Oyuncular: Robert Carlyle, Mark Addy, Tom Wilkinson, William Snape, Steve Huison, Emily Woof, Paul Barber, Hugo Speer, Lesley Sharp
Senaryo: Simon Beaufoy
Müzik: Anne Dudley
The Full Monty, ak komedi-kara komedi gibi nitelemelerin her ikisinden de biraz nasibini alan eğlenceli ve eleştirel bir yapım. Açılış sizi yanıltmasın. Filmin iyi oturabilmesi için çok da güzel bir Sheffield tanıtımı bizi karşılıyor. O girişte bulunmayan bazı bilgileri de biz verelim. Çünkü bu da bizim yazının iyi oturmasını sağlayacak! İngiltere’nin orta kesiminde yer alan Sheffield, çeliği, bıçak çeşitleri, tarihin ilk futbol kulübü olan Sheffield FC’si ve Pulp grubu ile ünlüdür. Aynı zamanda The Full Monty’nin geçtiği yer olan Sheffield, 1979-1990 arası hüküm sürmüş Margaret Thatcher hükümetinin liberal özelleştirmeleri sonucu allak bullak olmuş ekonomisinin yaraladığı yerlerden sadece biri. (Yine bir Sheffield’li olan Bruce Dickinson’un Iron Maiden isminde Thatcher’dan esinlendiği söylenir.) Diğer şehirlerde olduğu gibi bu bunalım ortamı sonucu Sheffield halkı günlerini boş çelik fabrikalarında, sokaklarda, işçi bulma kurumlarında, işsizlik maaşı kuyruklarında veya striptiz kulüplerinde geçirmekteydi.
İşte o kapanmış fabrikaların birinde satacak bir şeyler arayan Gaz (Robert Carlyle), oğlu Nathan ve kankası Dave (Mark Addy), şehirde bir klüpteki erkek striptiz grubunun geldiğini duyan kadınların klübe akın ettiklerini görünce merak edip gizlice içeri girerler. Gördükleri manzara karşısında, işsiz güçsüz hayatından bunalan Gaz’ın aklına buna benzer bir grup kurma fikri iyice yatar. Kuracağı grubun da yine işsizlerden oluşması kaçınılmazdır. Boşandığı eşinden oğlunun velayetini alabilmesi için paraya ihtiyacı olan Gaz ve striptiz gösterisine giden eşiyle ilişkisinde kendine güven sorunları yaşayan Dave’in yanında, aylar boyu eşini bir işte çalıştığını söyleyerek kandıran Gerald (Tom Wilkinson), saftirik gece bekçisi Lomper (Steve Huison) ve bu ekipten oluşan jürinin seçtiği Horse (Paul Barber) ve Guy (Hugo Speer) ile dans ekibi tamamlanır. Ortak noktaları işsizlik olan bu kaybedenlerin artık başka bir ortak paydaları olmuştur. Dans!. Ama biraz edepsiz olanından.. Bu karakterlerin bahsedilen dramatik yönlerine paralel ilerleyen dans misyonları, filme komedi-dram arasında çok dozunda bir denge sağlamış. Nefis hazırcevaplıklar ve çok komik sahneler mevcut. Zaten striptiz yapmaya soyunan kilolu, kıllı, çelimsiz, yaşlı başlı adamlar hazır malzeme.
İngiliz sinemasının ele aldığı sancılı konuların birçoğunun, ekonomik yaptırımların ve başarısızlıkların bireylere ve sosyal yaşamlarına dayattığı güçlüklerden kaynaklanması boşuna değil. Şimdi bu kaynaktan beslenen başka ülke sineması yok mu? Elbet var, ancak İngiliz milleti özellikle Thatcher sonrası fena halde abandone olmuş bir vaziyette kraliyet soyunun vurdumduymazlığı, IRA, ecstasy, futbol fanatizmi, işsizlik, ırkçılık, sömürgeci zihniyet gibi meselelerle boğuşmak zorunda kaldı. Ekstra bir yaratıcılığa gerek bırakmayan, yaşanmış korkunç dramlar veya trajikomik ayakta durma çabalarından beslenen sıra dışı anlayışlar, bu sinemayı belli açılardan oldukça sivriltti. Aşklar, çivi çiviyi söker misali daha sert yaşandı, istikrarsız ortam yüzünden yerini kıskançlıklara, ihanetlere bıraktı. Öfkeleri dizginlemek çok zordu. İşsizliğin, yoksulluğun faturası yine kendi gibi olan bireysel hedeflere kesildi. Akıl almaz aile dramları yaşandı. Cinsel istismar, pornografi, alkol, uyuşturucu kullanımı aldı yürüdü. Bu çürümüşlüğün arasında var olma savaşı veren bireylerde ve gruplarda günü kurtaran, ama çok iyi kurtaran ufak çapta kahramanlık, direniş, reddediş, risk alış, yükseliş ve yere çakılış hikayeleri yaşandı.
İngiliz sinemasının tüm bu olanlara karşı duyarsız kalması imkansızdı. Ken Loach, Alan Parker gibi sinema adamları bu çürümeyi pek çok katmanda işlediler. Tavırları çok ciddi ve sertti. Ama bu yozluğun o meşhur İngiliz mizahı ile birleştiği örnekler de gerçekten tadından yenmiyordu. Çamur, bütün türlere sıçramıştı elbette. Ama ondan güzel heykeller çıkaranlar işini biliyor, mizahın karalığı, aklığı, griliği doğru ellerde su gibi yolunu buluyordu. The Commitments, Brassed Off ve daha birçok örnek, eleştirel komedilerini The Full Monty ruhuyla perdeye aktardılar.
Acemi striptizcilerin işsizlik maaşı kuyruğunda Donna Summer’ın Hot Stuff şarkısını duydukları, gösteri provası yaptıkları, TV’de Flashdance filmini izledikleri ve karakola düştükleri sahneler yerelere serecek türden. Hele de striptiz marşı olmuş Tom Jones’un You Can Leave Your Hat On eşliğindeki o muhteşem final mutlaka görülmeli. Tam bir zafer anı!. Filmde yine striptiz klasikleri sayılan The Stripper, Rock’n Roll Part 2, You Sexy Thing parçalarını ve daha fazlasını duymak mümkün. Carlyle ve Wilkinson çok sevdiğim iki aktördür. Özellikle de Wilkinson... Bu filmdeki rolü onun ciddi karizmasına bambaşka bir yenilik eklemiş, çok da güzel olmuş. Zoraki kaybedenler konumundaki bu insanların hayatlarına soktukları dans olgusu, kendini kabul ettirmeyi, paslanmadığını kanıtlamayı, sosyalleşme çabalarını sembolize ediyor. Dans, spor, müzik, sanat zaten bu ispatın peşinden gitmez mi? The Full Monty de onurun peşinden gidiyor. “500 milyon spermin arasından birinci geldiğimiz için hepimiz aslında kazananlarız” kolaycılığını ve Pollyannacılığını gururuna yediremeyen aslan gibi bir film.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder