29 Şubat 2024 Perşembe

Le règne animal (2023)

 
Yönetmen: Thomas Cailley
Oyuncular: Romain Duris, Paul Kircher, Adèle Exarchopoulos, Tom Mercier, Billie Blain, Xavier Aubert
Senaryo: Thomas Cailley, Pauline Munier
Müzik: Andrea Laszlo De Simone

Thomas Cailley ve Pauline Munier'in yazdığı, 2023'teki ilk uzun metrajı Les combattants ile başta Cannes Film Festivali'ndeki farklı seçkilerde 4 ödül olmak üzere pek çok festival tarafından kucaklanan Cailley'in yönetmenliğini yaptığı Belçika/Fransa ortak yapımı Le règne animal (The Animal Kingdom), fantastik unsurlar içeren hem bir baba-oğul, hem de büyüme hikayesi olarak dikkat çekiyor. Bilinmeyen bir mutasyon yüzünden bazı insanların yavaş yavaş farklı hayvanlara dönüştükleri kurmaca bir yakın gelecekteyiz. Bu tuhaf salgının artık herkesçe bilindiği ama sebeebinin ve çaresinin henüz bilinmediği bir evrede filme dahil oluyoruz. Kulağa birkaç yıl önce yaşadığımız Covid-19 kabusu gibi geliyor olsa da, onunla birlikte başka metaforlarla katmanlaşan bir dram/gerilim örneği. Aşçı olan François'nın eşi Lana da bu salgına yakalanmış ve bir hayvana dönüşmeye başlamıştır. 16 yaşındaki oğlu Émile ile artık konuşma yetisini kaybeden, iyice hayvan-insan karışımı bir hale gelen eşini sık sık ziyaret etmektedir. Lana'nın başka dönüşenlerle birlikte güneye nakledileceğini öğrenen François, Émile'i de alarak güneye taşınır. Ancak nakil arabasının yaptığı kaza sonucu dönüşenlerden bazıları ölür, bazıları yaralanır. Lana ise kayıptır. Eşini bulmayı saplantı haline getiren François, oğlunun da hayatını güçleştirmeye başlar. Bir de üstüne Émile'de de mutasyon belirtileri ortaya çıkınca içinden çıkılması zor bir sürece girerler. Tabii tüm bunlar olurken mutasyon kapanlar ve kapmayanlar olmak üzere kamuoyunda bir kamplaşma çoktan başlamıştır.

Fikir olarak ilham veren bir konuya sahip olmakla o fikri bir senaryoyla pratiğe dökmek her zaman mümkün olmayabiliyor. Thomas Cailley ve Pauline Munier hem baba François, hem oğul Émile, hem de ikisinin ortak kanallarından sürdürdüğü anlatımını bu fikir üzerine inşa ettikleri için Hollywoodvari bir post-apokaliptik hayatta kalma klişesinden kurtulmuşlar. Gerçi tasarladıkları hikayede de belli klişeler yok değil. Fakat en azından büyük resmi daraltınca hikayelerine daha fazla yer ayırabilmiş, klişeleriyle orijinal fikirlerini bir arada işleme imkanı bulabilmişler. Öbür türlü bu fikirden gişe canavarı bir aksiyon veya Shaun Of The Dead tipi bir komedi bile çıkarılabilirdi. Hatta Walking Dead veya The Last Of Us misali uzun soluklu bir dizi bile olabilirdi. İşte buna benzer yüksek potansiyele sahip fikirleri küçültmek, La régne animal gibi hikayelerin başarısını arttırabiliyor. Bir baba-oğulu odağına alan film, karısını bulmak uğruna her şeyi göze alan François ile, bir yandan çevre ve okul değiştirmek zorunda kalan, bir yandan da bir kurda dönüşmeye başlayan liseli oğlu Émile arasındaki bu yeni anormalliğin çeşitli açılardan fotoğraflarını çekiyor. Ama bununla yetinmeyip, hayvana dönüşme pandemisinin ortaya çıkaracağı sonuçları da bu fotoğraflardan oluşan albüme ekliyor. Söz konusu pandemi, bir zombi virüsü veya bakteriyel bir bulaşıcı hastalık değil de, belirli hızda bir hayvana dönüşme olunca, filmin duruşu katmanlaşıyor, vereceği mesajlar çeşitleniyor.

"Hayvana dönüşme" ifadesi, teknik olarak aslında kimin kime dönüştüğünü, evrimsel süreç düşünüldüğünde insan denen canlının da başka tür canlı formlarından buralara geldiğini hatırlarsak ne derece doğru tartışılır. Dönüşüm geçirenlerin, hala insan kalanlar tarafından sanki kendi başlarına gelmeyecekmiş gibi ötekileştirilmesi, nefret söylemlerine maruz kalması, hatta avlanmaya çalışılması, bizi doğa ve insan arasındaki mücadelenin çetrefilli yollarına sokuyor. Tabii ötekileştirme, nefret söylemi deyince göçmen meselesi de başka bir kanaldan okunabiliyor. Rastgele hayvanlara evrilmeye başlayan insanların bir zamanlar yaşadıkları şehir hayatına uyamamaları, normal insanlar tarafından dışlanmaları, onların da ormanın gizli saklı köşelerine çekilmeleri kesinlikle bu okumalara zemin hazırlamak için düşünülmüş. İnsanın her şeyi hak gören bencilliği, kendini evrenin en üstün varlığı sanan ukalalığı, tüketen, yok eden vurdumduymazlığı karşısında tasarlanmış en yaratıcı cezalardan biri de doğanın onlara bu şekilde kendisinin bir parçası olduklarını hatırlatması olsa gerek. En son Fransa'nın Oscar'ı sayılan César Ödüllerinde 12 dalda aday olup bunlardan en iyi sinematografi, orijinal müzik, ses, görsel efekt, kostüm olmak üzere beşini alan Le règne animal, tecrübeli aktör Romain Duris'in, hele de Émile rolündeki genç oyuncu Paul Kilcher'in yavaş yavaş bir hayvana dönüşmeye başlamasıyla zirve yapan performansları mutlaka görülmeli. Le règne animal, bazı fikirlerin bir gün fikir olmaktan çıkıp farklı şekillerde de olsa gerçekleşebileceğine, hepimizin bir gün "ötekiye" dönüşebileceğimize dair çarpıcı bir kurmaca.

18 Şubat 2024 Pazar

Perfect Days (2023)

 
Yönetmen: Wim Wenders
Oyuncular: Koji Yakusho, Arisa Nakano, Tokio Emoto, Aoi Yamada, Aoi Yoshida, Yumi Asô
Senaryo: Wim Wenders, Takuma Takasaki

Wim Wenders ve Takuma Takasaki'nin senaryosunu yazdığı, artık dünyaya mal olmuş sinemasıyla bir gezgini andıran usta Alman yönetmen Wim Wenders'in yönettiği Perfect Days, adını Lou Reed'in filmde de duyduğumuz eskimeyen şarkısı Perfect Day'den alan bir yapım. Tokyo'daki modern tasarımlara sahip umumi tuvaletleri temizlemekle görevli Hirayama'yı gözlemliyor, onunla yatıp onunla kalkıyor, onun peşinden gidiyoruz. Birçok kişinin burun kıvıracağı, önemsiz bulacağı, tiksineceği işini son derece titizlikle, şikayet etmeden, kendini vererek, ağirbaşlı ve sıkılmadan yapan Hirayama, hepsi birbirine çok benzeyen günlerinden anlamlar yakalamaya, eylemlerini kişisel bir sanata, kendisiyle ve çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmeyi çalışan bir adam. Wenders ve Takasaki, tuvalet temizlikçisi mesleğini özellikle bir alegori olarak göstermeye çalışmasalar da, seyircinin algılama ayarlarına söz geçiremeyeceklerini bilecek kadar tecrübeliler. "Bir şehrin ve içindeki insanların pisliklerini temizleyen tertemiz bir adam" klişesinin çok ötesinde gizli veya aleni çok şey var filmde. Ama bu şeyler o kadar basit ve minimal biçimlerde filme dahil ediliyor ki, sanki dahil edilmiyor, doğal akış içinde bir sinema filminin parçası olmanın ötesine geçip kendi yollarını buluyorlar. Wenders de sadece buna aracı oluyor. Hayatımız, ona anlam katan rutinlerimiz kadardır. O nüanslardaki giz sadece bize özeldir. Yaptığımız mesleğe, alışkanlıklarımıza, rafine zevklerimize başkalarının anlam yüklemesini beklemez, istemeyiz. İşte Hirayama kendi hayatının anlamını bu nüanslarda bulmuş bir karakter.

Perfect Days, Hirayama'nın birbirine benzeyen günlerinden derlenmiş 2 saatlik bir kesit. Ortasında başlayıp ortasında biten bir film. Herhangi bir dönüşüm, değişim, bir sırrın keşfedilişi, o uyanış ardından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kabilinden iddialar söz konusu değil. Her sabah gün ağarmadan, alarmsız kendi kendine aynı saatte uyanan, dişlerini fırçalayan, kapıdan çıkıp arabasına binerek işine giden bir çalışan. Ama bu basit ve hemen herkesin yaptığı eylemlerin arasında saklı bazı detaylar, o basitlığin içine sızmış güzelliklere işaret ediyor. Mesela en basitinden kapıdan çıkma eylemini ele alalım. Hirayama öylesine kapıdan çıkıp gitmiyor. Kapıyı açtığında gökyüzüne bakıp, sabah ayazının ve henüz ağarmamış havanın tatlı yoğunluğunu içine çekerek gülümsüyor. Arabaya binip yola çıkmadan önce bir kaset seçiyor, o kaset eşliğinde işe gidiş yolunu sinematik bir tecrübeye çeviriyor. İşini saygı yüklü bir disiplinle yapıyor. Molalarında bir yandan yemeğini yerken, bir yandan etrafı gözlemliyor, ağaçların arasından sızan güneş ışıklarının fotoğrafını çekiyor. Temelde sabah kalktıktan gece yatana kadar belli bir yol haritası izliyor. Groundhog Day çağrışımı yapan şekilde her gün aynı güne uyanmanın bir benzerini yaşıyor gibi görünse de, bu fantastik bir film değil ve aslında çoğumuz farklı ölçülerde aynı günü yaşıyoruz. Bizim de bu monotonluğu çekilir kılmak için kendimize göre ufak çözümlerimiz, alışkanlıklarımız, kimseyi rahatsız etmeyecek rafine hazlarımız var. Özellikle yoğun iş ve şehir yaşamı içinde olanların bu tekdüzeliği biraz olsun sağaltmak için kendi çözümleri, kendi rotaları da mevcut.


Hirayama'nın kendi rutinleri arasına sızan, bazen aksatan ufak tefek farklılıklar da ortaya çıkıyor. Ama evden kaçan yeğeni Niko'nun ziyaretine benzer farklılıklara rağmen kendi haritasından sapmadan hayatını sürdürmeyi seviyor. Öyle ki, ona duygusal bir bağ hissettirip onu bu rotadan saptıracak insanlarla uzun süreli temaslarda bulunmaktan imtina ediyor gibi görünüyor. Baba, kardeş, yeğen, iş arkadaşı, hoşlanılan bir kadın, kim bu hayata dahil olmaya başlarsa Hirayama'nın kendine has hafta içi ve hafta sonlarından oluşan hayatının artık eskisi gibi olmayacağına olan inanç, bir seyirci olarak bize bile sirayet ettiyse Hirayama tarafından nasıl hissedilir bilemiyoruz. Belki de Hirayama için insanlarla etkileşimde bulunma meselesi, hiç görmediği birinin tuvaletlerdeki gizli bölmesine bir kağıt parçası bırakarak başlattığı SOS oyunu oynamaya benziyor bir yanıyla. Kimseye dışlayıcı, yargılayıcı, tepkili, öfkeli yaklaşmıyor. Lakin içten içe tutkuyla bağlı olduğu yalnızlığından kopmamaya çalışıyor. Tüketim çılgınlığına, dijital dünyanın kolay erişilebilir kuru kalabalığına, insanların sebep olacağı binlerce yıkıma tamamen yabancı, uzak ve korunaklı olmak istediği her halinden anlaşılıyor. Spotify'ı bile bir müzik dükkanı zanneden, kasetlerle, kitaplarla, fotoğraf makinesiyle, bisikletiyle, günlük rutinleriyle mutlu biri olarak artık eşine ender rastlanan insanlardan. Wim Wenders, sadeliğiyle büyüleyen bir anlatımla Hirayama'nın birbirine benzeyen günlerini sıralar ve bu günlerin aralarına ufak tefek detayları serpiştirirken hem bu adamın sıradan bir Tokyo gününe, hem de onun sözlere dökülmeyen iç dünyasına bakmayı/baktırmayı başaran ustalıklı bir yönetim sergiliyor.

Başta Unagi, Shall we dansu?, Korô no Chi gibi filmler olmak üzere kariyerinin başından beri çeşitli festivallerden pek çok ödül kazanan 68 yaşındaki Japon sinemasının usta aktörlerinden Koji Yakusho, Hirayama'nın babacan tavrını, pozitif duruşunu, o duruşun ardında gizlenen hüznü, samimi neşesini, doğayla olan sessiz ilişkisini hiçbir efor veya abartı göstermeyen performansıyla vücuda getiriyor. Bu rolüyle Cannes Film Festivali'nden En İyi Erkek Oyuncu ödülü alması da gayet yerinde bir karar. Filmi Franz Lustig'in nerede sade, nerede estetik olacağını bilen, sadeyken bile estetik olabilen sinematografisiyle izlemek ayrı bir keyif. Hirayama'nın kasetlerinden duyduğumuz House Of The Rising Sun, Redondo Beach, (Sittin' On) The Dock Of The Bay, Feeling Good ve tabii ki Perfect Day gibi 60 ve 70'lerin şarkıları da bu güzel adamın nostaljisinin, yalnızlığının, gizeminin harika fon müzikleri olmuş. 80'ine merdiven dayamış Wim Wenders, Perfect Days ile ağaçlardan sızan ışık hüzmeleri misali, sıkıcı görünen ama yine de alıştığımız rutinlerimizin arasına sızan insanları, manzaraları, kitapları, şarkıları yalnızlığımıza ortak edişimizin filmini yapmış. Dijital dünyada analog, kir içinde temiz, 38 milyonluk Tokyo'da yalnız kalan bir adamın içine bakmış. Günlerimizin mükemmel olması için illa mal, mülk, para, pul, insanlarla dolu aktiviteler gerekmediğini, sadece alışkın olduğumuz, kafamızda hiyerarşisini kurduğumuz, her gün tekrar etmesinden mutlu olduğumuz rutinlerimizin aksamamasının bile yeterli olabileceğini hatırlatmış.

13 Şubat 2024 Salı

Los delincuentes (2023)

 
Yönetmen: Rodrigo Moreno
Oyuncular: Daniel Elías, Esteban Bigliardi, Margarita Molfino, Germán De Silva, Cecilia Rainero, Javier Zoro, Lalo Rotavería
Senaryo: Rodrigo Moreno

Buenos Aires'de bir banka çalışanı olan Morán, bir daha çalışmak istemediği için güvenlik açığını fırsat bilerek erişime sahip olduğu banka kasasından bir miktar para çalar. Daha sonra aynı bankadaki meslektaşı Román'a bir teklifte bulunur. Buna göre Morán, zaten tüm güvenlik kameraları kendisini tespit ettiği için suçunu itiraf edip teslim olacaktır. Alacağı ceza sonrası hapisten çıkma süresi olan 3,5 yıl geçene kadar Román'dan soygun parasını saklamasını ister. Cezası bitince parayı yarı yarıya bölüşeceklerdir. Başlangıçta korkup bu duruma yanaşmayan Román, Morán'ın tehdit etmesi üzerine buna razı olur. Hapse giren Román, birgün kendisini ziyaret eden Morán'dan parayı şehir dışındaki bir kırsalda bulunan büyük bir taşın altına saklamasını ister. Parayı tarif edilen yere koymaya giden Morán, orada tanıştığı bir belgesel ekibiyle çok farklı bir yaşam tecrübesine yelken açacaktır. Rodrigo Moreno'nun yazıp yönettiği Los delincuentes, işte bu birbirinden çok farklı yaşam tarzları arasında sıkışmış iki adamın tuhaf ilişkisinden ve basit bir soygun öyküsünden gerilimli, tutkulu, şiirsel, pastoral bir varoluş sorgusu üretmiş bir yapım. Kavgasız, gürültüsüz, gerilimsiz bir soygun yapan ve sonrasında tesadüfen o gün rahatsızlığı nedeniyle izin alıp çıkan Román'ı zoraki biçimde bu suça ortak eden Morán, şehir yaşamının stres yüklü puslu havasından, doğanın huzurlu kollarına sığınan bir adam. Hayatındaki radikal bir değişime kendini hazırlamış, her şeyi göze almış bir roman kahramanı adeta.

Bu romanın bir diğer kahramanı olan Román ise Morán'a nazaran dönüşümüne daha detaylı biçimde tanık olduğumuz bir karakter. Onun Morán zorlamasıyla dolaylı olarak dahil olduğu soygun ve devamında tehditle yapmak zorunda kaldığı şeyler bir Kafka karakteri soğukkanlılığına bürünse de, doğanın, kırsalın ve bu kırsalda tanıştığı Norma'nın büyüsü onu bazı yönlerden bir Çehov karakterine benzetebiliyor. Öte yandan Morán, soygun ve kent yaşamından uzaklaşma gerekçelerini basit ve açıkça ifade ederken, Román'ın mecbur bırakılmışlığı dışında kendini bu hileye ortak edişinden gelen kabullenme hakkında bir şey öğrenemiyoruz. Gerçi bunu öğrenmek Román hakkında edindiğimiz fikirleri değiştirmeyecektir. Zira Los delincuentes sessizliğiyle de çok şey anlatabilecek bir film. Román'ın kırsalda belgesel ekibiyle karşılaştığı andan itibaren rotasını bambaşka bir yöne çeviren Rodrigo Moreno, doğa tarafından yazılı olmayan kuralları konmuş bir arınmayı kutsuyor. Bu kuralların en belirgini teslimiyet. Román kendini bu yeşile, toprağa, suya, yeni tanıştığı arkadaş grubuna, Norma'ya teslim edince, kendisini teslim almış olan yaşadığı şehir hayatı, eşi, işi ona daha kolay terk edilebilirmiş gibi görünüyor. Özgürlüğün, gönüllü teslimiyetin, farklı bir ten arzusunun insan ruhu üzerindeki değişkenliği, gitmekle kalmak, serbest bırakmakla bağlanmak arasındaki ayrımın stabilliğine karışıyor. Román, ait olduğu yer, zaman ve kişi hakkında kimine göre basit, kimine göre varoluşsal bir ikilem içine düşüyor.


Moreno, bu şekilde dümenini başka bir rotaya kırdıktan sonra yine beklenmedik bir hamleyle filmini bir miktar başa sarıp, bu defa Morán'a yakın girmeye başlıyor. 3,5 yıl sonra zengin bir adam olarak hapisten çıkmayı planlayan Morán'ı teslim olduktan sonra bırakmış, Román'ın yaşadıklarına bakmıştık. Zamanda geri giden Moreno, bu defa Morán'ın teslim olmadan önce neler yaptığına dönüyor. Kronolojiyi bozarak bazı belirsizlikleri giderdiği gibi, hayatında köklü bir değişiklik yapmak için hapse girmeyi bile göze alan Morán'ın özgürlük, aidiyet, aşk taleplerinin bulacağı karşılıkları bekliyor. Bekliyor diyoruz çünkü Moreno'nun her iki karakteriyle ilgili belli bir planı yokmuş, onları film içinde kendi hallerine bırakmış, o da bizim gibi olacakları merak ediyormuş gibi adeta. Başlangıçta soygun, saklanan para, bölüşme planı vs. derken bir suç yapımı sandığımız şey, aşama aşama bir taşra masalına dönüşüyor. Coen kafasından çark etmek, üstelik çok da iyi giderken çark etmek cesaret işi. Ama bu defa yumuşak geçişlerle sinema tarihine ait başka kafalarda geziniyor film. Bu dönüşüm mantığı, sadece filmin genelinde değil, bazı bölümlerin kendi içinde de görülüyor. Örneğin Morán'ın hapishane günleri tipik iç sıkıntıları ve zorbalıkla başlasa da, edebiyatla devam ediyor. Román tıpkı No Country For Old Men'deki Llewelyn Moss gibi bir çanta dolusu parayla ne yapacağını bilemez bir şaşkınlıkla başlasa da, bir Nuri Bilge Ceylan karakteri gibi sessizce hayatına nelerin anlam kattığını sorgulayıcı bir pozisyonla devam ediyor.

Morán - Román anagramı (hatta Ramón diye bir yan karakter bile var), aynı iş yerinde çalışmak dışında normalde hiçbir ortak yanı olmayan bu iki adamın görünürde suç ortağı olmalarına rağmen bir elmanın iki yarısı misali aynı coğrafyadan geçip aynı duyguları yaşamaları, aynı kadından etkilenmelerini de tarif ediyor. Norma (ki onun da kız kardeşinin adı Morna) iki adamın kesişmeyen kesişme noktasındaki tutkuyu, geleceği, özlemi duyulan yeni bir hayatı temsil ediyor. Rodrigo Moreno, üç saat içinde hayatın içinde birden fazlamızın aynı yollardan geçip, aynı plağı dinleyip, aynı sularda yüzüp, aynı kişiyle sevişme ihtimallerimizin masalını anlatıyor. Sanki önce bir roman yazacakmış ama son anda vaz geçip bir film çekmiş gibi anlatıyor masalını. Bir yönetmenin kendi yazıp yönettiği filmiyle, hele de filmin finaliyle ilgili açıklaması merak edilir. Ama kimi seyirci de bu açıklamayı duymamış ya da bilerek dinlememiştir. Kendi çıkarımlarını yapar ve bundan memnundur. İşte Los delincuentes bu benzersiz masalın başını, ortasını, sonunu seyircisine bırakmış ya da hediye etmiş adeta. Daniel Elías ve Esteban Bigliardi birer oyuncu olarak çok büyük işler yapmıyorlar belki. Ama bu iki sıradan kurmaca karakteri kurmaca olmaktan çıkarıp baştan sona çok iyi taşıyor, oldukları, olmak istedikleri, dönüştükleri ne varsa çok iyi temsil ediyorlar. Los delincuentes, izlediğimiz en ilginç soygun filmlerinden biri olduğu kadar, izlediğimiz en tuhaf aşk üçgenlerinden biri de olabilir. Ayrıca içinde "başa bela para dolu çanta" olup da bu kadar şiirsel, bu kadar kırılgan olabilen hiçbir şey izlememiş olma ayrıcalığı da yaşayabilirsiniz.

7 Şubat 2024 Çarşamba

Suicide Kings (1997)


Yönetmen: Peter O'Fallon
Oyuncular: Christopher Walken, Denis Leary, Sean Patrick Flanery, Jay Mohr, Jeremy Sisto, Henry Thomas, Johnny Galecki, Brad Garrett, Nina Siemaszko
Senaryo: Josh McKinney, Gina Goldman, Wayne Allan Rice
Müzik: Graeme Revell, Tim Simonec

Dört varlıklı ve eğitimli arkadaş planlı biçimde ünlü, korkulan ve saygın mafya babası Carlo Bertolucci’yi (Christopher Walken) kaçırıp, olaydan habersiz bir başka arkadaşlarının malikanesine hapsederler. Amaçları, içlerinden Avery’nin kızkardeşini kaçıran başka bir mafyaya ait kişilerin bulunup kızın kurtarılmasını sağlamaktır. Bunun için Bertolucci’nin nüfuzunu kullanmak istemektedirler. Kızı kaçıranlar ona nasıl zarar verirlerse gençler de Bertolucci’ye aynı biçimde zarar vermekle tehdit ederler. Bunun üzerine Bertolucci’nin dışarıdaki avukatı bir de tehlikeli sağ kolu Lono ile iletişim kurmasına izin verirler. Çok zeki bir adam olan Bertolucci kısa zamanda bu gençlerin zayıf noktalarını öğrenip soğukkanlı biçimde bağlı olduğu koltuktan kendi kişisel mücadelesini vermeye başlar. Zaman ilerledikçe bu gençlerden birinin de kaçırma olayının içinde olabileceği ihtimali belirir.

Şimdilerin Las Vegas, Pushing Daisies, The Riches, Ghost Whisperer, House M.D., Prison Break, Eureka gibi dizilerine birkaç bölüm çekmiş Peter O'Fallon’un yönettiği Suicide Kings, iyice bir suç gerilimi. Yormayan diyaloglarla ilerleyen bir kedi-fare, av-avcı hikayesi, genç oyuncuların performansları ile birleşince olması gereken panik havasında pek bir sıkıntı çekilmemiş. The Hostage isimli bir kısa hikaye, çok fazla sıkıntı yaratmadan uzun metraja uyarlanabilmiş. Entrika üzeri paranoya çok fazla abartılmamış. Ta ki, çok aceleye getirilmiş ikinci finale kadar. Ama onu da Bertolucci’nin geniş haber alma ağına bağlamak gerekecek muhtemelen.

Denis Leary’nin canlandırdığı durmadan yeni çizmelerinden ve dırdırcı karısından bahseden karizmatik sağ kol Lono’nun restoran görevlisi kızı ziyaret ettiği ve Bertolucci’nin parmağındaki yüzüğün hikayesinin anlatıldığı bölümler gibi ana hikayeden biraz uzaklaşan güçlü molalar da bulunmakta. Yıllar yılı gangster rollerini üzerinde en iyi taşıyan aktörlerden biri olmuş Christopher Walken, bağlı biçimde oturduğu yerden bile filmin iplerini elinde tutmasını bilen son derece soğukkanlı duruşu ve ekrana kilitleyen sağı solu belirsiz oyunu ile yine olağanüstü. Gerekirse biraz da uzatılarak o ikinci final daha makul ve mantıklı biçimde bağlanabilirdi şeklinde düşündürse de suç filmleri meraklılarına tavsiyede sakınca görülmeyecek filmlerden.