2011)


Yönetmen: Rodrigo García
Oyuncular: Glenn Close, Janet McTeer, Mia Wasikowska, Brendan Gleeson, Aaron Johnson, Pauline Collins, Bronagh Gallagher, Maria Doyle Kennedy, Jonathan Rhys Meyers, Brenda Fricker
Senaryo: István Szabó, Gabriella Prekop, John Banville, Glenn Close
Müzik: Brian Byrne

George Moore’un kısa hikâyesini ünlü Macar sinemacı István Szabó’nun genişlettiği, Macar Gabriella Prekop, İrlandalı John Banville ve filmin başrol oyuncusu Glenn Close’un birlikte senaryo haline getirdiği Albert Nobbs, televizyon dünyasının en özgün işlerinden olan In Treatment’a yapımcı, senarist ve yönetmen olarak emek vermiş, aynı zamanda birkaç vasat Hollywood filmi de çekmiş Kolombiyalı Rodrigo García’nın çektiği başarılı bir dönem dramı. 19. Yüzyıl İrlanda’sında bir otelde uzun zamandır kadın olduğunu gizleyerek şef garsonluk yapan Albert Nobbs’un, bir gün otelin bir bölümünü boyamak için gelen ve kendisi gibi kadın olduğunu saklayan Hubert Page ile tanışmasını konu alan film, bu iki kadının birbirleriyle adım adım kurdukları dostluktan dokunaklı bir kimya yaratıyor. Bu kimyayı ekonomik biçimde çok olumlu yönde kullandığı gibi, zemini çok müsait olduğu halde klişe duygu sömürülerine prim vermeyen bir olgunlukla naif kalmayı beceriyor.

Dönem şartlarının işçi sınıfına getirdiği zorluklar bünyesinde kadın olmanın ekstra yükünü taşımaktansa, erkek kılığına girerek toplumda iş ve sosyal statü kazanma avantajı elde eden benzer karakterlerin hikâyelerinden farklı olarak, Albert Nobbs’un çok daha sıradan ve bu sayede gerçekçi gerekçeler öne sürdüğü görülüyor. Bir kere hem Albert’ın, hem de Hubert’ın erkek kılığında, erkeklere ait olduğu düşünülen işlerde çalışıp hayatlarını sürdürüyor olmalarının altında tipik “ezilen kadın” feminizmi çok fazla öne çıkmıyor ki, bu hikâyenin belki de en orijinal noktası bu. Albert ve Hubert’ın farklı hikâyeleri sonucunda öğrendiğimiz, onların değişik sebeplerle kendilerini bir anda karşı cins konumunda bulmaları, bu konumu kendi çıkarlarını zedelememek, mutlu bir evlilik, başarılı bir iş hayatı ve huzurlu bir yaşam hayallerini gerçekleştirebilmek uğruna sürdürerek, ait olduklarını hissettikleri gerçek cinsel kimlik bünyesinde varoluşlarını keşfetmeleri.


Özellikle Albert’ın geçmişte yaşadığı acı tecrübe sonrası bir cinsel konum belirlemesi her ne kadar ona haklı olarak olmazsa olmaz “ezilen kadın” karakteri yüklüyor olsa da, aslında filmin geri plânda vurgusunu yaptığı şey “ezilen birey” fikri. Zira Albert’ın geçmişine yapılacak flashbacklerle ya da dozu abartılmış dramatik sahnelerle karakterin suistimal edilmesi çok kolayken, film bunu daha ılımlı fakat yine de gücü yerinde bir üslupla ifade ediyor. O dönemlerde kadınlar da çalışma hayatında aktif, erkekler de basit bir sakarlık yüzünden işten kovulabiliyor. Sınıfsal farklılık, cinsel farklılıktan daha önde resmediliyor. Şımarık üst sınıfın, hizmetçiyi bacak kadar bir çocuğun önünde bile hareketsiz kılan sözde görgü kurallarıyla bunalttığı alt sınıf bireyinin cinsiyeti o kadar da önem arz etmiyor. Kısacası film, takındığı temkinli tavırla hem alt sınıfa, hem de alt sınıf kadınına eşit mesafede durarak bir taşla iki kuş vuruyor.

İki otel işçisi olan Helen ve Joe’nun sözde aşkları, çıkarcı erkek – teslimiyetçi kadın düzleminde esasen filme kadın yanlısı – erkek düşmanı bir tondan daha önce, Albert’ın saflığına, fedakârlığına ve duyarlılığına dokunarak hizmet ediyor. Bunun yanında Albert ve Hubert’ın kadın kıyafetleri giyerek sokağa çıkmaları, Albert’ın kendi cinsel kimliğine ait o kıyafetler içindeki tedirginliği, hatta sahilde özgürce koşarken takılıp düşmesi, kendi özüne yabancılaşmış bir kadının konumunu çok iyi yansıtan örneklerden biri. Güzel bir gelecek hayalleriyle işini en iyi şekilde yapmaya çalışan Albert’ın Hubert ve onun sıra dışı evlilik pozisyonundan etkilenerek Helen’e yakınlaşması güzel bir fikir olsa da, Albert ve Helen arasında -tek taraflı da olsa- bir çekim yaratması, bu çekimi de filmin ilk bir saatine ufak ufak yayması gerekirdi. Yine de Albert’ın evlilik düşüncesine ısınmaya başladığında yakınında buna en uygun kişinin Helen olması filmi dağıtmıyor.


Senaryoya katkıda bulunan, filmin yapımcılarından biri olan ve başrolü üstlenen Glenn Close’un Oscar adaylığı da kazanan Albert Nobbs performansı, oyuncunun kariyerine parlak bir halka daha ekleyen türden. Yine Oscar adaylığı alan Janet McTeer’in Hubert Page yorumu da oldukça etkileyici. Aynı filmde biri hassas ve savunmasız, diğeri güçlü ve soğukkanlı iki erkek kimliğine bürünmüş kurgu kadın karakterler izlemenin ilginçliği yanında, bu iki oyuncunun filmin ruhunu oluşturan oyunculuklarını izlemek ayrı bir keyif. Albert Nobbs, Oscar adaylıklarından biri olan makyaj işçiliğiyle, dönemin ruhunu sade biçimde yansıtan kostümleriyle, iç ve dış alan çekimleriyle de hüzünlü ve umutlu bir dram.

11 Ocak 2024 Perşembe

Rye Lane (2023)

 
Yönetmen: Raine Allen-Miller
Oyuncular: David Jonsson, Vivian Oparah, Poppy Allen-Quarmby, Simon Manyonda, Karene Peter, Benjamin Sarpong-Broni
Senaryo: Nathan Bryon, Tom Melia
Müzik: Kwes

Nathan Bryon ve Tom Melia'nın senaryosunu yazıp Raine Allen-Miller'ın yönettiği Rye Lane, tuhaf bir fotoğraf sergisinde tuhaf bir biçimde tanışan Yas ve Dom'un önce o günü birlikte geçirmeleri, sonra da birbirlerinin özel hayatlarına dahil olarak eski sevgilileriyle aralarındaki sorunlara karıştıkları sevimli bir romantik komedi. Adını saydığımız senarist ve yönetmeni daha önceki bilinmeyen işleri sebebiyle tanıyan çok azdır. Ama bir debut olarak Rye Lane ileride onları da takip edilecek insanlar haline getirebilir. Zaten filmin aldığı ödüllerden biri Toronto'da En İyi İlk Film ödülü. Rye Lane'i iyi bir film yapan çeşitli sebepler var. Özellikle 90'larda altın dönemlerinden birini yaşayan romantik komedilerin formüllerinden yola çıkıp bunu günümüz İngiliz 20'li yaşlar kuşağına uyarlarken hem zeki, hem de eğlenceli olmayı ihmal etmeyen bir anlatım var ortada. Bu uyarlayış zaman zaman hızını alamayan diyaloglara, karikatüre varsa da, o sevimli haline alıştırıp ilişkiler üzerine söyleyeceklerini rahat bir zeminde dile getirebiliyor. Söyleyecekleri de eski ilişkilerde yapılan yanlışlar, karşı tarafın iyi niyeti suistimali, ilk anlardaki heyecanın yitirilmesi, buna bağlı olarak ihanet, eski ilişkideki ilkelerin yeni ilişkide hiçe sayılmasının adaletsizliği, yine buna bağlı olarak yeni bir ilişkiden duyulan çekinceler gibi daha pek çok alt başlığa ayrılabilecek çeşitlilikte. Byron ve Melia'nın akıcı, dinamik, zeka kokan diyalogları, aynı sıfatları kullanabileceğimiz Allen-Miller rejisiyle çok iyi bir kimyaya sahip.

Sevgilileri tarafından terk edilen iki gencin kesişen yolları, zaman geçtikçe birbirlerine iyi geldiklerini fark etmeleri, kendilerini terk edenlerle yüzleşmeleri, bir nevi 20'li yaşlarındaki iki gencin ilişkisel manada büyüme hikayesi gibi de okunabilir. Bununla birlikte terk edilenlerin, terk edenlere karşı bu durumu hazmedemeyişleri, buna rağmen onlara "iyiyim" mesajı vermeye çalışmaları, derinlerde saklı terk edilme sebeplerini bilmek istemeleri irdeleniyor. Restoran sahnesinde Yas'ın, gizlice eve girme sahnesinde de Dom'un birbirlerini eski sevgililere karşı kollamaları komik, eğlenceli aynı zamanda derinlerinde dramatik anlar taşıyor. Yas ve Dom, kendilerini terk eden eski sevgilileriyle yaşadıkları bu anlar sayesinde birbirlerini olabilecek en etkili, en savunmasız, en çıplak halleriyle tanıyorlar. Alışıldık romantik komedilerdeki alfa/maço erkek, romantizmden başı dönmüş kadın imajlarını umursamayan senaryo, Yas ve Dom ile bu imajların dışında da ana karakter tasarlanabileceğinin, iyi yazıldığı takdirde çok başarılı sonuçlar vereceğinin kayıtlarından biri. Terk edilenlerin ittifakı açısından düşündüğümüzde akıllara Meg Ryan ve Matthew Broderick'in başrollerinde yer aldığı 1997 tarihli Addicted To Love'ı da getirebilecek Rye Lane, David Jonsson ve Vivian Oparah gibi iki parlak oyuncunun filmin ruhuna son derece uygun performanslarıyla taçlanan bir film. Panaromik çekimler, eğlenceli mizansenler, rengarenk kıyafetler, hoş müzikler, Nathan Bryon, Tom Melia ve Raine Allen-Miller isimlerini bir kenara not etmemizi sağlıyor. 

8 Temmuz 2023 Cumartesi

The Full Monty (1997)


Yönetmen: Peter Cattaneo
Oyuncular: Robert Carlyle, Mark Addy, Tom Wilkinson, William Snape, Steve Huison, Emily Woof, Paul Barber, Hugo Speer, Lesley Sharp
Senaryo: Simon Beaufoy
Müzik: Anne Dudley

The Full Monty
, ak komedi-kara komedi gibi nitelemelerin her ikisinden de biraz nasibini alan eğlenceli ve eleştirel bir yapım. Açılış sizi yanıltmasın. Filmin iyi oturabilmesi için çok da güzel bir Sheffield tanıtımı bizi karşılıyor. O girişte bulunmayan bazı bilgileri de biz verelim. Çünkü bu da bizim yazının iyi oturmasını sağlayacak! İngiltere’nin orta kesiminde yer alan Sheffield, çeliği, bıçak çeşitleri, tarihin ilk futbol kulübü olan Sheffield FC’si ve Pulp grubu ile ünlüdür. Aynı zamanda The Full Monty’nin geçtiği yer olan Sheffield, 1979-1990 arası hüküm sürmüş Margaret Thatcher hükümetinin liberal özelleştirmeleri sonucu allak bullak olmuş ekonomisinin yaraladığı yerlerden sadece biri. (Yine bir Sheffield’li olan Bruce Dickinson’un Iron Maiden isminde Thatcher’dan esinlendiği söylenir.) Diğer şehirlerde olduğu gibi bu bunalım ortamı sonucu Sheffield halkı günlerini boş çelik fabrikalarında, sokaklarda, işçi bulma kurumlarında, işsizlik maaşı kuyruklarında veya striptiz kulüplerinde geçirmekteydi.
 
İşte o kapanmış fabrikaların birinde satacak bir şeyler arayan Gaz (Robert Carlyle), oğlu Nathan ve kankası Dave (Mark Addy), şehirde bir klüpteki erkek striptiz grubunun geldiğini duyan kadınların klübe akın ettiklerini görünce merak edip gizlice içeri girerler. Gördükleri manzara karşısında, işsiz güçsüz hayatından bunalan Gaz’ın aklına buna benzer bir grup kurma fikri iyice yatar. Kuracağı grubun da yine işsizlerden oluşması kaçınılmazdır. Boşandığı eşinden oğlunun velayetini alabilmesi için paraya ihtiyacı olan Gaz ve striptiz gösterisine giden eşiyle ilişkisinde kendine güven sorunları yaşayan Dave’in yanında, aylar boyu eşini bir işte çalıştığını söyleyerek kandıran Gerald (Tom Wilkinson), saftirik gece bekçisi Lomper (Steve Huison) ve bu ekipten oluşan jürinin seçtiği Horse (Paul Barber) ve Guy (Hugo Speer) ile dans ekibi tamamlanır. Ortak noktaları işsizlik olan bu kaybedenlerin artık başka bir ortak paydaları olmuştur. Dans!. Ama biraz edepsiz olanından.. Bu karakterlerin bahsedilen dramatik yönlerine paralel ilerleyen dans misyonları, filme komedi-dram arasında çok dozunda bir denge sağlamış. Nefis hazırcevaplıklar ve çok komik sahneler mevcut. Zaten striptiz yapmaya soyunan kilolu, kıllı, çelimsiz, yaşlı başlı adamlar hazır malzeme.


İngiliz sinemasının ele aldığı sancılı konuların birçoğunun, ekonomik yaptırımların ve başarısızlıkların bireylere ve sosyal yaşamlarına dayattığı güçlüklerden kaynaklanması boşuna değil. Şimdi bu kaynaktan beslenen başka ülke sineması yok mu? Elbet var, ancak İngiliz milleti özellikle Thatcher sonrası fena halde abandone olmuş bir vaziyette kraliyet soyunun vurdumduymazlığı, IRA, ecstasy, futbol fanatizmi, işsizlik, ırkçılık, sömürgeci zihniyet gibi meselelerle boğuşmak zorunda kaldı. Ekstra bir yaratıcılığa gerek bırakmayan, yaşanmış korkunç dramlar veya trajikomik ayakta durma çabalarından beslenen sıra dışı anlayışlar, bu sinemayı belli açılardan oldukça sivriltti. Aşklar, çivi çiviyi söker misali daha sert yaşandı, istikrarsız ortam yüzünden yerini kıskançlıklara, ihanetlere bıraktı. Öfkeleri dizginlemek çok zordu. İşsizliğin, yoksulluğun faturası yine kendi gibi olan bireysel hedeflere kesildi. Akıl almaz aile dramları yaşandı. Cinsel istismar, pornografi, alkol, uyuşturucu kullanımı aldı yürüdü. Bu çürümüşlüğün arasında var olma savaşı veren bireylerde ve gruplarda günü kurtaran, ama çok iyi kurtaran ufak çapta kahramanlık, direniş, reddediş, risk alış, yükseliş ve yere çakılış hikayeleri yaşandı.

İngiliz sinemasının tüm bu olanlara karşı duyarsız kalması imkansızdı. Ken Loach, Alan Parker gibi sinema adamları bu çürümeyi pek çok katmanda işlediler. Tavırları çok ciddi ve sertti. Ama bu yozluğun o meşhur İngiliz mizahı ile birleştiği örnekler de gerçekten tadından yenmiyordu. Çamur, bütün türlere sıçramıştı elbette. Ama ondan güzel heykeller çıkaranlar işini biliyor, mizahın karalığı, aklığı, griliği doğru ellerde su gibi yolunu buluyordu. The Commitments, Brassed Off ve daha birçok örnek, eleştirel komedilerini The Full Monty ruhuyla perdeye aktardılar.


Acemi striptizcilerin işsizlik maaşı kuyruğunda Donna Summer’ın Hot Stuff şarkısını duydukları, gösteri provası yaptıkları, TV’de Flashdance filmini izledikleri ve karakola düştükleri sahneler yerelere serecek türden. Hele de striptiz marşı olmuş Tom Jones’un You Can Leave Your Hat On eşliğindeki o muhteşem final mutlaka görülmeli. Tam bir zafer anı!. Filmde yine striptiz klasikleri sayılan The Stripper, Rock’n Roll Part 2, You Sexy Thing parçalarını ve daha fazlasını duymak mümkün. Carlyle ve Wilkinson çok sevdiğim iki aktördür. Özellikle de Wilkinson... Bu filmdeki rolü onun ciddi karizmasına bambaşka bir yenilik eklemiş, çok da güzel olmuş. Zoraki kaybedenler konumundaki bu insanların hayatlarına soktukları dans olgusu, kendini kabul ettirmeyi, paslanmadığını kanıtlamayı, sosyalleşme çabalarını sembolize ediyor. Dans, spor, müzik, sanat zaten bu ispatın peşinden gitmez mi? The Full Monty de onurun peşinden gidiyor. “500 milyon spermin arasından birinci geldiğimiz için hepimiz aslında kazananlarız” kolaycılığını ve Pollyannacılığını gururuna yediremeyen aslan gibi bir film.

30 Aralık 2022 Cuma

The Banshees Of Inisherin (2022)


Yönetmen: Martin McDonagh
Oyuncular: Colin Farrell, Brendan Gleeson, Kerry Condon, Barry Keoghan, Sheila Flitton, Pat Shortt, David Pearse
Senaryo: Martin McDonagh
Müzik: Carter Burwell

1923 senesinde İrlanda'nın Inisherin adındaki küçük bir adasında geçen The Banshees Of Inisherin'in hikayesi, Colm Doherty (Brendan Gleeson) ve Pádraic Súilleabháin (Colin Farrell) adlı iki dostun arasındaki çok basit bir anlaşmazlığa dayanıyor. Pádraic bir gün her zamanki gibi dostu Colm'u çağırıp hep takıldıkları bara gitmek istiyor. Kapısını çalıp da kimse açmayınca pencereden Colm'u tek başına içeride otururken görüyor. Daha sonra barda Colm ile karşılaştığında onun kendisine soğuk davrandığını fark ediyor. Colm, artık Pádraic ile arkadaşlık etmek istemediğini, ondan sıkıldığını, vaktini kemanına ve bestelerine ayırmak istediğini söylüyor. En iyi dostunun bu ani kararı karşısında ne yapacağını bilemeyen saf Pádraic, durumu bir türlü kabullenemiyor. Martin McDonagh'nın yazıp yönettiği dördüncü uzun metraj olan The Banshees Of Inisherin, bu basit konunun kendi içinde serpilmesine sessiz sakin izin veren ama monotonlaşmasına izin vermeyen, üzerine ne ekseniz yetişecek verimli toprak gibi bir film. Sinema kariyerinden önce bir oyun yazarı olarak bildiğimiz McDonagh, bundan önceki üç suç filminde gösterdiği zeki olay örgüsünü, yer yer grileştirdiği kara mizahını, bu kara mizaha ustaca yoldaş ettiği drama duygusunu, akıcı ve tiyatro estetiği taşıyan diyaloglarını yine sergiliyor. Ama ilk defa bu özelliklerini bir suç janrası bünyesinde göstermiyor. İki adamın arasındaki basit bir küslükten yine basit formlarda varoluşçu, psikolojik, tarihi çıkarımlarda bulunuyor.

28 Haziran 1922 - 24 Mayıs 1923 tarihleri arasında vuku bulan İrlanda İç Savaşı'nın fonunda geçen film, hiç öyle derinlemesine savaş karşıtlığı, politik mesajlar vs. taşımadan, adanın uzak bir köşesinden duyduğumuz cılız patlama sesleriyle bu savaşın varlığını yanında taşıyor. Adanın diğer tarafında Anglo-İrlanda Antlaşması'nın kabul edilmesi için İrlanda Ulusal Ordusu ve İrlanda Cumhuriyet Ordusu diye ikiye bölünmüş kardeşlerin savaşı sürerken, Inisherin, bu savaşa tam bir tezat oluşturacak şekilde sessiz, huzurlu, yeşil, bir yandan da tenha, kasvetli, hüzünlü bir yer olarak tasvir ediliyor. McDonagh, sudan sebeplerle çıkan savaşlara atıfta bulunurcasına bu sevimli adanın iki samimi dostu arasında durup dururken çıkan psikolojik savaşla kurduğu paralelliği hikayelendiriyor. Bu hikaye, McDonagh'nın İrlanda kökenli İngiliz damarlarında bulunan olay, durum, toplumsal/gerçekçi gibi hikaye türlerinin birbirinden rol çalan yapılarını, İngiliz edebiyatının halk arasında gelişip yayılmış sözlü hikaye geleneğini, hatta tragedya unsurlarını çeşitli ölçeklerde bünyesinde barındırıyor. McDonagh, yine edebiyat tarihindeki bazı şair, romancı ve oyun yazarlarının eserlerinde yarattıkları hayali ülke ve şehirleri anımsatan bir tercihle Ebbing, Inisherin gibi gerçekte var olan bazı şehirlerden ilham alan fakat gerçekte var olmayan şehirleri merkez alıyor. Belki bu sayede senaryolarındaki gerçekçi ve kurgusal dengeleri bu hayali şehirlerin bünyesinde daha rahat dile getirebiliyor. Realiteden kopmadan kendi coğrafyasında, kendi hikayesini anlatmanın keyfini sürüyor.


Herkesin birbirini tanıdığı, alışkanlıklardan kopmanın zor olduğu, esnafın, çevre sakinlerinin dedikodu ve havadis açlığı duydukları, sınırlı ve rafine boş vakit aktivitelerinin bulunduğu, yaşanan bir olayın hemen duyulduğu, zaman içinde bu olayın anlatıla anlatıla anonimleşerek, hatta üzerinde oynamalar yapılarak nesilden nesile aktarılan kıssadan hisse bir hikayeye, bazen folk şarkılarına dönüştüğü Inisherin gibi küçük yerleşim yerlerinin tarihi ve insani dokusunu çok iyi bildiğini hissettiren Martin McDonagh, iki ana karakterinin kişisel meselesinden iki farklı yüzü, birçok da boyutu olan bir hikaye çıkarıyor. Bir gece önce beraber takıldığı Pádraic'i ertesi gün sıkıcı bulduğu için dışlayan Colm, bir gece önce beraber takıldığı Colm'un bu kararını bir türlü kabullenemeyen Pádraic, ayrı ayrı incelenmesi gereken incelikli karakterler. Pádraic'in bu durumla ilgili hem barmenle, hem de kızkardeşi Siobhán ile aynı diyaloğu yaşaması bile, kırsal insanlarının bir olay karşısında verdikleri kolektif tepkinin iyi bir gözlemi. McDonagh, kendini boş muhabbetlerden arındırıp, keman çalmaya, beste yapmaya adamak, günlerini sanat içinde geçirmek isteyen Colm'un bu kararının kabul edilirliğiyle, Pádraic'in bu karar için kendine göre makul bir açıklama beklemesi, en önemlisi de "nazik" olunması talebinin kabul edilirliğini eşitleyerek çok zarif bir senaryo rotası oluşturuyor. Bir sabah uyandığımızda aldığımız bir kararı uygulama kararlılığı gösterirken, o karardan etkilenebilecek başkalarına bunu nasıl ifade etmemiz gerektiği üzerine bu "nezaket" tavrına yapılan vurgu, iki yetişkin arasında yaratılan bu ilginç, belki de dışarıdan sığ görünen anlaşmazlığa başka bir perspektif katan unsurlardan biri.

McDonagh, inatçı iki keçi hikayesini oluştururken, Colm'un artık Pádraic ile görüşmeme, Pádraic'in de bunu hazmedememe davranışlarını kıssadan hisse kisvesine sokmadan, ama bu inatlaşmanın çeperlerini genişleterek bir iddialaşmaya dönüştürüyor. Özellikle Colm'un bu inadını tehlikeli bir iddia boyutuna getirmesi, onun bu iddiasını ciddiyetini anlamayan Pádraic'in hala aralarını düzeltebileceklerine dair umudu kafa kafaya gelince, özene bezene büyütülmüş bir meselenin etrafında zararlı otlar bitmeye başlıyor. Kardeşin kardeşe, dostun dosta düşman olduğu, uzaktan görüp seslerini duydukları iç savaşın minyatür bir halini huzurlu Inisherin adasında Colm ve Pádraic arasında hissediyoruz. Üstelik Colm'un bu inat savaşı esnasında etrafa saçtığı "mayınlar", masum bir cana bile mal oluyor. Sudan sebepler yüzünden çıkan savaşlar, taraflara bir şey kazandırmadığı, galip belirlemediği gibi, hiçbir ilgisi olmadığı halde arada ezilen, canından olanlar yüzünden ister kişiler, ister uluslar arasında yaşansın, savaşların ortak zararları hakkında çarpıcı paralellikler kurmamızı kolaylaştırıyor. McDonagh, bu iki kişilik hengamede yine her filminde yaptığı gibi kanlı canlı iki yan karakter (hatta bir de Jenny adlı çok sevimli sıpa) ile hikayesine yan anlamlar yüklemeyi başarıyor. Ebeveynlerini kaybettiklerinden beri saf Pádraic'i çekip çeviren, bu yüzden hayatının elinden kayıp gitmemesi için bir yol ayrımına giren kızkardeş Siobhán'ın ve işe yaramaz polis memurunun Pádraic'e yarenlik etmeye hevesli sevimli oğlu Dominic'in küçük yan hikayeleri, filmin ana gövdesinde kendi ayakları üzerinde durabilen hem sağlam, hem kırılgan dramlar olarak filmi yükseltiyor. Hatta filme Mrs. McCormick adlı kehanetçi bir Şekspiryen cadı figürü bile iliştiriyor McDonagh.


Venedik Film Festivali'nden aldığı en iyi filme verilen Altın Aslan, en iyi senaryo ve erkek oyuncu (Colin Farrell) ödülleri başta olmak üzere şimdiye dek 50'yi geçen ödül, 100'ü geçen adaylık alan The Banshees Of Inisherin, In Bruges hariç bütün McDonagh filmlerinde çalışmış Ben Davis'in İrlanda doğasının güzelliğini betimleyen görüntü işçiliğiyle de büyüleyen bir film. Hiç görmediğimiz iç savaşın gölgesinde izole bir huzur taşıyan bu görüntüler, hikayenin aldığı dalgalı şekilleri de yansıtan pastoral neşe ve kederlerin tabloları gibiler. Pádraic rolüyle olağanüstü bir performans sunan Colin Farrell ile, her daim ustalığı ve karizmasıyla güven veren Brendan Gleeson'ın sürüklediği film, McDonagh'nın onlara In Bruges'den gelen güveninin bir diğer meyvesi. İkili arasındaki güçlü kimya bir yana, McDonagh senaryolarının katmanlı ve dominant yapısının kimya yaratmada çok etkili olduğu artık herkesçe malum. Siobhán rolünde izlediğimiz Kerry Condon, Chicago, Phoenix, Washington, Dallas, Boston gibi çeşitli festivallerin en iyi yardımcı oyuncu kategorilerinin haklı galibi olarak kendine ayrılmış bölümlerde çok etkileyici. Hatta Siobhán yine Inisherin'de bambaşka bir hikayenin kahramanı olarak ayrı bir filme bile konu olabilirdi. Dominic olarak izlediğimiz Barry Keoghan da bu filme ve kadroya yakışır biçimde iz bırakıyor. Bir roman inceliğinde yazılmış diyalogları, aynı incelikle çekilmiş görüntüleri, arkadaşlık merkezi etrafında toplanmış kardeşlik, küslük, sevgi, nefret, din, yalnızlık, sanat temalarına seyahatlerin yapıldığı The Banshees Of Inisherin, çağımızın en önemli hikaye anlatıcılarından biri olma yolunda her filmiyle çok sağlam adımlar atan Martin McDonagh'nın en son adımı.

15 Ekim 2022 Cumartesi

Aftersun (2022)

 
Yönetmen: Charlotte Wells
Oyuncular: Paul Mescal, Frankie Corio, Celia Rowlson-Hall
Senaryo: Charlotte Wells
Müzik: Oliver Coates

Sophie, tam 20 yıl önce Fethiye'de bir tatil köyünde babasıyla geçirdiği tatilin anılarıyla yaşayan bir kadın. O anılardan derlenen Aftersun, üç kısa filmi bulunan Charlotte Wells'in yazıp yönettiği ilk uzun metrajı. Wells bize küçük küçük verdiği bilgilerle 11 yaşındaki Sophie'nin boşanmış ebeveynlerin kızı olduğunu, babasıyla yapacağı birkaç günlük tatilin ardından İskoçya'ya annesinin yanına döneceğini söylüyor. 90'larda henüz 30'undaki baba Calum'un kızıyla çok sevimli bir ilişkisi var. Hatta kaldıkları oteldeki bir genç, baba ve kızını kardeş sanıyor. Wells'in seyirciyi dışlamayan fakat belli bir mesafe de koyan farklı anlatımı, zeminde ketum bir hüznün yattığı, geri kalan her şeyin bu hüzne entegre olduğu bir tarza sahip. Ama bu hüzün bile kendi mesafesini koymuş vaziyette. Her şey dahil bir otelde baba ve kızın günlük tatil rutinleri, her ne kadar filme bir omurga oluşturmuyor gibi görünse de, film yol aldıkça bu rutinleri gerçek veya kurmaca bir otobiyografik akışın parçaları olarak kabullenmek zor olmuyor. Bu rutin arasına serpiştirilmiş bazı baba kız diyalogları, bu tatil dışında idame ettirdikleri ayrı yaşamları hakkında ipuçları veriyor. Sophie, anne ve babasının yeniden birleşme ihtimallerini, babası kanadından yokluyor. Calum, Sophie'nin annesiyle olan hayatı hakkında sorular soruyor vs. Wells, Calum'un ne iş yaptığını, ne zaman ve ne şekilde evlendiğini, neden erken sayılabilecek bir yaşta baba olduğunu, neden ayrıldıklarını bilmemiz gerekmediğini düşünüyor. İstese hep yaptığı gibi bunları da ufak ufak seyirciye yükleyebilirdi. Ama bu otobiyografimsi kesiti olabildiğince sade, doğal, derme çatma kesme ve birleştirmelerle yansıtarak filmini sahiplenmeyi, onu kendi belirlediği sınırlar dahilinde ifşa etmeyi veya kapatmayı seçiyor adeta.

Bağimsız formatta sıradan bir "baba kız tatilde" filmi izleyeceğimizi sanırken, yetişkin Sophie'nin saplanıp kaldığı spesifik bir anı ve bu anın filme ara ara serpiştirilmesi, aynı zamanda hep olumsuz bir şeyler olacağı hissiyatı sebebiyle Wells, filminin konforlu görünümüne kota koyuyor. Özellikle hakkında hiçbir şey bilmediğimiz genç baba Calum'un sevimli, pozitif görünümünün ardında bize gösterilenlerle yetinmenin gizemli sularına çekilmemizi talep ediyor. Calum'un kolunun neden alçılı olduğunu dahi bilmemizi istemiyor. Artık baba kız arasındaki detayları filme doğrudan ya da dolaylı temas edecek kritik anlar olarak görmeye başlıyoruz ki, bunlara "gerilim" diyesimiz gelmesine rağmen, nereden ve nasıl kaynaklandığını bilmediğimiz bir yas duygusunun naifliğinde eritilen şeylere dönüşüyorlar. Wells hiçbir kesinliğe başvurmadan, Calum'un ve Sophie'nin ruh hallerine küçük seyahatler yapıp, bu duygusal bitkinliğin nereden geldiği teorisini seyircisine, onların filmi kafalarında nasıl sürdüreceklerine yönelik tahminlerine bırakıyor. Bu, basit bir boşluk doldurma aktivitesinden farklı bir biçimde, hem Calum ve Sophie'nin birbirleriyle, hem de biz seyircilerin onlarla kurduğu kopuk bağların cazibesini arttırıyor. Sıradan bir film istemediğimizin farkına varıyor, ondan ne bekleyeceğimizi bile umursamadan o aķışa kendimizi bırakıyor, böylelikle hayal kırıklığına uğrama düşüncesini de kafamızdan çıkarmış oluyoruz. Zaten Aftersun, dilinin ucundaki şeyleri söylemekten kaçınarak çok şey söyleyebildiği için talepkar bir film de sayılmaz.


Baba kız arasındaki iletişim ve iletişimsizlik, herhangi bir neden ile (ergenlik, boşanma vb.) doğrudan ilişkilendirilmeden, olabilecek en olağan halleriyle diyaloglara yansımakta. Ayrı düşmüş olmalarından kaynaklı bir acemilik yanında, imrenilecek bir uyum da var ilişkilerinde. Temelde bu ikisi, ayrı düşmemiş çocuklar ve ebeveynler arasında bile görülebilir. Ama Calum ve Sophie gibi iyi anlaşan, birbirlerine olan sevgilerini seyirciye geçirebilen baba kızın boşanma yüzünden ayrı kalmış olmaları, özellikle birlikte izlediğimiz tatillerinden sonra yine ayrılacak olmalarının burukluğu hem onların, hem de bizim yakamızdan bir an olsun düşmüyor. Öyle ki, mutlu oldukları sıradan tembellik anlarında bile üzerimize sinmiş bu burukluktan kurtulamıyoruz neredeyse. Yetişkin Sophie'nin bu tatilde çekilmiş video kayıtlarını yıllar sonra tekrar izliyor oluşu, yatağından kalkınca ayağını bastığı ilk şeyin babasının Fethiye'den aldığı halı oluşu, rüyasında babasının o yıllardaki haliyle kulüpte dans ettiğini görüşü, bu tatilin onun hayatında unutulmaz bir yeri olduğunu basit ama çok etkileyici biçimlerde anlatmayı başarıyor. Öte yandan, meditasyona, Tai Chi egzersizlerine meraklı olduğunu anladığımız, Sophie'den gizli ağladığına şahit olduğumuz, kareoke yapmak için nazlanan (hatta Sophie'ye trip atan) ama başka bir ortamda dans etmesi için onu tatlı tatlı zorlayan Calum'un dalgalı kişiliği yine basit ama çarpıcı dokunuşlarla çiziliyor. Wells adeta onun hikayesini filminde anlatmadan bize yazdırıyor. Bunu yapmak, hele de ilk filminde yapabilmek her yönetmenin harcı değil.

Charlotte Wells, 2022 senesinde 90'larda Türkiye'deki bir tatil köyünde geçen bir film çektiğinde, bu dönem ve coğrafyayı nasıl resmettiği de merak konusu olabilir. Ancak belli ki dersine çok iyi çalışıp, o yıllardaki her şey dahil otellere ait detayları o kadar iyi öğrenmiş ki, filmin asıl meselelerinden bağımsız olarak belki de üstünkörü geçebileceği bu lokasyon meselesine de özen göstermiş. Zaten yapım tasarımı Billur Turan'a, sanat yönetimi Güzin Erkaymaz'a ait. Küçük otel odalarındaki modası geçmiş televizyonlar, eski arabalar, bira bardakları, şarkılar, otel müşterisi olduğunuzu teyit eden bileklikler, 90'larda tatil beldelerinde popüler olan bazı şarkılar, belki de en çok bizim anlayabileceğimiz detaylarla örülü harikulade bir nostalji mevcut filmde. O nostaljinin kırılgan yapısıyla, baba kız arasındaki hatırlanmaya değer nostaljinin hassaslığı çok iyi örtüşüyor. Yeni neslin parlak aktörlerinden Paul Mescal ve tıpkı yönetmen Charlotte Wells gibi ilk filminde yer alan Frankie Corio, baba kız rollerindeki kimyalarıyla hayran bırakıyorlar. Ama asıl hayranlık uyandıran, ister otobiyografik, ister kurmaca olsun, ilk filminde bu kadar basit bir hatırlama öyküsünü, karakterlerin duygularını sömürmeden, sadelikten yaratılmış bir melankoliyle incelikli hale getiren Charlotte Wells'in yazım/yönetimi olsa gerek. İlk filmiyle çıtasını hayli yüksek bir yere koyan Wells, anlattığı şey ne olursa olsun ona içsel bir yoğunluk kalabilen tecrübeli yönetmenlerin kumaşın sahip olduğunu kanıtlamış oldu. Cannes Film Festivali'nde Eleştirmenler Haftası Jüri Ödülü'nü alan Aftersun, tortu bırakan, bıraktığı tortuyla sadece kendine ait özel bir hatıra yaratan filmlerden. 

14 Haziran 2022 Salı

Son Of Rambow (2007)


Yönetmen: Garth Jennings
Oyuncular: Bill Milner, Will Poulter, Jessica Hynes, Jules Sitruk, Ed Westwick, Neil Dudgeon
Senaryo: Garth Jennings
Müzik: Joby Talbot

80’li yıllarda aynı okulda okumakta olan Will ve Lee’nin tanışmaları ve hayranı oldukları First Blood filminin devamı niteliğinde bir film çekmeye çalışmalarını konu alan Son Of Rambow, İngiliz Garth Jennings’in 2005 yılında çektiği The Hitchhiker's Guide To The Galaxy’den sonraki yeni filmi. Kendisi aynı zamanda olağanüstü R.E.M. klibi Imitation Of Life’ı da çeken kişiymiş. Temelde sıcak bir dostluk öyküsü olan Son Of Rambow, geleceğin yıldız adayları arasında görülebilecek iki süper çocuk olan Bill Milner ve Will Poulter’ın keyif veren performanslarıyla güzelleşen, eğlenceli sahneleri yanında özellikle sonlara doğru yoğunlaşan dokunaklı anlatımıyla kırılgan bir yapıya da sahip aynı zamanda.

Hiç görmediği babasını, çok sevdiği First Blood filmindeki Rambo ile özdeşleştiren, onun bir korkuluk içinde hapsolduğunu ve birgün onu kurtaracağını hayal eden Will’in bu hayalini gerçekleştirecek olan kişi ise, herkesin yaka silktiği okulun haylaz öğrencisi Lee oluyor. Bir balık kadar saf ve iyi niyetli Will’i kendi çıkarları doğrultusunda kandırıp kullanan Lee, ağabeyinden aşırdığı kamerasıyla çekmek ve amatör bir yarışmaya sokmak istediği filminde şantaj yaptığı Will’in kendi dublörü olmasını istiyor. Çekimler ilerledikçe filmin konusu da Will’in babası Rambow’u korkuluğun içindeki hapisaneden kurtarma macerası yönünde değişiyor. Bu süreç zıt karakterlerdeki Will ve Lee’yi yavaş yavaş yakınlaştırmaya ve kan kardeşi olmalarına kadar götürüyor.


Çocuklar bu hayal aleminde yaşarken dışarıda yüzleşmek zorunda oldukları gerçekler var. Annesi, hasta büyükannesi ve küçük kızkardeşiyle yaşayan Will, annesinin ve dolayısıyla kendilerinin de mensubu olduğu Brethren adında yobaz bir tarikata bağlanmışlar. Bunun getirdiği yasaklarla boğuşmak zorunda kalan Will için (ki mesela TV seyretmesi yasak olduğundan okulda bütün sınıf belgesel izlerken dışarı çıkmak zorunda kalıyor), başına buyruk, serseri ruhlu, yalancı, hırsız Lee ve onun film projesi tam bir kurtuluşu temsil ediyor.

Ama öte yandan Lee için de hayat göründüğü kadar kolay değil. Ebeveynleri İspanya’da olan, ilgisiz ağabeyi ile huzurevi + kaçak eşya deposu karışımı bir yerde yaşayan Lee için de çekeceği bu filmin taşıdığı anlam, Will için taşıdığından pek farklı değil. Tüm bunların yanında, bir otobüs dolusu Fransız öğrencinin ziyaret ettiği okulları Didier isimli kitsch bir çocuk tarafından şenlendirilince ve çektikleri film okulda gittikçe popülerleşmeye başlayınca beraberinde sorunlar da geliyor. (Son sınıfların serbest etüdü sahnesine dikkat!) İlginç biçimde filmin son yarım saatinde fark ettim ki, aslında oraya gelene dek film birçok şeyi derme çatma anlatmış veya bilerek küçük kırıntıların son düzlükte toplanmasını istemiş. Bunda başarılı da olmuş sayılır. Sahip olduğu tüm sorunları dokunaklı biçimde çözmesini becermiş, “80’lerde çocuk olmak” teması dahilinde sevimli olduğu kadar hüzünlü de bir film haline gelmiş.

22 Mayıs 2022 Pazar

Bronson (2008)


Yönetmen: Nicolas Winding Refn
Oyuncular: Tom Hardy, Matt King, Kelly Adams, Katy Barker, Amanda Burton, James Lance
Senaryo: Nicolas Winding Refn, Brock Norman Brock

1974 yılında 19 yaşındayken soygun suçundan 3 yıl hapisle cezalandırılan, fakat içeride sürekli olay çıkartıp kavga ederek cezasını 30 yılı tecritte olmak üzere 34 yıla kadar uzatan Michael Peterson’ın gerçek hikâyesi, Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn tarafından Brock Norman Brock ile birlikte senaryo haline getirilerek çekilmiş. Charles Bronson’ı alter egosu ilân eden, özellikle gardiyanlarla kapışmayı seven, uyumsuzluğu yüzünden sürekli değişen hücrelerini birer otel odası gibi gören Peterson, İngiltere’nin en tehlikeli mahkumu ünvanına sahip. Zaten görünen en belirgin amacı da bir şekilde ünlü olabilmek. Refn’in biyografi ve kurmaca arasında gidip gelen anlatımı da tıpkı Peterson kadar ilginç. Nedensiz şiddetin, anarşinin ve çılgınlığın ete kemiğe bürünmüş hali olan Peterson’ın enteresan olaylarla dolu hapisane geçmişi, çiğ bir şiddet yanında, nam-ı diğer Bronson’ın monologları ve kurmaca bir tiyatro sahnesinde seyirciyle konuştuğu anlarıyla tiyatral paralellikte sunuluyor.

Bronson sayesinde göze sokulan bir sistem ve adalet eleştirisi yok. Politik bir figür yerine absürd, bilinçsiz ve anarşist ruhlu bir mapushane palyaçosu olarak resmedilmiş. Tabiî bakışa göre bunlardan doğrudan veya dolaylı politik çıkarımlar elde etmek mümkün. Uzun mahkumiyeti süresince tam bir başbelâsı oluşu üzerinden çocuksu bir şöhret beklentisinin kişiliğine olan yansımaları anlatılmaya çalışılıyor. Zaten bir evlat, âşık ve bahis dövüşçüsü olarak kısaca işlenen rolleri, bu kişiliğin önüne geçemiyor. Bronson rolüyle harika bir oyun çıkaran Tom Hardy’den ayrıca söz etmek gerek. Hardy, her dâim öfke dolu olmasına rağmen ne zaman ne şekilde parlayacağı belli olmayan dengesizlik halini kusursuzca yansıtması yanında, yer yer tek kişilik bir tiyatro oyunu izliyormuş havasına da sokabilen elit bir metoda da sahip olduğunu gösteriyor. Üstelik sempatik bulunabileceği gibi, uzlaşmasız tutumuyla araya mesafe koyan yönünü de aynı metoda eklemiş vaziyette. Görüntü özeni, kurgusu ve etkileyici müzik kullanımıyla, en önemlisi de Tom Hardy’siyle birçok artısı olmasına karşın, her zevke hitap etmeyen bir film olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

8 Nisan 2022 Cuma

It's A Free World... (2007)

 
Yönetmen: Ken Loach
Oyuncular: Kierston Wareing, Juliet Ellis, Raymond Mearns, Colin Caughlin, Joe Siffleet, Leslaw Zurek
Senaryo: Paul Laverty
Müzik: George Fenton

İngiltere’de yabancı işçilere istihdam sağlayan bir kurumda çalışan Angie, erkek iş arkadaşlarıyla yaşadığı bir tartışmanın ardından işten çıkarılır. Ödemesi gereken bir sürü borcu varken birden bire ortada kalır. Dul olduğu ve çok yoğun çalıştığı için ilkokulda okumakta olan sorunlu oğlu Jamie’yi anne-babasına emanet etmiştir. Yine de hırslı ve girişken kişiliği sayesinde fazla beklemeden ev arkadaşı ve en iyi dostu Rose ile birlikte kendi istihdam ajansını kurmak için harekete geçer. Ama korsan olarak çalışacağı için vergi manevraları yapmak, bu iş ile uğraşan istihdam mafyasıyla ve iş sağladığı göçmen işçilerin sorunlarıyla uğraşmak sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.

BBC’nin ilan ettiğine göre İngiltere’deki iş gücünün yüzde sekizini yabancı işçiler oluşturmakta. Fakat hükümet yetkililerinin açıkladığı rakamlar çelişkili. Mesela yakın zamanda İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre son 10 yılda ülkeye gelen göçmen sayısı 800 bin civarındaydı. Ancak bu sayı sonradan 1 milyon 100 bin olarak düzeltildi. Hatta verilen bu yanlış bilgiden dolayı bakanlık parlamentodan özür bile diledi. Zaten İngiltere ne zaman serbest dolaşım konusunda kısıtlama yapmayacağını açıkladıysa, alacağı göçmen sayısı konusunda hiç doğru tahminde bulunamadı. İngiliz Parlamentosu da göçmen meselesi yüzünden parçalara bölündü. Muhafazakarlar ve hatta İşçi Partisi’nin bazı bakan ve vekilleri serbest dolaşıma karşı olup, kotalar getirilmesini savunurlarken, hükümet bu politikasının arkasında durmakta. Çünkü göçmen işçilerin inşaat, gıda, servis sektörlerinde önemli bir boşluğu doldurduklarını belirtiyorlar.

 
Göçmen aileleri ile ilgili açıklanan rakamlar da çarpıcı. Son iki yılda İngiltere’ye gelen 450 bin civarındaki göçmen işçi, yanlarında eş ve çocuklardan oluşan yaklaşık 40 bin gibi bir rakamı da beraberinde getirdi. Hala da Avrupa’dan çok sayıda göçmen alımları devam etmekte. Tabi ki göçmen alımlarının ciddi bir “göçmen sorunu”na dönüşmesi de kaçınılmaz oldu. İsveç gibi bir ülke, aldığı göçmenlerin haklarına son derece saygılı davranarak onların entegrasyonlarını sağlamaya gayret ederken, aynı özeni göstermeyen İngiltere’nin bunu soruna dönüştürmesi doğal karşılanmalı. Öte yandan ciddi barınma, beslenme ve uyum sorunları yaşayan göçmenler için sosyal ve psikolojik yıkımlar da işin bir başka önemli boyutunu oluşturmakta.

Emektar sinemacı Ken Loach’un 1996 yapımı Carla’s Song’dan itibaren beraber çalışmaya başladığı senarist Paul Laverty’nin kaleminden çıkma It's A Free World..., işte bu yabancı işçi ve göçmen sorununa farklı bir mercekle bakmaya çalışıyor. Farkı ise Loach-Laverty ortaklığının ürünleri olan Carla’s Song, My Name Is Joe, Bread and Roses, Sweet Sixteen, Ae Fond Kiss, The Wind That Shakes The Barley’de hissedilen gerçekçi sinema anlayışı. Tüm bu filmlerle It's A Free World... arasında benzerlikler bulmak mümkün. Ama bu filmlerin tümünü ve Loach külliyatının diğer filmlerini ele aldığımızda karşımıza belli özellikler çıktığını görürüz. Ken Loach, muhalif tarafını her zaman keskin tutmuş, hatta zaman zaman muhalefete bile muhalefet olmuş ve siyaseten sert söylemlerden güç almış bir yönetmen. Avam kamarasına çomak niyetine kamerasını sokmuş, İngiltere’nin taşını toprağını ise set niyetine mesken tutmuş, ortasına da sadece isimleri-cisimleri hayal ürünü olan, gerçekleri hayatın içinde çokça bulunan karakterler yerleştirmiştir. Bunu yaparken elbette bazı yapılarında didaktik olmuş, sloganlaşmıştır. It's A Free World...’de de didaktik bir anlayışın hissedilmesi normaldir. Fakat birçok filmde negatif bir tanım olarak zikrettiğimiz didaktik tavır, bazı Ken Loach filmlerinde ve özellikle konumuz olan It's A Free World...’de gerçeklikten kopmayan dramatik yanı çok güçlü hikayelerle beraber işlendiğinde adeta bir gereksinim halini alıyor.


Ken Loach ismiyle birlikte aynı cümlede geçen politik tavırın yanında aslında hep güçlü ve evrensel bir sosyal duyarlılık da olmuştur. Yani işin siyasi tarafı fazlaca göz önündeyken, bunun sosyolojik ve psikololojik yansımaları gözardı edilebilmiştir. Kabul etmek gerek, 2006’da Cannes’da Altın Palmiye alan The Wind That Shakes The Barley, didaktik yönü fazla bir filmdi. Tarihsel dokusu gereği buna mecbur olduğu da söylenebilir. Ama It's A Free World... ustanın My Name Is Joe’suna biraz daha yakın olmasına karşın her ikisi de, hangisi daha güçlü karşılaştırması yapılmayacak kadar iyi filmler.. Ken Loach’un politik eleştirilerini sinema sanatıyla bütünleştirmiş bir kurmaca öykü/karakter aracılığıyla sunduğu kalburüstü yapımlar gerçekten saygı duyulası işler. Hele de son dönem usta yönetmenlerin son filmlerinde uğradıkları başarısızlıklar akla geldiğinde Ken Loach’un istikrarlı sineması nefes alınacak alanlar yaratmayı hala beceriyor.

It's A Free World...’de Loach’un ele aldığı göçmen meselesi, göçmen işçiler düzleminde ele alınıp, sonrasında daha geniş açılımlarla serpilen güncellikte sunuluyor. Ama bunca siyasi değiniden sonra sanılmasın ki filmin her karesi siyasi taşlamalarla seyirciyi bunaltır nitelikte. Tam tersi, filmin her karesinde görünen Angie karakterinin bünyesinde bu değiniler gerçekçi ve akıcı biçimde yerini alıp hedefini buluyor. Üstelik Angie bütünüyle eleştirel bir Ken Loach objesinden ziyade, şaşırtıcı biçimde artık Loach’dan, Laverty’den çıkmış bir birey olarak hayata tutunmanın sembolü halinde önümüze geliyor. 2000’ler İngiltere’sinde dul ve çocuklu çalışan bir kadın olan Angie, hırslı, gözükara, girişken, tezcanlı, bulunduğu sosyal konumda olması gerektiği kadar oportünist ve özgür bir senaryo karakteri olarak son derece inandırıcı. Bunda sürpriz biçimde bu film öncesine kadar sadece bir dizi bölümü tecrübesi bulunan Kierston Wareing’in kelimenin tam anlamıyla büyüleyen oyunu yanında, Laverty’nin ona biçtiği “kurtlar sofrasına düşmüş idealist” kimliğini üzerinde çok iyi taşıyan yaratıcılığı da etkili. Rahatlıkla Angie yerine bir erkek karaktere de uyarlanabilecek bu kimliğin güçlü bir kadın olarak tercih edilmesi, erkek egemen politika ciddiyetinin taşlamasını yapan Loach hissiyatı bünyesinde çok daha renkli ve özdeşleştirici olmuş.

Vasıfsız yabancı işçilere organize bir şekilde iş bulan, iyi bir amaç uğruna yasalardaki boşluklardan faydalanmaya çalışan, hatta aralarından Iraklı Mahmut ve ailesi gibi spesifik örneklere bile yardım elini uzatmaktan çekinmeyen bir iyilik meleği Angie. Ancak yaptığı iş dışında özel hayatına dahil sorunlu bir evladı ve özgür bir cinsel yaşamı da bu hikayeye katmak, sözünü ettiğimiz “politik bir meseleyi ele alma” sıkıcılığını tamamen ortadan kaldırıp, çok daha ilgi çekici bir yola sokuyor. Böylece göçmen işçi sorunu yanında Angie gibi gerçek bir karakteri son derece çekici bir kadın, sorumlu olduğu kadar sorunlu bir anne, gözünü budaktan sakınmayan bir arkadaş, ebeveynlerine mesafeli bir evlat kimliklerinde de tanıma şansı buluyoruz.

 
Öte yandan, başlangıçta yola çıkılan ideallerin gerçekleşmesinin ve beraberinde maddi-manevi tatmine ulaşmanın sebep olduğu kişilik değişiminin kıvrımlarını da çok iyi tasarlamış olan Laverty senaryosu, hem Angie, hem onu canlandıran Kierston Waering sayesinde bu değişimin bedellerini de hesaba katmış bir duyarlılıkta ilerliyor. Her ne kadar bu geçiş biraz hızlandırılmış biçimde sunuluyor gözükse de, Laverty-Loach-Wareing üçlüsünün almış olduğu tüm önlemler ve tuttukları köşe başları, bu geçişi yumuşak olduğu kadar sağlıklı halde gerçekleştiriyor. Arada pas geçilen detayların sadece meyvenin kabukları olacağı fikrine sahip ve bir an önce meyveye ulaşma hakkını savunmakta.

Angie’nin kariyer olarak yola çıkışı, yükselişi ve değişimi dönemlerinin, hatta özel hayatının, Avrupa’nın en önemli sorunlarından biri olan göçmen sorunu ile iç içe verilmesi, üstelik bunun belki de amiyane tabiriyle “çaktırmadan” yapılması buram buram ustalık kokuyor. Mesela Angie’nin babasıyla parkta konuştuğu sahne bir baba kızın kuşak çatışmasıyla göçmen işçi sorununu o kadar güzel buluşturuyor ki, kusursuz bir akıcılıkla adeta hızlı ve anlaşılır bir özet çıkarıyor. Küreselleşmenin gölgesinde modern ülkelerin sömürülerini hala sürdüğü sosyal bir acı gerçek yanında, iş bulmaya çalıştığı Mahmut ve ailesine yardım eli uzatan motosikletli melekten, en iyi arkadaşı Rose’u kaybetmeye kadar gidecek 4X4 bir patrona dönüşen Angie’nin bireysel dramına mercek tutan It's A Free World…, günümüzde özgür dünyanın ne anlama geldiğini en başta isminden vurguluyor.