28 Şubat 2021 Pazar

Little Fish (2020)

 
Yönetmen: Chad Hartigan
Oyuncular: Olivia Cooke, Jack O'Connell, Soko, Raúl Castillo
Senaryo: Aja Gabel, Mattson Tomlin
Müzik: Keegan DeWitt

Aja Gabel'in kısa hikayesinden Mattson Tomlin'in senaryosunu yazdığı, 1982 Lefkoşa doğumlu Chad Hartigan'ın yönettiği Little Fish, fotoğrafçı Jude (Jack O'Connell) ile veteriner Emma (Olivia Cooke) arasındaki aşkın tuhaf bir pandemiyle sınandığı ABD/Kanada ortak yapımı romantik bir dram. Tanışıp flört eden, bir süre sonra da evlenen Jude - Emma çifti, insanların bazen aniden, bazen de yavaş bir şekilde hafıza kaybına uğradığı bu pandemi içinde aşklarına, anılarına sahip çıkmak zorunda kalırlar. Çünkü Jude hastalığa yakalanmıştır ve yavaş yavaş ilişkilerine dair bazı anılarını yitirmeye başlar. Artık hayatımıza nüfuz etmiş pandemi kavramını farklı şekillerde ele almaya başlayan ilham verici senaryolardan biri olan Little Fish, bu defa hastalığı "unutma" olarak tasarlamış. Away From Her, Still Alice, Iris, Poetry ve daha bir çok filme esin kaynağı olmuş Alzheimer hastalığından farklı olarak kurbanlarını sadece yaşlılardan seçmeyen, ne şekilde yayıldığı bilinmeyen, bir balıkçıya teknesini, bir şoföre otobüsünü, bir pilota uçağını kullanmayı, hatta bir maraton koşucusuna durmayı unutturan NIA (Neuroinflammatory Affliction - Nöroinflamatuar Hastalık) adlı bu salgına her an herkes yakalanabiliyor ve tedavisi bulunmuyor. Böyle bir ortamda filizlenen Jude - Emma ilişkisi, ileri geri bir kurguyla, yer yer şiirsel ve sıklıkla beslendiği melankoliyle işleniyor. Böyle bir hastalığın karşısına pek çok şey koyabilmek ve o şeylerin yitirilişini izlemek varken aşk kavramını koyarak kırılgan bir üslupla içinde ne varsa döküyor.

Pandemi ile birlikte eski alışkanlıklarımızı ne kadar süreliğine olduğunu bilmediğimiz biçimde terk etmek zorunda kalışımız hepimizi üzdü. Bu salgın hastalık yüzünden insanlar birbirlerine veda bile edemeden öldü. Onlarla birlikte biz de enkaza döndük. Yapacak çok işleri, görecek çok yerleri, yaşayacak çok şeyleri vardı. Bu yarım kalmışlık, belki de insan hayatındaki en trajik durumlardan biri. Ama daha trajik olanı, hala hayattayken bu yarım kalmışlığı yaşamak. Bu sebepten Alzheimer en acımasız hastalıklardan biri. Yavaş yavaş her şey siliniyor. Kendimizi, sevdiklerimizi, duygularımızı unutmaya başlıyoruz. 2011 yapımı Perfect Sense'de insanların duygu ve duyularını adım adım yitirmelerine sebep olan kurgusal pandemide Michael ve Susan'ın ilişkilerini ayakta tutma çabalarını izlemiştik. 2020 tarihli Yunan filmi Apples yine bir salgın sebepli hafıza kaybı üzerine sade ve duygusal okumalar yapabilmiş bireysel bir dramdı. Perfect Sense'deki kadar kapsamlı ve rahat yüzü göstermeyen bir salgın olmasa da, Little Fish de iki aşığın bir anda kendilerini tam ortasında buldukları, en büyük yıkımı sadece "unutma" olan bir salgına odaklanıyor. Üstelik sadece bu hastalığa yakalanan Jude'un unutması üzerinden değil, Emma'nın sahip olduğu bu aşkı unutturmama çabası üzerinden de bir hikaye kuruyor. Emma, Jude'a sürekli hayatlarına dair sorular sorarak hafızasını kontrol ediyor. Unuttuğu şeyleri ona tekrar hatırlatıyor. Kendi çapında kitaplar okuyor, notlar alıyor. Hatta kendi veteriner kliniğinde Jude'a küçük bir operasyon bile yapıyor. Onun yitirmeye başladığı anıları kendi yitirdikleri olarak görüyor. Ama geçmişi her seferinde yeniden kurmak zorundayken geleceği nasıl inşa edeceği konusundaki çaresizliği yakasını bırakmıyor.


Bu çaresizliğe rağmen, yakın arkadaşları Ben ve Samantha çiftinin yaşadıklarıyla da bu hastalığın tehlikeli yanlarını gören Emma, sevdiği adamın bu şekilde ellerinden kayıp gitmesine karşı her türlü mücadeleyi vermeye çalışıyor. İngiltere'deki annesinin de hastalığa yakalandığını öğrenmesi, Jude'un duygularını unutmamak için ona yazdığı duygusal mektubu duyması, Jude ile bir yandan gelecek planları yaparken, bir yandan da onun unuttuğu boşlukları doldurması Emma'yı bu çaresizlik ve mücadele arasında asılı bırakıyor. Emma, unutmak kadar unutulmanın da bu hastalığın trajedisi olduğunu sonuna kadar hissettiriyor. Öyle ki, unutan zaten ilişkinin önemli detaylarını, ilişki için verilen emekleri unutacak ama asıl acı unutulanın üstüne kalacak. Emma'nın duygu dolu ve çaresizliğini betimleyen monologları, iki aşığın koyu bir gökyüzü altındaki romantik enstantaneleriyle birleşince kaçınılmaz öncesinde beraber geçirilen günlerin değeri seyirciye de geçmeye başlıyor. Jude ve Emma'nın sade ve sevimli detaylarla örülü tanışma, flört, evlilik geri dönüşlerinin romantizm katkısı, bu hastalık sürecini duygu sömürüsünden ve gereksiz yükselmelerden arındırıyor. Bir süre sonra o dönüşlerin aslında filmin ayrılmaz bir parçası olduğunu kabulleniyor, dümdüz bir kronolojiyle, flashback olmadan anlatılsa bu etkiyi yaratmayacağına inanıyoruz.

Filme adını veren "Küçük Balık", Jude ve Emma'nın evliliklerinin romantik bir sembolü olduğu kadar, balıkların 4-5 saniyelik hafızaları olduğuna dair mite bir gönderme de olabilir. Ama bunun yanlışlığı bilimsel olarak kanıtlanmış, balıkların 4-5 ay önce yaptıklarını bile hatırladıkları tespit edilmiş. Hafızayı birdenbire ya da yavaşça silen salgın fikri gibi senaryo buluşları, kendilerini bilim ve mantıkla açıklamak zorunda değillerdir. Asıl amaç, bu garip salgınların insan ruhunu nasıl etkilediğine yönelik hikayeyi inşa edebilmek ve seyircide empati yaratabilmektir. Little Fish bunu başarabilmiş küçük bir film. Geri dönüşleri, ileri gidişleriyle genel anlamda uyum içinde. Mesela Emma'nın Jude'a "seninle karşılaştığım gün çok üzgündüm" sözü filmin başında, ortasında ve sonunda kendi anlamlarını buluyor. Üzerine çok kafa yorulmazsa sürpriz sayılabilecek ilginç finali de yakışmış denebilir. Eden Lake, Starred Up, '71, Unbroken gibi sert filmlerle daha çok tanıdığımız Jack O'Connell ve Me and Earl and The Dying Girl, Katie Says Goodbye, Sound Of Metal gibi bağımsız dramların hakkını vermiş Olivia Cooke'un güçlü kimyaları, bu iki İngiliz oyuncuyu adı geçen filmlerden tanıyan seyirciyi sarmakta sorun yaşamıyor. Özellikle Olivia Cooke, 2019 tarihli Sound Of Metal'de işitme duyusunu kaybeden sevgilisine karşı fazla işlevli olmayan karakterinin aksine, Little Fish'te hafızasını kaybetmeye başlayan eşine karşı çok daha tutkulu, fedakar ve yıpratıcı bir profil, güçlü bir performans çiziyor. Yıllandıkça Perfect Sense gibi iyi demlenecek bir film olma potansiyeli taşıyan Little Fish, fantastik bir tehdit gölgesinde iyi bir romantizm kuran, kurduğu her şeye de sahip çıkan bir dram.

23 Şubat 2021 Salı

Les traducteurs (2019)

 
Yönetmen: Régis Roinsard
Oyuncular: Lambert Wilson, Olga Kurylenko, Riccardo Scamarcio, Alex Lawther, Sidse Babett Knudsen, Eduardo Noriega, Anna Maria Sturm, Frédéric Chau, Maria Leite, Manolis Mavromatakis, Sara Giraudeau, Patrick Bauchau
Senaryo: Romain Compingt, Daniel Presley, Régis Roinsard
Müzik: Jun Miyake

Oscar Brach adlı gizemli bir yazarın çok satan Dedalus üçlemesinin son kitabı olan "Dedalus: The Man Who Did Not Die"ın eşzamanlı çevirisini yapmak üzere, üçlemenin yayıncısı Eric Angstrom'un bir araya getirdiği farklı ülkelerden dokuz tercüman, kendilerine imzalatılan özel anlaşma dahilinde hiçbir şekilde dışarıyla bağlantının olmadığı, Rus milyardere ait lüks bir sığınağa yerleştirilir. Katı kurallarla, silahlı güvenlik görevlileri eşliğinde Pazarlar hariç, 9'dan 8'e kadar aynı salonda 1 ay boyunca çeviri yapacak olan çevirmenler, 1 ay da düzenleme ile uğraşmak suretiyle 2 ay boyunca bu lüks sığınakta yaşayacaklardır. Başlangıçta ortam gayet eğlencelidir. Ama Angstrom, romanın ilk birkaç sayfasını çevirmenlere teslim ettikten bir süre sonra ilk 10 sayfası internete sızdırılır. Sızdıran kişi, Angstrom'a 5 milyon euro verilmezse 100 sayfa daha sızdıracağını söyleyen bir şantaj mesajı atmıştır. Bunun üzerine çeviri etkinliği durdurulur, suçlu bulunana kadar herkes tesiste alıkonur. Angstrom ve çevirmenler, böyle izole bir ortamda sayfaları kimin nasıl sızdırabildiğini bulmaya çalışırlar. Romain Compingt, Daniel Presley ve Régis Roinsard'ın senaryosunu yazdığı, bununla birlikte ikinci uzun metrajını çeken Régis Roinsard'ın yönettiği Les traducteurs, gizemli olay örgüsü, renkli ama renk vermeyen karakterleri ve farklı kurgusuyla etkileyici bir film.

İngiltere, Çin, İtalya, Portekiz, Rusya, Almanya, İspanya, Danimarka ve Yunanistan'dan, yani Dedalus roman serisinin en çok sattığı ülkeleren seçilen 9 tercümanın gözlerden uzak büyük bir tesiste, sıkı güvenlik önlemleri altında toplanıp, milyonlarca okurun beklediği bu serinin son halkasını çevirmeleri ama daha çevirinin başlarında çevrilen sayfaların bir kısmının internet erişimi olmayan bu yerden akıl almaz biçimde dışarı sızdırılması, haliyle 9 kişilik bir şüpheli listesi gibi bir malzeme, kulağa ilk elden Agatha Christie polisiyeleri gibi tınlıyor. Bu kez "katil kim" sorusunun yerini "köstebek kim" sorusu alıyor. Tabii filmin o kaynaktan beslenen fakat modern senaryo refleksleri ve bol geri dönüşlü kurgu hamleleriyle dizayn ettiği hikayesi, elinde birden fazla olan sırlarını birer koz haline getirmeyi ve ilgiyi sona kadar tutmayı biliyor. Bunlar birden fazla olunca, idare edilmeleri, zamanlamaları, tutarlılıkları önem kazanıyor. Senaryonun tüm bunları dört dörtlük hallettiği söylenemez. Özellikle sürprizi bozmayacak şekilde ifade edersek en uzun flashback bölümünde yaşananlar, her ne kadar müthiş bir gerilim ritmi taşısa, daha sonra açıklanacak olan amacını güçlendirse de, zamanlama ve tutarlılık açısından sıkıntılar taşıyor. Zaten başka türlü bu "sızdırma" işi nasıl açıklanabilirdi, bu şekilde açıklanmasaydı B planı nasıl olurdu, o da başka bir sıkıntı.


Senaryonun özellikle kurgusal Dedalus romanına önem yüklemeye yönelik girişimleri çok başarılı. Çevirmenlerin birbirleriyle romanın edebi tarzı, karakterlerin yaşadıkları, dünya çapında popüler olma sebepleri üzerine yaptıkları kısa sohbetler ve aralarındaki kimi atışmalar filmi zenginleştiren unsurlardan. Romanın çevrilmesinden sonra internetten sızdırılmaya başlanmasının ardından senaristler bir yandan işin polisiye yönünü işlerken, bir yandan da çevirmenler arasında yarattığı bu etkileşimler sayesinde, hepsinin olmasa da seçtiği bazılarının karakter derinliğine inmeye çalışıyorlar. Hatta içlerinden evli ve iki çocuk annesi Danimarkalı çevirmen Helene Tuxen'i numune alarak, tüm bu dünyaca popüler roman, çeviri, sızdırma olaylarından bağımsız biçimde bir çevirmenin kişisel kariyer, çevirmenlik, evlilik, annelik yaklaşımlarından çok çarpıcı bir dram yaratmayı başarıyorlar. Üstelik bu numune yan karakteri ve onun hikayesini ustaca filmin ana gövdesine monte ederek adeta şov yapıyorlar. Helene kadar, romanda intihar mı ettiği, yoksa cinayete mi kurban gittiği belli olmayan Rebecca ile kendini çok fazla özdeşleştirmiş olan gizemli Katerina (Rusya), böyle bir roman çevirisinin hakkını verebilmek için fazla güvensiz ve tecrübesiz görünen Alex (İngiltere), çeviriyi sırf ekonomik sebeplerden dolayı kabul eden idealist akademisyen Konstantinos (Yunanistan) da, Angstrom'dan duyduğumuz "çevirmen başkasının hayatını yaşar" sözünün farklı yansımaları olarak tasarlanıyorlar.

Çevrilen sayfaların imkansız görünen şartlar altında hangi çevirmen tarafından nasıl dışarı sızdırıldığı, asıl amacının ne olduğu, romanın yazarı Oscar Brach'ın ortalarda görünmemesi, aralara serpiştirilmiş olan geri dönüşlerde Eric Angstrom'un kiminle konuştuğu ve tabii çevirmenlerin bazı sözlerinden, tavırlarından, mimiklerinden ne derece güvenilir oldukları gibi çeşit çeşit bilinmezi sevk ve idare ediş noktasında genel anlamda iyi bir iş çıkaran yönetmen/senarist Régis Roinsard ve arkadaşları, edebiyatla çevrelenmiş katmanlı bir polisiye gösteri sunuyorlar. Fakat Agatha Christie romanlarındaki suçlu ve suç arasındaki zeka orantısında kurulan bağlantıyı burada kuramama ihtimalimiz var. Burada işlenen suç ve ortaya sürülen suçlu arasında mantık olarak bir kan uyuşmazlığından söz etmek mümkün. İşin motivasyon ayağında klişe de olsa sıkıntı olmamasına rağmen, mesela seyirciyi The Usual Suspects ters köşesinde rastladığımız olağanüstü kimyanın beklentisine sokan bu motivasyonun bağlantı noktaları, aynı seyirciyi hayal kırıklığına uğratabiliyor. Yer yer kendini dağıtan kurgu, yine kendini toparlamayı ve ritmine alıştırmayı biliyor. Tamamı Fransızca konuşan uluslararası oyuncu kadrosunda Lambert Wilson, Olga Kurylenko, Alex Lawther ve Sidse Babett Knudsen performansları daha çok dikkat çekiyor. Sürükleyici, gizemli, edebi ve gelgitli yapısıyla, planlı programlı sürprizleriyle, bazı karakterler üzerinde kurduğu başarılı dramatik yapılarla Les traducteurs, iyi bir polisiye gizemde olması gereken pek çok özelliğe sahip bir yapım.

11 Şubat 2021 Perşembe

Never Rarely Sometimes Always (2020)

 
Yönetmen: Eliza Hittman
Oyuncular: Sidney Flanigan, Talia Ryder, Théodore Pellerin, Sharon Van Etten, Mia Dillon
Senaryo: Eliza Hittman
Müzik: Julia Holter

Birkaç kısa filmin ardından iki uzun metraj çeken Eliza Hittman'in yazıp yönettiği üçüncü film olan Never Rarely Sometimes Always, bir Pennsylvania kasabasında ailesiyle birlikte yaşayan 17 yaşındaki Autumn'un hamile olduğunu öğrenmesiyle başlıyor. İstemediği bu durum sonrası altüst olan genç kız, kuzeni Skylar ile birlikte ailesine haber vermeden kürtaj olmak üzere New York'a doğru belirsiz bir yolculuğa çıkıyor. Başından sonuna sade bir üslupla, bu sadeliğin satır aralarına incelikle yedirilmiş dramatik ve gerilimli anlarla bu yolculuğun öncesini ve kendisini betimleyen Eliza Hittman, böylece kariyerinin en iyi filmine imzasını atıyor. Autumn'un ailesi, arkadaş çevresi be işyeriyle ilgili kısa ama fikir verici sahnelerin ardından onun kuzeni, aynı zamanda en iyi arkadaşı olan Skylar ile bizi tanıştıran Hittman, ikisinin birlikte omuzlayacağı kürtaj yükünden kurtulma sürecinde yaşayacakları ilkleri doğal akışına, önüne bazı engeller de koyarak bırakıyor. Kariyerinin en iyi filmine attığı o imza, aynı zamanda bir kadın senarist/yönetmen imzası. Çünkü Autumn ve Skylar arasındaki ilişkiyi, gizli tutmak zorunda kaldıklarını, muhafazakar ve erkek egemen bir toplumun dişlilerine takılmamak için verdikleri mücadeleyi bir erkek senarist/yönetmenin anlayıp bu doğallıkta anlatması çok zor.

Eliza Hittman, başına gelen olay yüzünden Autumn'u ne yargılıyor, ne de onun üzerinden akranlarına, ebeveynlere, seyircilere vaazlar vermeye çalışıyor. Öte yandan gerçekliği, hamlığı ve iki genç kızın gizlice başka bir şehirde kürtaj amaçlı katlanmak zorunda kaldıkları sebebiyle sanki "genç kızlara ibret olsun" dermiş gibi algılanma tehlikesi de var. Öyle ki film hakkında yapılan bazı muhafazakar yorumlar bunu gösterir nitelikte. Autumn'un yaptığı bir korunma hatası da olsa, Hittman'in peşinde olduğu şey bu hatanın bedelleri değil, patriarkal üstünlüğün kendinde hak olarak gördüğü aşağılama, basit bir arzu nesnesi olarak görme, ona sahip olma küstahlıklarını yüzlerine vurma çabası. Kürtajı bir ahlaki çöküntünün sonucu olarak değil, kürtaj süreci ve prosedürlerinin bu küstahlıklara çanak tutarcasına gereksiz detaylandırılışı karşısında bir hak olarak konumlandırıyor. Kürtajın kadın bedeni ve psikolojisine yaptığı baskıyı "suç", "ayıp" veya "günah" şeklinde kadına havale etmeyip, o beden ve psikolojiye sanki kendisine aitmiş gibi bakan eril sosyal yapılanmaya ve bürokrasiye öfke şeklinde yansıtıyor. Açıkça dillendirmese de, istem dışı taşınan bir canlıyı dünyaya getirmeme tercihinin bencillikten değil, önündeki hayatı kendi istekleri ve tercihleri doğrultusunda emrivakisiz yaşama arzusundan kaynaklandığını hissettiriyor.


Filmin en az Autumn kadar önemli diğer karakteri olan Skylar'ı da incelemek gerek. İkisi arasındaki ilişkinin gücünü, en başta böyle zorlu bir sınavı sorgusuz, sualsiz, yargısız biçimde üstlenmelerinden anlıyor ve kabulleniyoruz. Şayet Skylar, Autumn'u sorgulayarak, yargılayarak bu yolculuğa çıksaydı, Skylar'ın ve tüm filmin samimiyeti yerle bir olurdu. 2007 tarihli Cristian Mungiu filmi 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile'de kürtaj olacak Gabita ve ona yine sorgusuz sualsiz yardımcı olan arkadaşı Otilia'nın hikayesinde yaşananların, seyirciye hissettirilenlerin benzerliği, bu trajik tercihleri olduğu kadar, Otilia ve Skylar arasındaki benzerliği de akıllara getiriyor. O filmin başrolü, arkadaşı için travmatik bir zorbalık dahil bir çok şeyi göze alan Otilia idi. Hittman senaryosunda ise başrol Autumn ve Skylar arasında adilce pay edilmiş. Skylar'ın hiç bilmedikleri bir çevrede, başlarına ilk kez gelmiş bir olay karşısındaki soğukkanlılığı, zekası, iş bitiriciliği, fedakarlığı güven veriyor, ikna sağlıyor. Tabii fedakarlık konusunda Otilia kadar hasar görmese de, amacı doğrultusunda dişiliğini kullanarak erkek egemen sistemi kendi lehine aygıt haline getirmeyi başarıyor. Öyle ki Hittman, seyirciye Autumn ile kurdurmayı becerdiği ilişkinin hacmi kadar Skylar ile de kurdurarak aslında aynı filmin içinde iki bakış açısı birden sunuyor.

Dışarıdan filmin adı haklı olarak sıkıcı biçimde manasız görülebilir. Bu sıklık zarfları, çeşitli sektörlerde yapılan bazı anketlerde, bireylere sorulan davranış biçimlerinin ne sıklıkta yapıldığını öğrenmek için başvurulan bilgi edinme oltaları gibidir. Bu zarflar, kürtaj yaptırmak isteyen bir genç kızın özeline inecek şekilde atılmaya başlandıkça, ilgili sahnede geçen sorulara verilecek "asla, nadiren, bazen, her zaman" şıklarının hem ne kadar doğru bir film ismi olabileceğini, hem de senaryoyu nasıl kestirme yollardan zenginleştirebileceğini anlıyoruz. Hittman, yeri geldiğinde kalıplaşmış anket soru ve şıklarının bile zekice bir senaryoya katık edilebileceğine, o senaryoya önemli katkılar sağlayabileceğine dair pratik çözümler içeren vizyonunu belli ediyor. Autumn'un verdiği tek kelimelik cevaplar da bu zeka çeperinde su gibi yolunu buluyor. Sidney Flanigan (Autumn) ve Talia Ryder (Skylar) adlı iki başrol oyuncusunun henüz bu ilk filmlerinde gösterdikleri doğal ve mütevazi performanslar, filmin ruhuyla da birebir örtüşüyor. Dünya prömiyerini 2020 Sundance Film Festivali’nde yapan, başta Berlin Uluslararası Film Festivali'nde Büyük Jüri Ödülü olmak üzere pek çok önemli festivalden ödülle ayrılan Never Rarely Sometimes Always, 2020 yılının en başarılı yapımlarından biri.

5 Şubat 2021 Cuma

Seven Days (2007)


Yönetmen: Shin-yeon Won
Oyuncular: Yunjin Kim, Hie-sun Park, Mi-suk Kim, Myeong-su Choi, Hang-Seon Jang, Dong-hwan Jeong
Senaryo: Je-gu Yun
Müzik: Jun-seong Kim
 
Seul’ün en iyi savunma avukatlarından biri olan Yoo Ji-yeon (Junjin Kim) kızı Eunyoung ile mutlu bir hayat sürmektedir. Fakat birgün Eunyoung, katıldığı okul koşusunda kaçırılır. Kaçıran kişi cep telefonuyla iletişim kurduğu Ji-yeon’un polise haber vermesi durumunda kızını yavaş yavaş öldüreceğini söyler. İstediği ise fidye değil, kısa bir süre önce HJ isimli genç kıza tecavüz edip öldürmek suçundan gözaltına alınmış CJ’in savunmasını üstlenmesi, hatta onun beraat etmesini sağlamasıdır. Üstelik Ji-yeon’a sadece 7 gün süre tanımıştır. Zamana karşı yarışa başlayan, kızını kurtarabilmek için tüm delillerin suçunu işaret ettiği, önceden de benzer sabıkaları olan CJ’in davasını üstlenmek zorunda kalan Ji-yeon, davanın derinlerine indikçe bir sürü kişi, olay ve sürprizle karşılaşacaktır.
 
Bazı filmler vardır, kendi türü dahilinde aslında hiç de sahip olmadığı nitelikleri sanki sahipmişcesine sunmaya çalışır. Doktor olmadığı halde ameliyata girer örneğin. Uç bir örnek gibi görünse de bunu yapan birçok film sayabiliriz. Doğal olarak bocalar, tökezler ve düşerler. Yere düşmekle birlikte komik de düşerler. Bazı filmler vardır, yine kendi türünü temsilen gerçekten sahip oldukları nitelikleri sunmakta acizdirler. Yani doktor olduğu halde ameliyata girmeye korkarlar. Onların sonu da pek farklı değildir. Seven Days ise temsil ettiği tür olan polisiye/dram sınırları içinde bu iki başlı türün hatırı sayılır örneklerini yeterince özümsemiş, en başta sağlam bir gerilim sürükleyiciliğine, akıcı bir hikayeye, geniş açılımlara sahip olması gerekliliğini kavramış bir Güney Kore yapımı. Özenle sakladığı sırları sürprize, başlangıçta yarattığı ikilemleri ise gerilim soslu bir drama dönüştürmeyi başardığı söylenebilir. Polisiye gerilimlerin alamet-i farikası olan “katil kim” gelgitleri, kriminal gizemler ve üstüne üstlük baş karakterin şantaja uğramış bir kadın avukat olmasının getirdiği hukuki yol ayrımları yerli yerinde. Bunlara evlat sevgisi, intikam, politik ihtiras unsurları da eklenince Seven Days için kendi türünün son zamanlardaki en başarılı örneklerinden biri olduğunu ifade etmek mümkün.

Filmin Amerikanvari görüntüsü de inkar edilemez. Fakat filmin tarz olarak kalifiye Hollywood polisiye gerilimlerinin örgüsünü fazlaca çağrıştırıyor olması, Seven Days’in taklit olmakla suçlanamayacak derecede kendi ayakları üzerinde durduğu gerçeğini etkilememeli. Kaldı ki Seven Days, bir Uzakdoğu yapımı olması yönünden içinde yoğun şekilde kültürel motifler kullanmakla yükümlü bir film değil. Sözü edilen gelgitler, gizemler, bu türü ilginç kılan başlıca özelliklerden olduğu gibi, her ülke sinemasının bu başlıklardan dilediği gibi faydalanma hakkı var. Fakat kimi bunlardan yukarıdaki doktor örneklerindeki gibi faydalanırken (ya da faydalanamaz iken) Seven Days, Güney Kore kabuğuna tıkılıp kalmamış, tüm dünyanın kültür farkı gözetmeksizin keyif aldığı polisiye sinemanın genetik kodlarını kullanarak kaliteli bir örnek haline gelmiş. Kaliteli etiketi yapıştırma sebebim görece nedenlere dayanmakta.


Seven Days tüm bu övgü dolu sözler yanında, bana göre çok fazla üzerine gitmemeye gayret ettiği güçlü bir anlatım potansiyeline de sahip. Kurgusal bütünlük, kafa karıştırmayan flashbackler, ışık ve renk kullanımı (bazen de ufak ve gereksiz zoomlamalar) yanında, mesela Eunyoung’ın bulunduğu sahne gibi etkileyici sekansları da heybesinde taşıyor. Bu tip etkili yetenekleri olmasına rağmen bunları her önüne gelen sahnede kullanıp tüketmek yerine daha tasarruflu biçimde, senaryo ile birlikte yürüterek o potansiyelini har vurup harman savurmuyor. Bu bağlamda kendi ameliyatını yapabilen, yeteneği elvermesine, potansiyeli olmasına rağmen bilmediğine de bulaşmayan bir doktor.
 
Filmin Ji-yeon için yarattığı ikilemler, ruhi ve fiziki zorluklar, bir baş karakter olarak onu benimsememiz yönünde oldukça etkili. Zamana karşı yapılan, kızını kurtarmaya yönelik yarışın, süreç içinde Ji-yeon’un gerçeği arayış çabasına dönüşmesi de bu karakteri ve olaylar yelpazesini zenginleştiriyor. İşinin ehli ve bu sayede medyatik bir kişi olarak Ji-yeon’un sahip olduğu yetenekler onun araştırmacı, şüpheci ve mesleğinin gereklerine hakim bir avukat oluşu ile, çocuğunu kurtarmak zorunda kalan bir anne oluşu arasında sıkışmışlığına her zaman kafi gelmeyebiliyor. Ji-yeon’un anlamak ve uğraşmak zorunda kaldığı sorunlar büyüdükçe yükü de ağırlaşıyor. Bu noktada Ji-yeon’un yakın dostu, serseri ruhlu polis Seong-yeol ile bu yükü paylaştıran senaryo mantığı, Seven Days’de olduğu şekliyle iyi işlendiği vakit filmin çokyönlülüğünü kuvvetlendirdiği gibi, izleyiciyi pozitif manada aynı amaca hizmet eden iki farklı kulvarda seyreden polisiye gerilim cenderesine yerleştiriyor. Süreç işlerken şüpheli listesine eklenen karakterler ve sanık sandalyesinde oturan tekinsiz CJ ile polisiye bulmaca yönünden zengin malzemesini gerekli köşelere yerleştirmesini de bilmiş. Bir bütünü bulmaca haline getirmek için önce onu iyi parçalamak gerekiyor. Seven Days bana göre öncelikle bu parçalama işini iyi becerdiği için iyi bir polisiye olarak görülmeli. Ayrıca özellikle belli bir ciddiyete soyunmuş Güney Kore yapımlarında kimi zaman görülen araya parça misali seviyesiz mizaha da prim vermemiş (seviyeli olanların olumlu sonuçlar verdiği de olmuştur bu arada), bu sayede iç disiplinini ve polisiye ciddiyetini zedelememiş.
 
Tüm dünyayı kasıp kavuran Lost popülaritesi ve o meşhur Uzakdoğu orta yaş çekiciliği tamamen bir yana, Yunjin Kim sahiden iyi bir oyuncu. Oyunculuk anlamında işini yarı yarıya hafifleten manalı yüz ifadesine bel bağlamadan, bazen fazla donuk veya tepkisiz gelse de temelde hangi durumda ne tepki vereceğini bilen reflekslere sahip. Başrolü taşıması için artık uluslar arası bir yüz haline gelmiş bir oyuncudan da esasen bu beklenir. Ayrıca Ji-yeon’un en büyük yardımcısı acar polis Seong-yeol’u canlandıran Hee-soon Park da kendine düşen payı pejmürde görünümü ve tempolu oyunuyla yerine getiriyor. Tüm bu övgülere rağmen Seven Days’i türdaşlarından pek de farklı bulmayanlar olabilir. Veya fazla Hollywood bulanlar… Bu da gayet doğal. Lakin Hollywood’da bile son zamanlarda böylesi ayda yılda bir çıkarken bu yorumların benim açımdan pek bir belirleyiciliği yok aslında. Bazı filmleri oldukları gibi kabul etmesi zordur, hep negatif bir şeyler bulur, olmasa da uydururuz. Bazı filmleri de kabul etmek aksine daha kolay gelir. Bu durumun kişiden kişiye değişen özellikleri size Seven Days’i sevdirir veya sevdirmez. Eğer Seven Days’in önemli görevlerinden biri “karakteri olan bir film olmak” ise bence bunu başarmıştır.