4 Eylül 2013 Çarşamba

Now You See Me (2013)


Yönetmen: Louis Leterrier
Oyuncular: Jesse Eisenberg, Mark Ruffalo, Woody Harrelson, Isla Fisher, Dave Franco, Mélanie Laurent, Morgan Freeman, Michael Caine, Michael Kelly, Common, José Garcia, David Warshofsky
Senaryo: Ed Solomon, Boaz Yakin, Edward Ricourt
Müzik: Brian Tyler

Daniel Atlas (Jesse Eisenberg), Merritt McKinney (Woody Harrelson), Henley Reeves (Isla Fisher) ve Jack Wilder (Dave Franco) adında farklı yeteneklere sahip dört sihirbaz, gizemli biri tarafından bir araya getirilerek bir mekanda buluşturulur. Bu buluşmadan bir yıl sonra Las Vegas’ta The Four Horsemen adıyla büyük bir gösteri yapan dörtlü, seyirciler arasından seçtikleri bir gönüllünün hesabının bulunduğu Paris’teki bir bankayı boşaltıp tüm paraları Las Vegas’taki seyircilerin kafasına yağdırarak dikkatleri üzerlerine çekerler. Ortada garip bir soygun olduğu için FBI ve Interpol de devreye girer. Sihire büyüye inanmayan FBI ajanı Dylan Rhodes (Mark Ruffalo), onları yakalayıp bir sonraki gösterilerine engel olmak istemektedir. Gönülsüz olarak birlikte çalışmak zorunda kaldığı Interpol ajanı Alma Dray (Mélanie Laurent) ve sihirbazların foyalarını meydana çıkarmakla ünlenmiş Thaddeus Bradley (Morgan Freeman) ile “Mahşerin Dört Atlısı”nın maskelerini düşürmek için çalışmalara başlar. Üstelik onlara yardım eden beşinci usta sihirbazın da varlığından haberleri vardır.

Önce filmin senaryosunu yazan üçlüye bakarsak Ed Solomon (Bill & Ted's Bogus Journey, Super Mario Bros., Men In Black, Charlie's Angels), Boaz Yakin (The Punisher, Dirty Dancing: Havana Nights, Prince Of Persia: The Sands Of Time, Safe) ve henüz ilk senaryosu bu film olan Edward Ricourt’u görüyoruz. Parantez içlerindeki bazı seçkilerden de anlaşılabileceği üzere ortada fazla ümitlenmemizi gerektirecek bir film yok. Yönetmen koltuğunda ise sırasıyla Unleashed, Transporter 2, The Incredible Hulk, Clash Of The Titans ve beşinci filmi Now You See Me’yi çeken Fransız Louis Leterrier oturuyor. Bu noktada da beklentileri dizginlemek gerektiği görülüyor. Oysa Now You See Me özellikle yıldız oyuncu kadrosuyla yılın en iddialı yapımlarından biri olarak lanse edildi. Hakkında yapılan eleştirilerde The Prestige, Inception, The Dark Knight (ki üçü de Christopher Nolan filmi) gibi ağırlık sahibi eksantrik suç yapımlarının isimlerinin geçmesi, filmin konusu ve vitrininin cazibesinden kaynaklanıyor. Ortada sürükleyici ama ağırlık sahibi olmayan, hatta senaryo beceriksizliğini farklı yöntemlerle kapatmaya oynayan bir film var.


The Prestige, bir sihir hilesini oluşturan Vaat, Dönüşüm ve Prestij aşamalarından bahsederek başlıyordu. Now You See Me ise “yaklaşın, çünkü ne kadar fazla gördüğünüzü düşünürseniz sizi kandırmak o kadar kolaylaşır” şeklinde açılış yaparak seyirciye meydan okuyan tavrını en başından belli ediyor. Her ne kadar “bakıyorsunuz ama tek yaptığınız anlamlandırmaya çalışmak” diye işin derininde yatan mantığı zekice dile getirse de, aslında birazdan sözünü edeceğim nedenlerden ötürü bu dile getirişi pratiğe dökme konusunda anlamsızca tezcanlı ve sıkıntılı. The Prestige’in sihirbazlık felsefesi ekseninde gelişen karakter odaklı dramatik gücünden eser olmadığını da bu tempodan anlıyoruz. Leterrier daha çok rahmetli Tony Scott’ın baş döndüren video klip tarzındaki kurgusuna öykünen şatafatlı bir anlatımı benimsiyor. Bunun nedeni de David Copperfield görkeminde gösteriler sunma çabası elbette. Orijinal gösteriler ve fikirler yok değil. Ancak onlara prestij katma konusunda hiç de becerikli değil bana göre.

Now You See Me’nin “bakıyorsunuz ama tek yaptığınız anlamlandırmaya çalışmak” diye büyük laflar etmesini bir meydan okuma olarak algılamamızın önüne geçen ise, kendi sihirlerini anlamlandırmaya çalışırken başvurduğu yöntemler. Bir anlamda kendi kazdığı çukura düşen film, şapkadan tavşan çıkarmayı tersine çevirip, tavşandan şapka çıkarmaya kalkarken gereğinden fazla risk alıyor. Bu yüzden işi beceriye değil, büyük oranda şansa bırakmış oluyor. Bu, “bana bir renk söyle” dediğimiz 10 kişiden kaçının “kırmızı” diyebileceğine ya da hızla kaydırılan bir deste içinden 10 kişiden kaçının aynı kartı seçebileceğine dayalı bir şans olabilir. Ama izlediğimiz her şeyin büyük planın bir parçası olması nedeniyle alınan riskler ve işi şansa bırakmalar, sihirbazlık temalı bir filmde bile fazla kaçıyor. Senaryonun adeta bir plan manyağına dönüşmesiyle ve bu planları hiç de mantıklı olmayan zeminlere oturtmaya çalışmasıyla var olan güvenilirliği de kalmıyor.

Filmin değindiği belki de dişe dokunur tek nokta, kendini sihirbazları ve onların sihir numaralarını açık etmeye adamış Thaddeus Bradley üzerinden altı çizilen bir gerçek olsa gerek. Ona göre son beş yılda canlı sihirbazlık gösterilerini izlemeye giden 1.6 milyon kişiye rağmen, aynı zaman dilimi içerisinde onun sihirbazlık hilelerini deşifre eden beş milyon DVD’sinin satılmış olması gibi bir veri kurgusal da olsa gayet mantıklı. Böylece bilmeye duyulan isteğin, aldatılmaya duyulandan daha fazla olduğuna dair bir cümle gayet şık duruyor. Özellikle artık gerçeklerin, hele de sürpriz “Beşinci Element”in bir bir ortaya çıkmaya başlamasıyla seyircinin bilmeye duyduğu talep karşılanmaya çalışılıyor. Ama kendi adıma gerek o hilelerin, gerekse dörtlünün azmettiricisi beşinci sihirbazın (ve onun geçmişe dayalı intikam soslu uzun vadeli planının) detayları final dakikalarında açığa çıktıkça izlediğim şeyin bir zaman kaybı olduğuna dair kaygılarım da arttı.


Beşinci sihirbaz meselesinde de ciddi arızalar mevcut. Bir kere o sihirbazın kast içinden biri olduğunu söylemek spoiler sayılmaz. Böyle durumlarda asıl maharet gizlediğin kişi değil, onu finale dek nasıl gizleyebildiğin olsa gerek. Ama bunu idrak edememiş senaristler, bu tip vakalarda akla ilk gelen The Usual Suspects’in matematiğine amatörce yaklaşarak gizemli sihirbazımızı uygun denklemlerle değil, resmen üzerine ucuz bir kapüşon giydirerek saklıyorlar. Onun film içindeki bazı tutarsız hareketlerini bu senaristlerin bile doğru dürüst açıklayabileceğini sanmıyorum. Tıpkı Merritt’in ayaküstü hipnoz saçmalıklarını veya Jack Wilder’ın FBI’ın elinden kaçtığı aksiyon bölümlerinin perde arkası açıklamalarını olduğu gibi, bu filmin Kayser Soze’sinin sırf  seyirciyi kandırmak için kendini bile kandırdığını hazmetmek kolay değil.

Louis Leterrier’in, filmin dramatik yoksunluğundan dolayı meydanı boş bulmasıyla teknik anlamda yüksek tempolu bir gişe tavrı benimsemesi gayet normal ve çoğu zaman bu amacına ulaşıyor. Bu zaten Mitchell Amundsen ve özellikle Zack Snyder’ın has adamlarından Larry Fong (300, Watchmen, Sucker Punch) gibi iki görüntü yönetmenini arkasına almış olmasından anlaşılabilir. Tecrübe abidesi Brian Tyler’ın müzikleri filmin artılarından. Morgan Freeman ve Michael Caine gibi ustaların sırf vitrin cazibesi yaratmak için filmi şereflendirdikleri açık. Zaten filmin hedefine kilitlenmiş mekanik ve oyunculuk açısından ruhsuz yapısı dahilinde kimseden Oscar performansları beklenmiyor. Ezberiniz iyiyse ve o ezberi makineli tüfek hızında kameraya bakmadan yapabiliyorsanız birgün Hollywood’da başrol alabileceğinizin canlı kanıtı olan Jesse Eisenberg'i ve Woody Harrelson’ı tekrar bir arada görünce film bittiğinde keşke bunun yerine Zombieland’i tekrar izleseydim diye düşünmedim değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder