27 Nisan 2021 Salı

Retfærdighedens ryttere (2020)

 
Yönetmen: Anders Thomas Jensen
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Nikolaj Lie Kaas, Andrea Heick Gadeberg, Lars Brygmann, Nicolas Bro, Roland Møller, Albert Rudbeck Lindhardt, Gustav Lindh, Anne Birgitte Lind
Senaryo: Anders Thomas Jensen
Müzik: Jeppe Kaas

Ortadoğu'da sahada görev yapan ordu mensubu Markus (Mads Mikkelsen), karısının bir metro kazasındaki trajik ölümünü haber alınca Danimarka'ya döner. Aynı kazadan kurtulan kızı Mathilde ile ilgilenmek için yeni hayatına alışmaya çalışan asker Markus, bir yandan acısını yaşarken, bir yandan da uzun süre ayrı kaldığı Mathilde ile iletişim sorunlarını çözmeye çalışır. Öte yandan, aynı metro kazasından kurtulan matematik ve istatistik takıntılı Otto (Nikolaj Lie Kaas), kaza olmadan hemen önce trenden inen birinden şüphelenmiştir. Tehlikeli bir çete lideri olan Kurt aleyhine tanıklık edecek olan bir adamın da bu kazada öldüğünü fark eden Otto, arada bir bağlantı olabileceğini düşünerek kendisi gibi geek arkadaşları Lennart ve Emmenthaler ile birlikte arayıp bulduğu Markus'a bu teorisini açar. İkna olan Markus intikam almaya karar verir. Danimarka sinemasının en önemli senaristlerinden biri olan Anders Thomas Jensen'in yazıp yönettiği Retfærdighedens ryttere (Riders Of Justice), bildik bir intikam hikayesinin bünyesinde aile içi iletişimsizlik, travmalarla başa çıkma, seçimlerin hayatlara etkisi, kader/tesadüf ikilemi, algoritma ve istatistik felsefesi gibi konularla temas halinde bir film.

Dramatik çatışmalarla harmanlanmış bir aksiyon/kara komedi olan Riders Of Justice, Anders Thomas Jensen'in yönettiği 5. film ve hepsi kaybeden karakterlerin hayatlarına dair ilginç dokunuşlar içermekte. Anlam arayışları kimi zaman suç, kimi zaman dramedi hikayelerinde türlü iniş çıkışlarla kendini gösterirken, karakterlere azlı çoklu anlam yükleme özeni yine sürüyor. Sert mizaçlı Markus'un acı kaybı sonrası hayatında fazla bulunamadığı kızı Mathilde ile iletişim kurmakta zorlanması, çaba gösterirken bile öfkeli kişiliğine yenik düşmesi, filmin hep yanında tutmaya çalıştığı bir çatışma olarak omurgaya bağlı duruyor. Ama film asıl rengini ve karakterini Otto, Lennart ve Emmenthaler üçlüsünün dahil olmasıyla bulmaya başlıyor. Markus filmin intikam peşindeki kolluk kuvveti iken, bu üçlü filme zeka, teknoloji, felsefe, aynı zamanda farklı dramatik yan öyküler katıyor. Çocukluktan kalma taciz travması yaşayan Lennart, kendi hatası yüzünden yaşanan bir kaza sonrası ailesi parçalanmış Otto, bu ikili dışında hiç arkadaşı olmayan teknoloji dehası Emmenthaler, filmin verimini ve albenisini arttırıyorlar.


Anders Thomas Jensen'in benzeri defalarca işlenmiş, hatta Hollywood tarafından kulağa bir Liam Neeson aksiyonu olarak gelebilecek bir intikam hikayesini renkli ve kendi içinde katmanlı karakterlerle farklılaştırma çabası olumlu sonuçlar veriyor. Şiddeti kanıksamış asker karakterini bir anda sivil hayata uydurmak zorunda kalan, bu yüzden kalan tek aile ferdi olan kızıyla ilişkisinde sorunlar yaşayan Markus etrafında kurulan karakter çeşitliliği, hem onun uyum problemine eğiliyor, hem de bağımsız yan hikayeler kuruyor. Bu karakterler hikayeye belli bir mizah katarken, dramatik yönden de destek sağlayarak filme dengeli bir ton kazandırıyorlar. Özellikle Otto'nun Markus ile kısa gelgitler yaşayan ilişkisi, sıcak bir dostluğun gelişimini de ağacın güçlü bir dalı haline getiriyor. Kızını bir kazada kaybetmiş Otto'nun, kızı kazada kurtulan Markus ile kurduğu empatinin hüzünlü ve iyileştirici etkisini hissettirecek küçük fikirler mevcut. Jensen ayrıca küçüklüğünde travmalar yaşamış ve birçok psikoloğa görünmüş Lennart karakteri ile, çetenin elinden kurtardıkları genç göçmen Bodashka arasında bir kader birliği kurarak, belki filme hiç konmayabilecek bu paralellikle iki karaktere birden boyut kazandırıyor.

Filmin bir başka tiplemesi olan Emmenthaler ise, teknolojik ve pratik zekasına rağmen, farklı bir sosyalleşme şekli olarak gördüğü bu intikam fikrine kendini fazla kaptırsa, Otto ve Lennart'ın aksine birini öldürmek konusunda soğukkanlı görünse de, aslında hiç de buna hazır olmadığını anladığı bir an yaşaması, yine Jansen'in karakterleri ele alış biçimindeki samimiyeti yansıtan bir örnek. Her ne kadar finaliyle bir miktar bu samimiyete ve doğrucu tavrına ters düşse de, asıl meselesinin doğruluğu ve gerekliliği tam teyit edilememiş bir intikamdan ziyade, bu karakterler arasındaki farklı dinamiklerin, çatışmaların, aile ve arkadaşlık kavramlarının iletişimsizlikle test edilişinin yansımalarını izliyoruz. Elsker dig for evigt (2002), Mørke (2005), Efter brylluppet (2006), Hævnen (2010) gibi incelikli aile dramları tasarlamış olan Jansen'in geniş yelpazesi her yeni filminde farklı ve benzer hikayeler bütünü içinde seyirciye dokunmasını bilen fikirler içeriyor. Blinkende lygter (2000), Adams æbler (2005), Mænd & høns (2015) gibi senaryolarında gölgeli ve aydınlık yanlarıyla yarattığı karakterlerden oluşan tuhaf ekip işlerinin yanına Retfærdighedens ryttere'yi de ekliyor. Aynı zamanda çok yakın dostları olan Mads Mikkelsen, Nikolaj Lie Kaas ve Nicolas Bro üçlüsünü kimbilir kaçıncı kez bir araya getirerek filminin performans gücünü garantiliyor. Temposu, kurgusu, sevimli mizahı ve etkili dramatik anlarıyla iyi bir film ortaya koyuyor.

18 Nisan 2021 Pazar

Persischstunden (2020)


Yönetmen: Vadim Perelman
Oyuncular: Nahuel Pérez Biscayart, Lars Eidinger, Jonas Nay, David Schütter, Leonie Benesch, Luisa-Céline Gaffron, Alexander Beyer
Senaryo: Ilja Zofin, Wolfgang Kohlhaase
Müzik: Evgueni Galperine, Sacha Galperine

Usta Alman yazar ve senarist Wolfgang Kohlhaase'nin yaşanmış olaylara dayalı "Erfindung einer Sprache" adlı romanından Rus yazar Ilja Zofin'in senaryosunu yazdığı, Ukrayna doğumlu yönetmen Vadim Perelman'ın yönettiği Persischstunden (Persian Lessons), özellikle konusuyla muadilleri arasından sıyrılan Holokost dramlarından biri. Toplama kampına götürülürken yolda durdurulup katledilen bir grup esir arasından İranlı olduğu yalanını söyleyerek kurtulan Fransız Yahudi Gilles'in sıra dışı hikayesi filmin konusunu oluşturuyor. Askerlerden biri tesadüfen bağlı olduğu birliğin Nazi subayının kendisine Farsça öğretmesi için bir İranlı aradığı bilgisine sahip olunca Gilles infazdan kurtuluyor. Gilles hayatta kalabilmek adına Nazi subayı Klaus Koch'a tek kelime bilmediği Farsça'yı öğretmek için yeni baştan kendi uydurduğu bir dil yaratmayı planlıyor. Aslında bu çılgınlığı planladığı da söylenemez. Zira yalan söylediğini anlarsa onu öldüreceğini söyleyen Koch, başlangıçta 20 kelime öğretmesini isteyince kolayca uydursa da, zamanla kelime sayısının artacağı, en önemlisi de öğrettiği uydurma kelimeleri aklında tutması gerektiği gerçeği Gilles'in hayatta kalma mücadelesini çok farklı bir konuma yerleştiriyor.

Oskar Schindler (Schindler's List), Wladyslaw Szpilman (The Pianist) gibi gerçek, Guido (La vita è bella), Saul Ausländer (Saul fia) gibi kurmaca karakterlerle Yahudi soykırımı üzerine çekilen filmlerin konu, karakter ve çekim teknikleri yönünden diğerlerinden farklı tonlar taşıması, Yahudi soykırımı üzerine çekilmiş filmlerin fazlalığı ve hep benzer şeyleri söylemeleri düşünüldüğünde artık bir ihtiyaç haline geldi. 10-11 milyon civarında insanın öldüğü, milyonlarcasının da kurtulmayı başardığı soykırım, hayatta kalanların tanıklıklarıyla günümüze kadar ulaşmış sıra dışı kurtulma hikayelerinin de kaynaklarından biriydi. Hala da öyle ve Persischstunden gibi ilginç hikayeler çıkmaya devam ediyor. Hikayenin kahramanı Gilles'in hayatını kurtaran yalanıyla kendi omuzlarına yüklediği büyük yükün bir sinema filmi için önemli malzemeleri olduğu kesin. Asıl önemli olan ise bu malzemenin nasıl işlendiği. Hikayenin, romanın ve senaryonun farklı işlevleriyle ortaya çıkarılan filmin gerçekleri ne ölçüde yansıttığını bilemesek de, böyle bir hikaye kurmaca bile olsa mutlaka görülmeyi hak ediyor. Bir adamın canını kurtarmak için yalan söyleyip başka bir milletten olduğunu, o milletin dilini başkasına öğretebileceğini söylemesi, bunu acımasız Nazi subaylardan birine öğretmek zorunda kalması gerçek anlamda yaratıcı ve meydan okuyucu özellikler taşımakta.


Vadim Perelman, bu türe dair hemen her filmde olduğu gibi ana karakter etrafında tehditkar ve gerilimli çevre düzenini kuruyor. Arka planda Nazi zulmünü etkili bir fon olarak kullanırken, bir başka Yahudi'den aldığı kitapta yazan Reza ismini kullanan Gilles'i himayesine alan Nazi subayı Koch, başından beri Gilles'in İranlı olduğuna inanmayan ama bunu kanıtlayamayan Nazi askeri Max, yazısı kötü olduğu için katipliği Gilles'e kaptıran Elsa ile o fonun önüne asıl sahnelerini koyuyor. Sivil hayatında bir şef olan, savaş bitince İran'da restoran açmayı planlayan Koch, onun gibi Nazi olmayı reddederek orduya katılmayan ve Tahran'a giden kardeşi kadar cesur olamayışının ezikliğini de derinlerde saklayan bir karakter. Reza olarak bildiği Gilles ile sözde Farsça öğrenmeye başladığı anlarda soğuk ve acımasız karakterinin ardındaki sözde insanlığı ortaya çıkıyor. Kimseyle konuşmadığı şeyleri Gilles'e anlatıyor. Ona mutfakta ve masa başında iş veriyor, toplu infaz zamanlarında onu başka yere göndererek saklıyor, başkalarına ezdirmiyor. Hatta öğrendiğini sandığı bu çakma dille aylar sonra şiir bile yazıyor. Ama insanlığı "sözde" çünkü Gilles kazara "ekmek" ve "ağaç" kelimeleri için aynı kelimeyi uydurunca, belli aralıklarla öğrendiği bu kelimelerin eş anlamlı olabileceğini düşünemeden herkesin içinde onu döverek ve ağır işlere sürgün ederek aslında bir Nazi'den bir insan çıkamayacağını gösteriyor. Her ne kadar sonradan pişman olup tekrar yanına alsa da, ihtiyacı olanı alma arzusu baskın geliyor. Tabii ikili arasında belli belirsiz bir bağ da oluşuyor.

Geçmişi hakkında bir şey bilmemize gerek duyulmayan, Nazi zulmüne uğramış milyonlarca Yahudi'den biri olan Gilles ise canını kurtarmak için İranlı olduğu yalanını söylediği andan itibaren sıradan bir protagonist olmanın ötesine geçiyor. Ortaya çıktığı vakit öldürülecek olduğu yalanının sürekli test edilecek olmasının verdiği girdaba girince kelime uydurmak, uydurduğu kelimeleri de ezberlemek zorunda kalması, bu kez kendi kendine bir kelime üretme ve ezberleme sistemi oluşturma ihtiyacı doğuruyor. Dillerin oluşum ve gelişim tarihlerine baktığımızda iletişim ihtiyacından doğan ve mutlaka bir noktada uydurulmuş seslerin evrimleşmesi sonucuna ulaşırız. Gilles'in kendi dilbilim sistemini, içinde bulunduğu zor şartlardan devşirmesindeki zeki ve bir yanıyla dramatik çözüm, iletişim ihtiyacından ziyade hayatta kalma ihtiyacından vücut buluyor. Uydurmanın bir süre sonra üretime dönmeye başladığı bu süreç, acısı, tepkisi, karakteri simasına yansımış kamp sakinlerinin isimleri ve Gilles'in o isimlere yüklediği kavramlarla anlamlanmaya başlıyor. Bu anlam, Gilles'in uydurma ihtiyacının evrimleşerek geldiği son noktayı finalde kutsuyor. Kendisini hayatta tutan şeyin bir süre sonra onu güçlendirdiğini, kaynak haline getirdiğini anlayan Gilles, Reza olmanın sahteliğinden alternatif bir gerçeklik yaratıyor. Özellikle 120 battements par minute ile adından çokça söz ettiren Arjantinli oyuncu Nahuel Pérez Biscayart'ın yürekten performansıyla da güçlenen Persischstunden, çok özel bir lisanın filmi.

5 Nisan 2021 Pazartesi

The Father (2020)

 
Yönetmen: Florian Zeller
Oyuncular: Anthony Hopkins, Olivia Colman, Olivia Williams, Rufus Sewell, Imogen Poots, Mark Gatiss
Senaryo: Christopher Hampton, Florian Zeller
Müzik: Ludovico Einaudi

Roman ve oyun yazarı, aynı zamanda yönetmen Florian Zeller'in Le Père adlı kendi oyunundan uyarladığı The Father, İngiltere/Fransa ortak yapımı bir dram. Zeller'a bu oyunu beyaz perdeye uyarlamada yardımcı olan isim ise, Dangerous Liaisons, Atonement, The Quiet American, Carrington gibi roman ve oyun uyarlamalarından tecrübeli Christopher Hampton. (Bu film vesilesiyle ilginç bir not olarak Hampton yine Anthony Hopkins'in başrolde olduğu 1985 tarihli The Good Father filmini Peter Prince romanından uyarlayan kişi.) The Father, ait olduğu tiyatro kumaşını özellikle diyalog bazında bir sinema filmine de yakıştıran, dekor ve performans dengesini yine bu kumaştan sağlayan bir yapım. Yaşlandıkça dengesizliği ve unutkanlığı artan, onunla ilgilenen kızı Anne'i (Olivia Colman) zorlayan, depresif ama bir yanıyla da eğlenceli bir adam olan Anthony'nin (Anthony Hopkins) hastalığının kritik eşiğinde hikayeye dahil oluyoruz. Tüm ihtiyaçlarını karşılayan fedakar kızı Anne'in, tanıştığı adamla Paris'e yerleşmeye karar verdiği bu eşik, onunla yaşamaya alışmış Anthony'nin bu hastalığı yüzünden akıbeti ile yüzleşememesine yol açıyor.

Hafızayı, düşünmeyi ve sosyal becerileri etkileyen bir grup semptomu tanımlayan, bir çok türü bulunan "demans" (ya da yaygın ismiyle bunama) hastası olan Anthony, çalıştığı için her zaman evde olmayan kızı Anne'in bulduğu bakıcıları kaçıran, sürekli kendi başının çaresine bakabileceğini iddia eden, gittikçe artan hafıza sorunlarıyla mücadele eden, bu sorunları kabullenmeyen bir adam. Florian Zeller, kendi yazdığı oyunun kağıt üstünde basit görünen konusunu perdeye aktarırken teatral dengeleri ihmal etmeden, sinema avantajlarını kullanarak gerçek bir kurgu başarısı gösteriyor. Filmi anlayabilmemiz, anlamsız gözüken sahnelere anlam yükleyebilmemiz için bizi Anthony'nin zihnine kapatıyor adeta. Bir gün önce yaşadıklarını unutarak yeni güne başlayan, sadece Anne'i hatırlayan, onun verdiği kısa hatırlatmalara rağmen hatırlamadığı davranışlarına kendi mantığı ile sahip çıkan Anthony, artık hastalığın ilerlediği bu evrede o mantık ile de ciddi sorunlar yaşamaya başlıyor. Filmde Anthony dışında üç kadın, iki erkek karakter daha var ve onların Anthony'nin zihninde sürekli yer değiştirmeleriyle yaşadığı tuhaflıklar seyirciye aynen yansıtılıyor. Öyle ki, bir müddet sonra Anthony'nin bir anda kendini içinde bulduğu Hitchcock tarzı bir Alacakaranlık Kuşağı atmosferi bile soluyoruz. Zeller, Anthony'nin zihinsel istikrarsızlığını pratiğe dökerek, onunla yaşadığımız tekinsiz özdeşleşme sonrası kendine harikulade bir oyun alanı yaratıyor.


Florian Zeller, Anthony'nin bu sorunlu sürecine dahil ettiği ayrıntıları, bu sorunlu zihnin kenarlarına ve köşelerine o kadar ustalıkla yerleştiriyor ki, seyircinin bir anda her şeyi anlamasına, kendi kronolojisini oluşturmasına izin vermiyor. Her gün bir türlü bulamadığı kol saatini saplantı haline getiren Anthony'nin kayıp giden zamanı zaptetme çabası gibi, bizim de filmin ritmini yakalama ihtiyacımız beliriyor. Ama Zeller bunu bir ihtiyaçtan ziyade bir gizem kozu olarak mimliyor. Kolunda olduğu vakit kendini güvende hissettiği bu kol saati, sürekli övdüğü ve özlediği, ortalarda olmayan küçük kızı Lucy, gerçekte kime ait olduğu tam anlaşılmayan geniş apartman dairesi, Anne'in gidip gitmeyeceği belli olmayan Paris belirsizliği gibi ayrıntıların çevrelediği bu mental kaos, bunun bir kaos olduğunu hissettirerek ama kırılgan ve stilize bir üslupla organize ediliyor. Sık sık evin bölümlerini insansız olarak gösteren planlar, Anthony ve Anne'in dalıp gittikleri anlar, konuşmayan ama düşünen sahneler yaratma becerisine sahip. Bunun yanında Anthony, Anne ve Paul'ün tavuk yedikleri akşam yemeğinde yaşanan mükemmel döngü ve Anthony'nin küçük bir şoka neden olan Lucy rüyası, bu hastalığın başka semptomlarına da çarpıcı bakış açıları sunuyor.

Bütün bu olumlu bileşenleri sunmak için Anthony Hopkins ve Olivia Colman ikilisinin ustalıklarından faydalanmak filme başka bir seviye daha atlatıyor. The Father'ın orijinalinin bir tiyatro oyunu olduğu bilgisi, bu ikilinin karşılıklı sahnelerinde sık sık onları tiyatro sahnesinde hayal etmemizi sağlıyor. Özellikle filmde kendi adını ve doğum tarihini kullanan 83 yaşındaki Anthony Hopkins, kariyerindeki onlarca parlak performansa çok sağlam bir halka daha ekliyor. Sosyal medyadaki eğlenceli paylaşımlarını andıran birkaç deli dolu sahne yanında, yaşadığı tuhaf olayları, etrafındaki karakter değişimlerini anlamlandıramayan, unutkanlığını kabullenemeyen çaresizliği olağanüstü. Yaşlılığın doğal etkilerini, terkedilme korkusuyla kaplanmış çocuksu reflekslerle harmanlayan, her yönüyle sahici bu performansın özellikle finalde patlayan yolculuğu, bu kariyerin unutulmazlar arasında yerini alacaktır. Pandemi sonrası unutma temalı uydurma salgınlar ve gerçek hastalıklar üzerinden hafıza kavramının sorgulandığı senaryolar çoğaldı. Unutmak istemediğimiz kişi ve olayları unutmaya başlamamıza sebep olan hastalıkların vehametini, başımıza gelmeden anlayamayacağımızın, çaresizliğimizin farklı versiyonları ilham verici dram fikirleri yarattı. The Father ise, en trajik hastalıklardan birini, o süreci yaşayan bir adamın zihninden görmeye çalışan, gördüklerini de harikulade süzgeçlerden geçiren birinci sınıf bir dram.