30 Mayıs 2015 Cumartesi

Clouds Of Sils Maria (2014)


Yönetmen: Olivier Assayas
Oyuncular: Juliette Binoche, Kristen Stewart, Chloë Grace Moretz, Lars Eidinger, Johnny Flynn, Angela Winkler, Hanns Zischler
Senaryo: Olivier Assayas

Tiyatro oyuncusu Maria Enders (Juliette Binoche), 18 yaşındayken oyun yazarı - yönetmen Wilhelm Melchior'un "Maloja Snake" adlı filminde patronu Helena’yı intihara sürükleyen genç ve hırslı Sigrid rolünü sahnede oldukça başarılı biçimde canlandırmıştır. 20 sene sonra kariyerinin zirvesindedir ama eski parlak günleri de geride kalmıştır. Onuruna verilecek bir ödül için asistanı Valentine (Kristen Stewart) ile birlikte İsviçre'ye giden Maria, yolda Melchior'un ölüm haberini alır. Tören sonrası kendisiyle tanışmak isteyen genç tiyatro yönetmeni Klaus Diesterweg, yıllar sonra bu filmin tiyatro versiyonunu yeniden çekmek, Helena rolünü bu defa Maria'ya vermek istemektedir. Gençken canlandırdığı Sigrid rolünü ise Jo-Ann Ellis (Chloë Grace Moretz) adlı yeni neslin popüler genç oyuncularından biri oynayacaktır. Maria, rolü kabul eder ama hem farklı bir Helena - Sigrid ikilemi yaşayacaktır, hem de geçmiş ile günümüz kariyer anlayışı arasındaki kuşak farkıyla yüzleşecektir.

Oyuncu Rosanna Arquette'in yönettiği 2002 tarihli Searching For Debra Winger belgeseli, aktris Debra Winger özelinden genele ulaşan, kadın oyuncuların yaşlandıkça sektör tarafından tercih edilmeyip dışlandıklarına atıfta bulunan güçlü bir tepkiydi. Fransız senarist / yönetmen Olivier Assayas filmi Clouds Of Sils Maria, bu dışlanmaya hem oyuncu, hem de kadın, aynı zamanda hem kurmaca, hem de gerçek pencerelerinden bakabilen çok kapsamlı bir dram. Bir zamanların genç ve popüler oyuncusu Maria Enders'in artık daha sanatsal organizasyonlarda onur ödülüne layık görülen veteran statüsüne gelmesi film için ne kadar alışıldık bir durum ise, aynı Maria'nın 18 yaşında oynadığı Sigrid karakterinin karşısında yer alan Helena'yı canlandıracak olması da o kadar enteresan. Bir dram için son derece zengin bir maden sayılabilecek bu yer değiştirme, Assayas tarafından o madene girilip oradan çıkarılan değerli taşlarla yapılan mütevazi bir mücevher olarak önümüze geliyor.


 İsviçre'nin Graubünden Kantonu'nda bulunan Maloja'daki Sils Maria'nın benzersiz fonunda geçen film, hava akımlarının yönlendirdiği bulutların sıradağlar arasından dev bir yılan gibi kıvrımlı şekiller alarak geçmesinin verdiği ilhamla Melchior'un yazdığı iki kadının gelgitli ilişkisini teoride ve pratikte hayata geçirmeye çalışıyor. Teoride Maria ve genç asistanı Valentine'in yer yer sancılı okuma provalarını izlerken, pratikte ise bu ikilinin arasındaki iş ve arkadaşlık ilişkisi ekseninde yaşadıklarını Helena - Sigrid ilişkisinin gölgesinde yorumlamak mümkün. Gelişen teknoloji neticesinde internet ve sosyal medya kullanımının, 3D filmlerin, popüler kültürün körüklediği magazin dünyasının tam ortasında kalan geleneksel Maria ile, yeri geldiğinde patronunu eleştirmekten çekinmeyen, kendi jenerasyonunun tercihlerini savunan Valentine arasındaki kuşak çatışması, tiyatro oyunu ile gerçek hayatın içiçe geçmesini sağlıyor. Ötelenmeye çalışılan bu çatışma, tıpkı Sils Maria bulutları gibi yavaş yavaş ikilinin üzerine çökmeye başlıyor. Hiç görmediğimiz ama diyaloglar sayesinde karakter yapılarına vakıf olmaya çalıştığımız Helena - Sigrid çatışmasının seyirciye geçme garantisi olmayabilir. Fakat Maria - Valentine ikilisinin yaş, karakter ve mesleki konumlarından doğan çatışmalar bu boşluğu detaylı biçimde dolduruyor. Üstelik Kristen Stewart gibi liseden yeni mezun olmuş görünümlü vasat bir oyuncuya rağmen.

Oysa karşısında öyle bir Juliette Binoche var ki, böylesi her genç oyuncuya nasip olmaz. Binoche, geçmişte Sigrid olarak biriktirdiklerini şimdi Helena olarak aktaracak olmanın stresli ve ikilemli ruh halini kusursuz yansıtıyor. Öfke ve kahkaha patlamalarıyla bu stresli duruma profesyonel bir hakimiyet sağlıyor. Bu kadar doğal görünmesindeki en büyük etken (dünyanın en iyi aktrislerinden biri olması dışında), senaryonun üzerinde durduğu veteran oyuncu ve yeni yetenek evrenlerinin çatışma alanlarını bir değil, iki yeni oyuncuyla birden tecrübe etmesi. Stewart ve Moretz'in Binoche karşısında böylesi derin bir dramda sevimsiz kalışları bana göre belki de Assayas'ın arzu ettiği şeylerden biriydi. Maria'ya birilerinin "senaryo bir cisim gibidir, durduğun yere göre bakış açısı değişir" demesi gerekiyordu. Maria'ya yönelik bu ve buna benzer zeki muhalif çıkışları Valentine'a kondurmak benim için ne kadar zor olsa da Maria'nın geleneksel kalan oyunculuk damarlarının bu tip hamlelerle zorlanmasına ihtiyaç vardı. Olivier Assayas, görünen (Maria, Valentine, Jo-Ann) ve görünmeyen (Sigrid, Helena) tüm kadın karakterlerine rahatsızlık yükleyerek mizah ve tempo farkıyla Woody Allen'ın yaptığı şeyleri yapabilen güçlü bir senaryo ortaya koyuyor. Cisim gibi bir senaryo!

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Life Itself (2014)


Yönetmen: Steve James
Müzik: Joshua Abrams

Amerika'nın en güçlü ve sözü dinlenen sinema eleştirmenlerinden biri olan Roger Ebert'in aynı adlı biyografisinden Steve James'in uyarlayıp yönettiği Life Itself, ünlü eleştirmenin hayatı ve kariyerine yakından bakan bir belgesel. Chicago Sun-Times'da sürdürdüğü 45 yıllık yazarlık ve televizyonda bir başka sinema eleştirmeni olan Gene Siskel ile yürüttüğü programcılık kariyerlerininin yanı sıra Pulitzer Ödülü sahibi de olan Ebert, 4 Nisan 2013 tarihinde uzun zamandır savaştığı kansere yenik düşüp hayata veda etmişti. Belgeselde Ebert'in çalışma arkadaşlarından, yakın dostlarından, fedakar eşi Chaz'den ve Martin Scorsese, Verner Herzog gibi usta yönetmenlerden pozitif yorumlar duyuyoruz. Onun sadece ana akım sinemaya değil, bağımsız genç sinemacılara, unutulmaya yüz tutmuş belgeselcilere verdiği desteği de görüp daha çok saygı duyuyoruz.

Buraya kadar herşey normal bir belgesel üslubunda ilerliyor. Arşiv görüntüleri de yerli yerinde seçilip kurgulanmış. Ancak Steve James zaman zaman fazla kişisel bir anlatım tonu tutturarak bir biyografi için bile fazla sayılabilecek bazı gereksiz sahnelere yer veriyor. Bunun bir biyografi uyarlaması olduğu düşünülürse, üzerinde daha fazla durulması veya atlanmaması gereken kariyer noktalarına yeterince ilgi gösterilmemesi etkiyi azaltabiliyor. Özellikle hastalık dönemine ait görüntüler çok fazla yer tutuyor ki, ustalığından ve ağırlığından kimsenin şüphesi olmayan bir eleştirmeni uzun süre o halde görmek can sıkıcı bir hal almaya başlayabiliyor. Kendi ağzından veya klavyesinden daha fazla eleştiri pasajları duymak veya zamanında filmi Ebert tarafından yerden yere vurulmuş bir sinemacının onun hakkındaki farklı bir yorumunu dinlemek istiyoruz. Uzun uzadıya kültür fizik alıştırmaları, tüple beslenme, başkasına hasta kaprisi gibi gelecek inatlaşmalar veya Chaz Ebert'in kocasına nasıl bağlı olduğunu anlattığı bölümleri izlemenin Ebert'in sinema eleştirmenliği dehasını keskinleştirmeye bir faydası yok. Tabii böyle bir keskinleştirmeye gerek olmaması ayrı, bir Roger Ebert belgeselinde bunun altının yeterince çizilmemesi ayrı.

22 Mayıs 2015 Cuma

Bowling For Columbine (2002)


Yönetmen: Michael Moore

20 Nisan 1999 tarihinde 11:19 - 12:08 saatleri arasında Eric Harris ve Dylan Klebold adında iki lise öğrencisinin otomatik silahlarla Columbine Lisesi'nde 15 kişinin ölümü, 24 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan katliamı çıkış noktası olarak belirleyen Michael Moore belgeseli Bowling For Columbine, bireysel silahlanmadan toplumsal paranoyalara, ABD hükümetinin dünyaya çektirdiği eziyetlerden, başka ülkelerle karşılaştırmalara kadar uzanan çok geniş kapsamlı bir Amerika profili çıkarıyor. Gösterime girdiği 2002'den bu yana etkisini hiç yitirmemiş, günümüzde bile birçok yönden hala geçerliliğini korumakta olan bu birey, toplum, hükümet, eğitim, politika, medya taşlaması, her Michael Moore belgeselinde olduğu gibi tüyler ürperten gerçekleri akıcı, mizahi ve rahatsız edici biçimde cesur bir üslupla ele alan gerçek bir başyapıt. Akıl dolu kurgusunu, temposu ustalıkla ayarlanmış biçimde arşiv görüntüleriyle, film ve TV alıntılarıyla, samimi röportajlarla, manidar şarkılarla zenginleştiren Moore, filmini bu trajik olayın çok daha ötesine taşıyor.

Columbine'i münferit bir olay gibi göstermeyen, sadece ana gövdesiyle değil, dallarıyla, budaklarıyla da ilgilenen Moore, bir Amerikan geleneği olarak bireysel silahlanmaya dair çok çarpıcı örneklerle bezediği filmininin çapını kademe kademe genişletiyor. Michigan'da bir bankanın mevduat hesabı açtıran herkese bedava silah vermesi, Utah'ın bir kentinde bir yasayla herkesin silah sahibi olması zorunluluğu getirilmesi, K-Mart mağazalarından normal biçimde silah ve mühimmat alınabilmesi (ki Columbine katliamcılarının yaptığı da buydu), Ku Klux Klan ile aynı yıl (1871) kurulan "Ulusal Silah Birliği"nin aktör Charlton Heston desteğiyle yürüttüğü faaliyetler ve daha pekçok örnekle Amerika'nın silah çılgınlığını gözler önüne seriyor. Bu çılgınlığın arka planında yatan toplumsal paranoyaların izini de süren Moore, ayakta tutulmaya çalışılan silah kültürü, bu kültürün okul çağındaki çocuklara trajik yansımaları, kapitalist düzenin bu çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri, rüzgarın estiği yöne dönmeye meyilli medya, ateşi sürekli harlanan ırkçılık, silahlanmaya ve ötekileştirmeye ivme kazandıran 11 Eylül gibi olguları örneklerle pekiştirerek masaya yatırıyor.


İki çocuğunu boğan bir kadının, hamile karısını öldüren bir avukatın bu suçları siyahlara yıkması, medya ve toplumsal önyargılar sayesinde herkesin de bunlara inanmasına benzer toplumsal delilik hali, Michael Moore gibi bir muhalif için arama zahmetine girilmeyecek kadar çok malzeme barındırıyor. Bunlarla yetinmeyen Moore, meselenin vahametinin daha iyi anlaşılabilmesi için Kanada ile yaptığı karşılaştırmalar sayesinde kara mizah tonunu arttırıyor. Silahlanmaya anlam veremeyen ve kapılarını kilitlemeyen Kanada halkını ve en son ne zaman silahlı saldırı vakası olduğunu hatırlayamayan kolluk kuvvetlerini bizzat yerinde tespit ediyor. Bir Kanadalı'nın "siz Amerikalılar kilitin başkalarını dışarıda tuttuğunu düşünüyorsunuz, biz Kanadalılar ise kapıyı kilitleyince kendimizi hapsettiğimizi" sözleri, "Özgürlükler Ülkesi" Amerika'nın paranoyak, bağnaz, ikiyüzlü, faşist suretlerine inen onlarca tokattan biri. En şiddetlilerden biri de, füze imal eden dev tesisin halkla ilişkiler sorumlusunun ironi dolu sözlerinden sonra What A Wonderful World eşliğinde Amerikan hükümetinin 1950'li yıllardan 11 Eylül 2001'e kadar dünya çapında çıkardığı savaşları özet geçen şahane bölüm olsa gerek.

Aslında Amerika özelinde, biz de dahil pekçok toplumun gösterdiği refleksleri farklı kesim ve olgularda da görmekteyiz. Örneğin Columbine katili çocukların Marilyn Manson dinlediklerini öğrenen bazı sivil toplum örgütlerinin Manson'ı suçlu ilan etmeleri ya da militarist ve faşist unsurların gurur kaynağı olarak sunulması, bu sayede yeni nesle kendi gibi olmayanları ötekileştirme zemini hazırlanması birçok topluma (belki Kanada toplumu hariç) yabancı sayılmayacak algı yönetim biçimleri. Belgeselde günah keçisi Marilyn Manson'ın çoğu kanaat önderinden daha aklıcı sözler sarf etmesi dururken, Ronald Reagan veya Charlton Heston gibi koyu Amerikan milliyetçilerinin (ki bu iki aktör eskisinin yanına Clint Eastwood'u da tereddütsüz ekleyebiliriz) itibar görmesine, Amerika'yı yönetmeye layık görülecek boyutlarda benimsenmesine yapılan göndermeler de gayet tanıdık gelen algıla(t)ma biçimleri. Kısacası, 6 yaşına kadar inmiş ateşli silah cinayetlerinin arka ve ön planını hem mizahi, hem ciddi, hem de ikisinin ortası bir üslup zenginliğiyle işleyen Moore için "evrensel muhalif" tanımlaması boşuna değil. Bu belgesel ile Oscar aldığı ödül töreninde yaptığı konuşma, Oscar tarihinin en unutulmaz konuşmaları arasında her zaman yerini koruyacak. Devamında Fahrenheit 9/11, Sicko ve Capitalism: A Love Story ile yine tozu dumana katan Moore'un belki de en kapsamlı belgeseli olarak Bowling For Columbine'i gösterebiliriz.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

The Last Winter (2006)


Yönetmen: Larry Fessenden
Oyuncular: Ron Perlman, James LeGros, Connie Britton, Zach Gilford, Jamie Harrold, Joanne Shenandoah, Kevin Corrigan
Senaryo: Larry Fessenden, Robert Leaver
Müzik: Jeff Grace
 
KIC adlı bir petrol şirketi, Alaska’daki keşif çalışmaları için kendi alanlarında usta bir grup çevreciyi görevlendirmiştir. Medeniyetten uzak bir araştırma kampında çalışan ekibin başında Ed Pollack (Ron Perlman) adında bir lider bulunmaktadır. Birgün ekipte görevli genç Maxwell, dışarıda fazla kalıp kampa genç döner. O andan itibaren garip davranmaya başlar. Aynı gece elinde kamerayla çırılçıplak dışarı çıkınca kamp sakinleri ve biz seyirciler için gerilim ve gizem süreci başlamıştır. Amerika-İzlanda yapımı, Larry Fessenden isminde aktör-yönetmen karışımı bir adamın yönettiği ilginç bir film The Last Winter. Küresel ısınma duyarlılığının getirdiği bir takım söylemleri olsa da, belli bir süre gayet başarılı bir hayalet gizemi ile oyalıyor. Gerçekten hayalet mi yoksa yeraltından sızan gazların bünyelerde yarattığı halüsinasyonlar ve çıldırma belirtileri mi derken olgun, abartısız üstelik sürükleyici bir filmin sonuna geliyoruz.
 
Fakat film kendini öyle bir sona bağlıyor ki, siz deyin 28 Weeks Later, ben diyeyim Resident Evil, o desin küresel ısınmaya dikkat çekmek amaçlı bir koyu karamsarlık örneği. (Bu son kısım için aklıma bir örnek gelmediği açıkça belli oluyordur herhalde). Fessenden, artık klişeleşmeye yüz tutan ucu açık (ya da kapalı) finallerden birini yoruma açıyor. Devam filmi davetiyesi olarak da algılanabilecek bu sonda kesin olan tek şey, ümitsizlik. Hem de düşük bütçeli bir gerilimin yapabileceği en estetik tevazu ile… Şayet Fessenden, yine klişeleşmeye yüz tutmuş olarak “anlaşılmaz isem daha çok konuşulurum” için kaygılanarak çektiyse, üşengeç seyirci kitlesi hemen işine gelen mesajı alıp olay yerinden uzaklaşacağı için bu yöntem tutmaz.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

It Follows (2014)


Yönetmen: David Robert Mitchell
Oyuncular: Maika Monroe, Lili Sepe, Keir Gilchrist, Jake Weary, Daniel Zovatto
Senaryo: David Robert Mitchell
Müzik: Rich Vreeland

David Robert Mitchell'ın yazıp yönettiği It Follows, bazı korku festivallerinde ve Cannes'da övgülere boğulmuş bir gerilim filmiydi. Türe yeni bir soluk getirdiğinden tutun da, erken bir kült hatta klasik olduğuna dair son derece ayarsız yorumların öznesi olması ister istemez büyük bir merak dalgası yarattı. Birçokları tarafından yılın gerilim filmi bu. Gösterim öncesi promosyonu olarak bu tip yorumlara alışkınız. Ama film gün yüzüne çıktıktan sonra da bu yorumların sürmesi ortada gerçekten bir korku / gerilim başyapıtı olduğuna yönelik (son günlerin moda tabiriyle) algı operasyonu yapılmaya çalışıldığını bile düşündürmeden etmedi. Aynı yazı içinde hem "orijinal", hem de "nostaljik" ilan edilmesini ciddiye almasam da, ciddiye aldığım bazı yazarları bile kontrolsüzce coşturan bu film mutlaka görülmeli, beğenildikten sonra da (ki artık hakkında bu kadar şey yazılıp çizildikten sonra beğenilirdi mutlaka) birşeyler paylaşılmalıydı.

Ancak yerin dibine sokulacak kadar kötü bir film olmamakla beraber, kendi adıma son zamanların en fazla abartılan (overrated) filmlerinden biri olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ama neden bu kadar coşkuyla karşılandığını da anlayabiliyorum. Ortada gerçek bir kaliteli korku / gerilim kıtlığı var. Birçok senarist hala geçmişin mirasını yiyor. Birçok yönetmen hala sentetik korkutma yöntemlerinden medet umuyor. Bir dönem popüler olan Uzakdoğu korku sinemasının mühim örneklerini Amerikanlaştırdıktan sonra malzeme tükenir gibi oldu. Slasher teması Avrupa'da daha çok kara komedi bünyesinde fark yarattı. Amerikan korku sineması uzunca bir süre paranormal aktivitelerin ekmeğini yedikten sonra kendi 80'li yıllarını adeta yeniden keşfederek, ya yeniden çevrimlerle ya da o yılların sosyal alt metninde yatan paranoya dengelerine yapılan göndermelerle kendini ayakta tutmaya çalışıyor. V/H/S serisi bu son söylediğime en güzel örnek. Zaten bu seri, yaratıcı fikirlerin uzun metraj haline getirilemeyecek şekilde uzatıl(a)mayışı sebebiyle etkisini daha iyi göstermişti. It Follows da tam bu serinin bir bölümü olabilecek bir film iken gereksiz bir yığın uzatmayla 100 dakikayı bulmuş bir film.


Erkek arkadaşının cinsel ilişki yoluyla bulaştırdığı bir "şey" yüzünden hayatı zindan olan genç Jay'in, kimin suretinde görüleceği belli olmayan bu şey tarafından öldürmek amacıyla takip edilmesi üzerine kurulu It Follows, beklenildiğinin aksine yegane amacı paranoya yaratmak olan bir film. Tabii kendisinden beklenenler seyirciden seyirciye değişkenlik gösterecektir. Ama başarılı açılışı sonrası yer yer yine başarıyla kurduğu paranoya atmosferini ve bu paranoyayı yaratan o takipçileri ele alırken hiçbir şeye yeni bir soluk falan getirdiği yok. Zombi kadar yavaş, ortalama bir 80'ler seri katili kadar zeki (ki orası cidden tartışılır) bir tehdit içeren takipçiler üzerinden bir gerilim yaratmanın filme olağanüstü bir katkısı bulunmuyor kesinlikle. Pek derin ve adil bir yorum olmayacak belki fakat M. Night Shyamalan yıllar önce The Sixth Sense ile çok daha iyisini yapmıştı. David Robert Mitchell'ın belli bir yüzü olmayan takipçi sayesinde sadece bu izlenme paranoyasını bilediği, orta yerde duran sorulara ve mantıksızlıklara cevap verme endişesi taşımadığı görülüyor. Belki olası devam filmine saklıyordur. Doğru dürüst finali bile olmayan bir film için sırf yarattığı (bence abartılı) infial yüzünden devamının gelmesi kuvvetle muhtemel.

Mitchell'ın bu retro devşirmesi, bir yanıyla da 80'li yılları tersyüz etmeye, hatta o yıllardan intikam almaya oynuyor. Bu "it" mefhumunun cinsel yolla bulaşan bir bela olması, kurtulmak için başkasıyla ilişkiye girilmesi gerekmesi sebebiyle 80'li yıllar korku filmlerinin muhafazakâr anlayışını tersten okumaya çalışan Mitchell, aslında bunu da beceremiyor. Jay'in taşıyıcı olan erkek arkadaşının nasıl öğrendiği meçhul bilgiler ve en önemlisi bu beladan kurtulmanın nasıl mümkün olacağına dair bilgiler neden var? Hani bu bilgiler hiç verilmeyip bize sahnelerle öğretilse çok daha ciddi bir gizem oluşabilirdi. Lise çağlarına yönelik "kim olduğunu bilemeyeceğiniz biri öldürme amacıyla sizi farklı suretlere bürünerek takip etse ne yaparsınız" tadında bir anket sorusunun uzun metraj film hali olmaktan bir adım önde gidebilirdi böylece. Bu boşluğa tuz biber olan, inandırıcılığı zedeleyip güven telkin etmeyen kötü performanslar (Jay rolündek Maika Monroe'nun hakkını yemeden tabii) yalnızca bu anket sorusuna hizmet ediyor. Disasterpeace adıyla müzik yapan Rich Vreeland'in 80'ler gerilim ruhuna ithafen "synthwave" ya da "horror synth" diye nitelenen enfes tema çalışmalarının da yardımıyla yarattığı kimi atmosfer anları dışında Mitchell'ın ikinci filmi It Follows'un, ne senaryo, ne de yönetim konusunda mübalağa edilecek bir yanı yok.

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Avengers: Age Of Ultron (2015)


Yönetmen: Joss Whedon
Oyuncular: Robert Downey Jr., Chris Hemsworth, Mark Ruffalo, Chris Evans, Scarlett Johansson, Jeremy Renner, Samuel L. Jackson, Elizabeth Olsen, Aaron Taylor-Johnson, Paul Bettany, Cobie Smulders, Don Cheadle, Anthony Mackie, Hayley Atwell, Stellan Skarsgård, Idris Elba, Linda Cardellini, Claudia Kim, Thomas Kretschmann, Andy Serkis, Julie Delpy
Senaryo: Joss Whedon, Stan Lee, Jack Kirby
Müzik: Danny Elfman, Brian Tyler

Bireysel maceralarının ardından ilk kez 2012' de milli takım maçına çıkıp hasılatın gözüne vuran Avengers, beklenen ikinci filmiyle yine bu geleneği sürdüreceğe benziyor. Bu defa detayları oldu bittiye getirilen ya da başka detaylarla kafa karışıklığına yol açan, belki sadece çizgi romanı takip edenlerin tümüyle vakıf olabilecekleri farklı bir olay örgüsüyle ortaya çıkıyorlar. Tony Stark ve Bruce Banner'ın uykudaki bir barış koruma programını uyandırıp kontrolü bu programa kaptırmalarıyla başlayan sıkıntılı süreç, Ultron denilen yapay zekalı robota ve onun robot ordusuna dünyayı ele geçirme fırsatı sunuyor. Ama bu kahramanların biraraya gelip Avengers olma felsefeleri gerek solo filmlerle, gerekse ilk Avengers filmiyle yeterince anlatıldığından ikinci filme öyle ahım şahım bir misyon düşmüyor. Tabii o barış koruma programı, yapay zeka, robot ordusu vs. sayesinde "bunlar işin teknik tarafı, siz onu boşverip aksiyonun tadını çıkarın" minvaline daha çabuk giriliyor. Amaç her zaman olduğu gibi dünyayı kurtarmak ne de olsa.

Captain America, Iron Man, Hulk, Thor, Black Widow ve Hawkeye'ın yer aldığı çekirdek kadro korunuyor. Ama her filme yeni yan ve kötü karakterin eklendiğini bildiğimizden, en son Captain America: The Winter Soldier'ın post-credits sahnesinde (filmin bitiş jeneriğinin sonuna konan sürpriz sahneler) gördüğümüz Maximoff ikizleri Quicksilver ve Scarlet Witch'in serbest kalmış hallerini ve Marvel evreninde çok fazla sevildiğini sosyal medyadan anladığım Vision'ı kadroda görüyoruz. Fakat hem ilerleyen filmlere saklandığını düşündüğüm Vision, hem de  üzerinde Stark Industries yazan bir bomba yüzünden ebeveynleri katledilmesine rağmen Avengers ekibine birkaç göstermelik atar sonrası seve seve katılan ikizler çok büyük fark yaratmıyorlar bana göre. Buna Ultron'un (James Spader'ın sesine rağmen) yeterince karizmatik, tehditkar ve kötücül olmayan yorumlanışı de eklenince kahramanlarımız kendileri çalıp kendileri oynuyorlarmış izlenimi veriyorlar. Ultron, bir Loki değil ne yazık ki.


Joss Whedon asıl malzemenin bu kendin çal, kendin oyna anlayışında yattığını bildiğinden Ultron ile mücadelelerinin dışında kalan geniş alanı Avengers üyelerinin iç dinamikleriyle donatmış. Bu noktada Hulk ve Tony Stark'ın modifiye edilmiş Iron Man tasarımı Hulkbuster arasındaki kavga ne kadar filmin en eğlenceli anlarından biriyse, Bruce Banner ve Natasha arasındaki romantizm de o kadar sıkıcıydı. Hawkeye'ın ise kırda yaşayan evli ve iki çocuk babası Clint Barton yüzünü görmenin kime ne faydası olduğu da ayrı konu. Asıl mesele tükenmez aksiyon beklentisi değil. İlk filmde olduğu gibi burada da o sıkıntı yok. Sıkıntı, o aksiyona giden yolda Avengers tayfasının kendi iç meselelerinin dünyayı kurtarmayla paralel ilerleyişini yeterince anlamlı kılıp derinleştirememesinde. Bu yolda ilk film çok iyi bir başlangıçtı. Ama Age Of Ultron, Marvel kronolojisi bozulmasın hesabı seviyeyi blockbuster aksiyon rotasına çekmiş durumda. Yine bir post-credits scene ile suyun geleceği bir sonraki değirmen hakkında sürpriz vermeyi ihmal etmiyor. Ancak bir sonraki düşman bir öncekinden daha güçlü olursa şanımız yürür demeye getiriyor.

Avengers efsanesini çizgi romandan bilenler ve takip edenler, şu karakter olmamış, bu olay böyle değil şöyleydi diye sızlanadursunlar, benim gibi bilmeyenler için özellikle Iron Man, Thor ve Hulk'u aynı filmde görmek, onların solo filmlerini görmekten daha keyifli. Çünkü artık bu solo filmlerin hepsi her çekilen yeni filmde daha çok birbirine benziyor. Mesela iki Avengers arası geçiş filmlerinden hangisi iz bırakır niteliktekteydi? Hangi ikinci film, ilkinden daha iyiydi? Ya da hangi kahramanın solo filme ihtiyacı vardı / yoktu? Avengers: Age Of Ultron bu solo şablonu sürdürse de en azından sahip olduğu farklı süper kahraman çeşitliliğini boyutlandırması gereken bir devam filmi olmalıydı. Derinleşmeli, alt metinleri güçlendirilmeli, basit bir lunapark eğlencesi olmaktan ötesine gitmeliydi. Süper güçleri olmayan Hawkeye ve Natasha'yı öne çıkarmaya çalışmakla derinleşilmiyor. 3D çekmekle de o film çok boyutlu olmuyor.