28 Mayıs 2014 Çarşamba

Ida (2013)


Yönetmen: Pawel Pawlikowski
Oyuncular: Agata Trzebuchowska, Agata Kulesza, Jerzy Trela, Adam Szyszkowski, Dawid Ogrodnik
Senaryo: Pawel Pawlikowski, Rebecca Lenkiewicz
Müzik: Kristian Eidnes Andersen

1960'lar Polonya'sında geçen Ida, Polonyalı yönetmen / senarist Pawel Pawlikowski'nin ülkesinde çektiği ilk film olma özelliği taşıyan, özellikle dönemin ruhunu yansıtan siyah beyaz görselliğiyle dikkat çeken bir film. Son yeminini etme arifesinde olan genç rahibe adayı Anna'nın, kendisini uzun süre görmek istemeyen teyzesi Wanda'yı ziyaretinde ondan Yahudi olduğunu, gerçek adının da Ida olduğunu öğrenmesiyle yola çıkan film, Ida'nın nazi işgali ve Holokost sırasında öldürülen ailesinin nasıl öldürüldüğünü ve nerede gömüldüklerini öğrenmek istemesiyle omurgasını oluşturuyor. Başta yeğenine soğuk davranan, ancak kaybettiği kızkardeşinin hatırası için Ida'nın bu isteğini yerine getirmek isteyen Wanda'nın yardımıyla geçmişin peşine düşen iki kadın, yol filmlerinin alıştığımız bir dargın bir barışık sürecini filmin karakteristik sakinliğiyle yaşıyorlar.

Konu olarak benzerleri defalarca çekilmiş Ida'nın en önemli özelliği olağanüstü görselliği ki, filmin iki görüntü yönetmeni Ryszard Lenczewski ve Lukasz Zal'ın çekimleri müthiş bir savaş sonrası atmosferi yaratıyor. Sabit çekimlerle elde edilmiş mükemmel görüntüler barındıran filmin bitimiyle beraber usta bir fotoğrafçının siyah beyaz fotoğraflardan oluşan sergisinden çıkmışlık duygusu yaşamak mümkün. Filmin her sahnesi bu etkileyici profesyonelliği yaşatırken, hikaye gereksiz yükselmelerden, duygu sömürülerinden, abartılı performanslardan uzak biçimde, nostaljik ve tedirgin bir huzurla akıyor. Savaş ve Holokost sonrası kayıplarının peşine düşen ve trajik geçmişle yüzleşmek zorunda kalan insanlardan çıkan malzemeler artık tüketilmeye yüz tuttuğu için Ida gibi yapımlar farklılıklarını sanatsal boyutlarda ifade etmek zorundalar. Pawel Pawlikowski de "sanat filmi" kavramının hakkını verir nitelikte bu bilinen öyküye 80 dakikalık mütevazi ama güçlü bir halka ekliyor.


Filmi sadece savaş sonrası geçmiş arayışı şeklinde sınırlandırmak haksızlık olur. Zira Ida, kendini Hıristiyan dinine adamış genç bir kızın Yahudi olduğunu öğrenmesiyle yaşadığı kimlik bunalımını esasen bir araç olarak kullanıyor. Manastırda normal hayattan ve dünyevi zevklerden mahrum kalmış Ida'nın, eski bir savcı olan teyzesinin de yardımıyla geçmişin peşine düştüğü kadar, bu kafa karışıklığının tetiklemesiyle kendi kişiliğinin, özünün, arzularının peşine düşmesinin de hikayesini izliyoruz. Pawlikowski tüm bunları hiç de öyle gözümüze sokarak yapmıyor. İnancını çok önceleri yitirmiş, görevinden ayrıldıktan sonra özgür bir yaşam biçimi benimsemiş Wanda teyzesinin sorgulayıcı tutumundan Ida'nın ne derece etkilendiğini bize fazla yansıtmıyor. Yolda otostop çekerken aldıkları genç ve yakışıklı müzisyen Lis sayesinde Ida'nın karşı cinse olan yaklaşımını bile sömürmeye çalışmayıp, hem Ida'nın, hem filminin sanatsal masumiyeti çerçevesinde ele alıyor.

Henüz ilk filminde Ida rolüyle bir performanstan ziyade masumiyet timsali kutsal bakire duruşunu başarıyla veren genç Agata Trzebuchowska, filmin merkezine çok yakışıyor. Onu tamamlayan teyze Wanda rolüyle Polonya sinema ve televizyonunun tecrübeli oyuncularından Agata Kulesza, Wanda'nın geçmişin acılarını taşımaktan bitkin düşüp umarsızca kendini içkiye, sigaraya, sekse vermiş ruh halini yansıtmakta çok başarılı. Keza, Ida sayesinde o kaçtığı geçmişe tekrar dönme ve oraya ulaşma aşamalarında geçirdiği dönüşümü aktarmada da öyle. Filmin yine kendi sakin üslubuyla tasarladığı ters köşe bir finali var ki, üzerine çok şey yazılıp çizilip söylenebilir. Fakat Pawlikowski, en iyisi bunların hepsini seyirciye bırakmak diye düşünmüş olacak ki, film boyunca hiç başvurmadığı üzere bunu sömürü haline getirmeden, olay çıkarmadan, sarkıtmadan, tıpkı yataktaki birini uyandırmadan sessizce kapıdan çıkar gibi yapmayı tercih ederek adeta başladığı şekilde bitiriyor filmini. Böylece sanatsal gücünü basit tercihlerle daha da yüceltip dengeyi çok iyi kuruyor. Ülkesinde olduğu kadar Amerika'da, Londra'da, Toronto'da da ödüller kazanmış Ida, 2013'ün gölgede kalmış iyilerinden biri.

13 Mayıs 2014 Salı

La Migliore Offerta (2013)


Yönetmen: Giuseppe Tornatore
Oyuncular: Geoffrey Rush, Jim Sturgess, Sylvia Hoeks, Donald Sutherland, Philip Jackson, Dermot Crowley, Kiruna Stamell, Liya Kebede
Senaryo: Giuseppe Tornatore
Müzik: Ennio Morricone

Virgil Oldman (Geoffrey Rush), dünyaca ünlü bir müzayedeci ve tablo eksperidir. Müzayedelerde yakın dostu Billy (Donald Sutherland) ile işbirliği yaparak pahalı tabloları ucuza kapatıp Billy’ye de bundan pay vermektedir. Hiç evlenmemiş olan Virgil’ın aldığı, değerleri milyonlarla ölçülen bu tabloların hepsi kadın portreleridir ve bunları evinin gizli bir bölümünde toplamıştır. Bir gün Claire lbbetson adındaki bir kadından telefon alır. Claire, ölen ailesinden kalan birçok antika eşyaya değer biçmesi için Virgil ile anlaşmak istemektedir. Bunu ölmeden önce babası Claire’den özellikle istemiştir. Başlarda bu işe yanaşmayan, üstelik türlü bahanelerle kendisiyle yüzyüze görüşmekten kaçınan Claire’in tutumundan hoşlanmayan Virgil, Ibbetson malikanesinde bulduğu bazı tuhaf metaller ve en önemlisi agorafobisi olan Claire’in neye benzediğine dair merakı yüzünden işi kabul eder.

Sadece İtalyan sinemasının değil, Avrupa sinemasının yaşayan en usta yönetmenlerinden Giuseppe Tornatore, İtalyan yapımı ama bu kez oyuncuları İtalyan olmayan ve tamamı İngilizce çekilen yeni filmi La Migliore Offerta (The Best Offer) ile muhteşem bir dönüş yapıyor. Bu dönüş, ustanın 2006 yapımı La Sconosciuta sularına dönüşü aynı zamanda. Bu iki film arasına tarihi bir komedi dram olan Baarìa (2009) ve bir belgesel koyan Tornatore, La Migliore Offerta’da gizemini sonuna kadar koruyan sürükleyici bir drama daha adını yazdırıyor. Çok satan bir romandan uyarlanmış gibi duran senaryo, finale kadar sahip olduğu gizemi koruyan kritik müdahaleleriyle aynı anda duygusal ve gerilimli olmayı başarabilen ustalıkta. Müzayedelerde kendi gizli koleksiyonu için gerçek fiyatının altında tablo kapatmasına yardımcı olan Billy ve genç hurda ustası Robert dışında dostu olmayan Virgil'ı kısa sürede tanıyıp benimsiyoruz. Virgil'ın mesafeli ve asabi konumuna rağmen, henüz filmin başlarında doğum gününü yalnız geçirmekte olduğunu öğrenmemiz, aynı zamanda topladığı kadın portreleriyle bu yalnızlığını kutsadığını fark etmemiz, onu filmin başrolü olarak benimsememizin ötesine taşıyor. Başlarda sadece sesiyle filme dahil olan Claire ile filmin esrarengiz yönü, Virgil'ın bu dramıyla beraber akmaya, giderek de bir bütün olmaya başlıyor.


Torrnatore, Virgil'ı bize katı ve bencil bir zengin olarak algılattıktan sonra, gizemli Claire ile birlikte onun yavaş yavaş bu tuhaflığa bağlanışını, zayıf kalışını adeta dantel gibi işliyor. Bir süre sonra Virgil ve Claire arasındaki ürkek ilişkinin gidişatı, filmin tekinsiz bir romantizme yelken açmasına vesile oluyor. Bu tekinsizliği ve romantizmi yer yer kritik benzetmelerle derinleştiren Tornatore, filmin yan başlıklarını ve az sayıdaki yan karakterlerini de Virgil'ın etrafındaki muğlaklığa hizmet etmesi için boyutlandırmaya çalışıyor. Sanat eserlerine (İnsan duyguları sanat eserleri gibidir. / Taklitler tamamen orijinali gibi gözükebilir.), müzayedelere (Bir kadın ile yaşamak açık artırmaya katılmak gibidir. / Teklifinizin asla "en iyi teklif" olup olmadığını bilemezsiniz.), makinelere (Dişli kutuları insanlara benzer. / Birlikte yeterince uzun zaman geçirirlerse en sonunda her biri diğerini kendine benzetir.) yönelik filmin hamurunda bulunan daha nice benzetmeyle edebi yönden sağlanan derinliği anlamlandırmak, o ana yönelik bir refleks gibi görünse de, özellikle finalin ardından tekrar akla geldiğinde daha kolaylaşıyor, tadıyla sindiriliyor.

Filmin aforizmalarından biri olan "her sahte eserde orijinal bir şey saklıdır" göndermesinin karşılığı olarak spesifik bir referans yerine filmin tamamını göstermek mümkün. Zaten bunu en iyi şekilde finalden sonra hissediyoruz. Tornatore'nin sanat ve aşk kavramlarını ilişkilendirme yöntemlerini bu tip benzetme veya "şayet aşk müzayedede satılsaydı" gibi gerçek dışı şart cümleleriyle sık sık duyuyoruz. Ama yönetmen bu betimlemeleri havada bırakmayarak Virgil ve onun çevresinde gelişen tuhaf romantizme yediriyor. Hatta belki de bu yaptığını, filmde geçen "sanat aşkına sahip olmak ve fırçayı nasıl tutacağını bilmek bir insanı sanatçı yapmaz, esrarengiz bir derinliğin olmalı" repliğiyle gerekçelendiriyor. Filmin günümüzde geçmesine rağmen sıklıkla bir dönem yapımını andıran güçlü sanat yönetimine, Jacques Vaucanson örneğinde olduğu gibi bilgilendirici yanına, Ennio Morricone müziklerine, en mühim karakter oyuncularından Geoffrey Rush'ın üstün performansına ve bir sürü mesaj taşıdığı halde hiçbirini birbirine karıştırmayan fevkalade finaline son tahlilde ancak övgüler düzülebilir. En büyük övgüyü de irili ufaklı her filmiyle bambaşka dünyalar yaratan Giuseppe Tornatore hak eder. Zira sinema aşkına sahip olmak, teknik açılardan nasıl film çekileceğini bilmek, kamerayı açılandırmak bir insanı sanatçı yapmaz. Esrarengiz bir derinliği olmalı.

4 Mayıs 2014 Pazar

Wolf Creek 2 (2013)


Yönetmen: Greg Mclean
Oyuncular: John Jarratt, Ryan Corr, Shannon Ashlyn, Philippe Klaus, Gerard Kennedy, Annie Byron
Senaryo: Greg Mclean, Aaron Sterns
Müzik: Johnny Klimek

2013 yapımı Greg Mclean filmi Wolf Creek 2, tıpkı 2005'te yine McLean'in çektiği ilk film gibi "Avustralya'da her yıl 30.000 kişinin kaybolduğu polis kayıtlarına geçmektedir. Bunların %90'ı bir ay içinde bulunmaktadır. Bazıları bir daha asla görülmemektedir" bilgisiyle başlıyor. İlk filmden 8 yıl sonra yine Mick Taylor'ın korkunç cinayetleriyle karşı karşıyayız. Taylor canisinin dönüşünü müjdeleyen gerilim ve şiddet yüklü uzun açılış, filmle hemen bağ kurulmasını sağlıyor. Açılıştan sonra bu defa Katarina ve Rutger adındaki genç Alman çiftin Wolf Creek seyahatiyle başlayan turistik gezisini izlemeye başlıyoruz. McLean, ilk filmde de yaptığı üzere çiftin sıcak ilişkisiyle Avustralya kırsalının doğal güzelliklerini birleştirerek kısa sürede iki kurban adayına duyulacak sempatiyi oluşturuyor. Katarina, üzerlerine kabus gibi çöken Mick'in elinden kurtulunca yolda rastladığı İngiliz turist Paul, dışarıdan pek etik gibi görünmese de filmin gerçekçi bir şekilde dile getirdiği uyarısına kulak asmamanın cezasını çekiyor: Avustralya kırsalında yolda kalan hiçkimse için durma!

Filmin 35. dakikasında olaya dahil olan Paul ile Mick Taylor arasında başlayan kovalamaca filmin ana gövdesini oluşturuyor. Kendine yeni bir oyuncak bulan Mick Taylor'ın amansız takibi, filmi gerilimli bir western kıvamında yol macerasına dönüştürüyor. Wolf Creek serisini normal bir slasher filmden ayıran özelliklerden biri de bu tekinsizliği. İlk filmde pek fazla yüzgöz olmadığımız mesafeli Mick Taylor'ı daha fazla görüyor, duyuyoruz. Vahşi cinayetlerinin motivasyonlarından biri olan turist sevmezliğini, İngiliz Paul sayesinde milliyetçi tonda dile getirerek caniliğini faşizmle süslüyor. Teatral bir lezzet taşıyan parmak kesme cezalı bilgi yarışmasında 1700'lü yılların sonlarında İngilizler'in kendi hapishanelerindeki mahkumları Avustralya'ya sürgün etmelerinden dem vurulması, belli ki McLean'in bu tarihi gerçekle bir derdi olduğuna dair şüpheleri de beraberinde getiriyor. Tabii gerçek olaylara dayalı bu kaybolma hikayelerini revize ederken McLean'ın olayları ne düzeyde revize ettiği de önemli. Zira anlaşılan o ki, psikolojileri bozulmuş kurtulanlardan sağlıklı bilgi almak pek kolay değil.

Greg McLean, yine ilk filmde olduğu gibi oyunculuklara önem veren bir yönetim sergiliyor. Avustralyalı tecrübeli aktör John Jarratt, turist düşmanı Mick Taylor portresi çizerken "sevimli cani" dengesini bu filmde çok iyi kuruyor. Özellikle Paul rolündeki Ryan Corr ve ekranda göründüğü süre boyunca yaşadığı trajediyi çok iyi resmeden Shannon Ashlyn, ilk filmdeki genç oyuncuların başarısı da düşünüldüğünde çıtanın altında kalmayan birinci sınıf bir oyun çıkarıyorlar. Filmin şaşırtıcı finalinin getirdiği soru işaretleri, açık kapı bırakılan devam filminde yanıt bulur mu bilinmez. Ama bu filmle, istismar sinemasında yok olmaya mahkum onlarca yapım arasından sivrilenlerden biri olan Wolf Creek'in yerini biraz daha sağlamlaştırmış bir seri olduğu söylenebilir.