Yönetmen: Wim Wenders
Oyuncular: Koji Yakusho, Arisa Nakano, Tokio Emoto, Aoi Yamada, Aoi Yoshida, Yumi Asô
Senaryo: Wim Wenders, Takuma Takasaki
Wim Wenders ve Takuma Takasaki'nin senaryosunu yazdığı, artık dünyaya mal olmuş sinemasıyla bir gezgini andıran usta Alman yönetmen Wim Wenders'in yönettiği Perfect Days, adını Lou Reed'in filmde de duyduğumuz eskimeyen şarkısı Perfect Day'den alan bir yapım. Tokyo'daki modern tasarımlara sahip umumi tuvaletleri temizlemekle görevli Hirayama'yı gözlemliyor, onunla yatıp onunla kalkıyor, onun peşinden gidiyoruz. Birçok kişinin burun kıvıracağı, önemsiz bulacağı, tiksineceği işini son derece titizlikle, şikayet etmeden, kendini vererek, ağirbaşlı ve sıkılmadan yapan Hirayama, hepsi birbirine çok benzeyen günlerinden anlamlar yakalamaya, eylemlerini kişisel bir sanata, kendisiyle ve çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmeyi çalışan bir adam. Wenders ve Takasaki, tuvalet temizlikçisi mesleğini özellikle bir alegori olarak göstermeye çalışmasalar da, seyircinin algılama ayarlarına söz geçiremeyeceklerini bilecek kadar tecrübeliler. "Bir şehrin ve içindeki insanların pisliklerini temizleyen tertemiz bir adam" klişesinin çok ötesinde gizli veya aleni çok şey var filmde. Ama bu şeyler o kadar basit ve minimal biçimlerde filme dahil ediliyor ki, sanki dahil edilmiyor, doğal akış içinde bir sinema filminin parçası olmanın ötesine geçip kendi yollarını buluyorlar. Wenders de sadece buna aracı oluyor. Hayatımız, ona anlam katan rutinlerimiz kadardır. O nüanslardaki giz sadece bize özeldir. Yaptığımız mesleğe, alışkanlıklarımıza, rafine zevklerimize başkalarının anlam yüklemesini beklemez, istemeyiz. İşte Hirayama kendi hayatının anlamını bu nüanslarda bulmuş bir karakter.
Perfect Days, Hirayama'nın birbirine benzeyen günlerinden derlenmiş 2 saatlik bir kesit. Ortasında başlayıp ortasında biten bir film. Herhangi bir dönüşüm, değişim, bir sırrın keşfedilişi, o uyanış ardından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kabilinden iddialar söz konusu değil. Her sabah gün ağarmadan, alarmsız kendi kendine aynı saatte uyanan, dişlerini fırçalayan, kapıdan çıkıp arabasına binerek işine giden bir çalışan. Ama bu basit ve hemen herkesin yaptığı eylemlerin arasında saklı bazı detaylar, o basitlığin içine sızmış güzelliklere işaret ediyor. Mesela en basitinden kapıdan çıkma eylemini ele alalım. Hirayama öylesine kapıdan çıkıp gitmiyor. Kapıyı açtığında gökyüzüne bakıp, sabah ayazının ve henüz ağarmamış havanın tatlı yoğunluğunu içine çekerek gülümsüyor. Arabaya binip yola çıkmadan önce bir kaset seçiyor, o kaset eşliğinde işe gidiş yolunu sinematik bir tecrübeye çeviriyor. İşini saygı yüklü bir disiplinle yapıyor. Molalarında bir yandan yemeğini yerken, bir yandan etrafı gözlemliyor, ağaçların arasından sızan güneş ışıklarının fotoğrafını çekiyor. Temelde sabah kalktıktan gece yatana kadar belli bir yol haritası izliyor. Groundhog Day çağrışımı yapan şekilde her gün aynı güne uyanmanın bir benzerini yaşıyor gibi görünse de, bu fantastik bir film değil ve aslında çoğumuz farklı ölçülerde aynı günü yaşıyoruz. Bizim de bu monotonluğu çekilir kılmak için kendimize göre ufak çözümlerimiz, alışkanlıklarımız, kimseyi rahatsız etmeyecek rafine hazlarımız var. Özellikle yoğun iş ve şehir yaşamı içinde olanların bu tekdüzeliği biraz olsun sağaltmak için kendi çözümleri, kendi rotaları da mevcut.
Hirayama'nın kendi rutinleri arasına sızan, bazen aksatan ufak tefek farklılıklar da ortaya çıkıyor. Ama evden kaçan yeğeni Niko'nun ziyaretine benzer farklılıklara rağmen kendi haritasından sapmadan hayatını sürdürmeyi seviyor. Öyle ki, ona duygusal bir bağ hissettirip onu bu rotadan saptıracak insanlarla uzun süreli temaslarda bulunmaktan imtina ediyor gibi görünüyor. Baba, kardeş, yeğen, iş arkadaşı, hoşlanılan bir kadın, kim bu hayata dahil olmaya başlarsa Hirayama'nın kendine has hafta içi ve hafta sonlarından oluşan hayatının artık eskisi gibi olmayacağına olan inanç, bir seyirci olarak bize bile sirayet ettiyse Hirayama tarafından nasıl hissedilir bilemiyoruz. Belki de Hirayama için insanlarla etkileşimde bulunma meselesi, hiç görmediği birinin tuvaletlerdeki gizli bölmesine bir kağıt parçası bırakarak başlattığı SOS oyunu oynamaya benziyor bir yanıyla. Kimseye dışlayıcı, yargılayıcı, tepkili, öfkeli yaklaşmıyor. Lakin içten içe tutkuyla bağlı olduğu yalnızlığından kopmamaya çalışıyor. Tüketim çılgınlığına, dijital dünyanın kolay erişilebilir kuru kalabalığına, insanların sebep olacağı binlerce yıkıma tamamen yabancı, uzak ve korunaklı olmak istediği her halinden anlaşılıyor. Spotify'ı bile bir müzik dükkanı zanneden, kasetlerle, kitaplarla, fotoğraf makinesiyle, bisikletiyle, günlük rutinleriyle mutlu biri olarak artık eşine ender rastlanan insanlardan. Wim Wenders, sadeliğiyle büyüleyen bir anlatımla Hirayama'nın birbirine benzeyen günlerini sıralar ve bu günlerin aralarına ufak tefek detayları serpiştirirken hem bu adamın sıradan bir Tokyo gününe, hem de onun sözlere dökülmeyen iç dünyasına bakmayı/baktırmayı başaran ustalıklı bir yönetim sergiliyor.
Başta Unagi, Shall we dansu?, Korô no Chi gibi filmler olmak üzere kariyerinin başından beri çeşitli festivallerden pek çok ödül kazanan 68 yaşındaki Japon sinemasının usta aktörlerinden Koji Yakusho, Hirayama'nın babacan tavrını, pozitif duruşunu, o duruşun ardında gizlenen hüznü, samimi neşesini, doğayla olan sessiz ilişkisini hiçbir efor veya abartı göstermeyen performansıyla vücuda getiriyor. Bu rolüyle Cannes Film Festivali'nden En İyi Erkek Oyuncu ödülü alması da gayet yerinde bir karar. Filmi Franz Lustig'in nerede sade, nerede estetik olacağını bilen, sadeyken bile estetik olabilen sinematografisiyle izlemek ayrı bir keyif. Hirayama'nın kasetlerinden duyduğumuz House Of The Rising Sun, Redondo Beach, (Sittin' On) The Dock Of The Bay, Feeling Good ve tabii ki Perfect Day gibi 60 ve 70'lerin şarkıları da bu güzel adamın nostaljisinin, yalnızlığının, gizeminin harika fon müzikleri olmuş. 80'ine merdiven dayamış Wim Wenders, Perfect Days ile ağaçlardan sızan ışık hüzmeleri misali, sıkıcı görünen ama yine de alıştığımız rutinlerimizin arasına sızan insanları, manzaraları, kitapları, şarkıları yalnızlığımıza ortak edişimizin filmini yapmış. Dijital dünyada analog, kir içinde temiz, 38 milyonluk Tokyo'da yalnız kalan bir adamın içine bakmış. Günlerimizin mükemmel olması için illa mal, mülk, para, pul, insanlarla dolu aktiviteler gerekmediğini, sadece alışkın olduğumuz, kafamızda hiyerarşisini kurduğumuz, her gün tekrar etmesinden mutlu olduğumuz rutinlerimizin aksamamasının bile yeterli olabileceğini hatırlatmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder