29 Aralık 2020 Salı

Beasts That Cling To The Straw (2020)

 
Yönetmen: Kim Yong-hoon-I
Oyuncular: Jung Woo-sung, Jeon Do-yeon, Bae Sung-woo, Shin Hyun-bin, Jung Ga-ram, Kim Joon-han, Jin Kyung, Jung Man-sik, Park Ji-hwan, Youn Yuh-jung, Heo Dong-won
Senaryo: Kim Yong-hoon-I, Keisuke Sone

Kim Yong-hoon-I'in Japon yazar Keisuke Sone'nin romanından uyarlayıp yönettiği Beasts That Cling To The Straw'un açılış jeneriğinde bir çantayı takip ediyoruz. Bu çantayı taşıyan yüzünü görmediğimiz kişi, çantayı bir saunanın dolabına koyar. Sauna kapandıktan sonra temizliğe başlayan, dolapları kontrol eden çalışan Joong-man, dolaptaki çantayı bulur ve merakına yenik düşerek açtığı bu büyükçe çantanın ağzına kadar para dolu olduğunu görür. Çantayı saunanın deposuna götürüp kolay görülmeyecek bir yere koyduktan sonra evine döner. Maddi durumu iyi olmayan, birbirlerinden hiç hoşlanmayan huysuz annesi ve eşi arasında kalmış Joong-man için bulduğu para çantası yüzünden gergin bir bekleyiş başlar. Öte yandan yozlaşmış gümrük memuru Tae-yeong'un başı, kefil olduğu sevgilisi Yeon-hee'nin tefeci Doo-man'dan borç alıp ödemeden ortadan kaybolmasıyla derttedir. Tae-yeong bu borcu ödemek için eskiden liseden tanıdığı bir arkadaşını dolandırma planları yapmaktadır. Ama bu defa yozlaşmış bir polis olan Myeong-goo ortaya çıkıp onun dolandıracağı bu adamı aradığını söyleyerek Tae-yeong'a musallat olur. Şehrin başka bir yerinde kocasından şiddet gören Mi-ran adlı bir eğlence sektörü çalışanı, çalıştığı yerde tanıştığı genç Jin-tae ile ilişki yaşamaya başlar. Güzel kadına aşık olan Jin-tae, onu bu şiddetten kurtarmak için kocasını öldürmeyi teklif eder. Kocasının ölümüyle sigortadan para alacak olması, Mi-ran'ın bu teklife sıcak bakmasını sağlar. Birbirlerinden habersiz bu kişi ve olaylar giderek ortak noktalarda buluşacaklardır.

Henüz ilk filmini çeken Kim Yong-hoon-I, aslında pek de gerekli olmayan biçimde 6 bölüme ayrılmış senaryosunun suç örgülerini inşa ederken benzerlerini defalarca gördüğümüz çeşitli fomüllerden faydalanıyor. Para dolu bir çanta, onu bulan bir adamın etrafındaki psikolojik çemberin daralışı, yozlaşmış bir gümrük memuru, yozlaşmış bir polis, zorba kocadan kurtulma ve paraya konma hesapları yapan iki aşık, gizemli bir famme fatale, alacağının peşindeki tehlikeli bir gangster... Fakat her ne kadar tanıdık formüller de olsa, Güney Kore sinemasının kendine has anlatım tarzından beslenen bu suç hikayelerinin kurgulanış biçimi yavaş yavaş zekasını su yüzüne çıkarmaya başlıyor. Karanlık ve mizahi tonlar arasında kurulan denge, zaman zaman meşhur suç romanları yazarı Elmore Leonard'ın birbirini besleyen suç hikayelerinin tadını veriyor. Başlangıçta bağımsız ilerleyen bu hikayelerin önce ufak temaslarla, giderek dozu artan sürpriz kesişmelerle bir bütünün parçaları haline gelmeye başlamalarındaki özen, bu senaryonun bir romandan uyarlanış estetiğine şaşırmayacağımız türden bir sürükleyicilik taşıyor. Para dolu çantanın mülayim sauna çalışanı Joong-man tarafından bulunmasıyla başlayan, bölümler ilerledikçe aslında karışık bir kurguyla, geri dönüşlerle, kendi hesabını gizli gizli tutan bir zaman çizelgesiyle diğer hikayelere ve o hikayelerin kahramanlarına göz atan Kim Yong-hoon-I, derenin ortasında at değiştirmediğini, planlı programlı hareket ettiğini hissettiriyor.


Kim Yong-hoon-I, kendi giriş, gelişme ve sonuçlarına sahip bu hikayeleri pişirirken, sonlara doğru bu pişirdiklerini tek bir masaya koyacağının bilinciyle yoluna devam ediyor. Karakterlerin hiçbiriyle yakınlaşmamızı, onlara güvenmemizi istemiyor ya da eğer bunları yapacaksak tekinsiz ve mesafeli bir suç atmosferinde yapmamızı talep ediyor. Belli bir tarafsızlık sağladıktan sonra, kimin başına ne geleceği, kimin hikayesinin nasıl sonuçlanacağı gibi beklentilerden uzaklaştırdığı seyirciyi taraf tutma zorunluluğundan arındırıp hikayelerine daha da yakınlaştırmayı başarıyor. Tarafsızlığın sağladığı bu konfor sayesinde kendine yeni boş alanlar yaratmayı, oraları da istediği gibi doldurmayı tercih ediyor. Bu ona karakterlerini istediği gibi harcayabilme lüksü de veriyor. Seyirciye sadece hangi hikayenin/karakterin, hangi noktada bir diğeriyle ne şekilde kesişeceğini, para dolu çantanın yolculuğunun nerede sonlanacağını keyifle izlemek kalıyor. Hikayelerin kendi satır aralarındaki bazı mantık hataları ya da kesişme noktalarında yaşanan tesadüfler, bugüne dek izlediğimiz "kesişen hayatlar" temalı filmlerden farklı sayılmaz. Ortada bir suç ağacı var ve o ağacın dalları, bazen de o dallardan çıkmış başka küçük dallar bu ağacın çürümüşlüğünü çok iyi betimliyor.

Filmin başında Joong-man saunada temizlik yaparken açık televizyondan duyduğumuz bazı üçüncü sayfa haberlerinin aslında ilerde göreceklerimiz olduklarını, yine filmin sonunda açık televizyondan duyduğumuz haberlerin de zaten gördüklerimiz olduğunu, bu tip olayların her gün yaşandığını, belki de bu olayların bir yerlerden birbirlerine bağlı olabileceğini düşündürmesi yeni bir şey sayılmaz. Film, para dolu bir çantaya kimseye haber vermeden sahip çıkmak ya da parası olan birini dolandırmak, hatta öldürmek gibi motivasyonlarla insanoğlunun bitmek bilmeyen arzuları uğruna yapabileceklerine dair başka versiyonlar sunuyor sadece. Ama bunu yaparken kimseye güvenilmeyecek bir atmosfer içinde güven veren, zekice bir kurgu rotası izliyor. Sürprizler, ihanetler, sakarlıklar, cinayetler, özellikle vermek için planlanmamış toplumsal mesajlar, (bir sigara markası olarak filmde bir ironi markası yaratmış Lucky Strike), trajikomik ölümler ve beklenmedik bir final... Sonuç olarak film, 108 dakikalığına kendi suç evrenini oluşturabilmiş klas bir kesişen hayatlar filmi için gerekli ekipmanların büyük bir çoğunluğuna sahip bir yapım. Özellikle rol olarak diğerlerine oranla biraz daha ağırlığı olan Jung Woo-sung ve Jeon Do-yeon gibi Güney Kore sinemasının iki yıldız isminin performansları da bu gerekli ekipmanlar arasında. Beasts That Cling To The Straw, 2020'nin en iyileri listelerinin hiçbirinde yer almayan, 2020'nin en iyi filmlerinden biri.

21 Aralık 2020 Pazartesi

Druk (2020)


Yönetmen: Thomas Vinterberg
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Thomas Bo Larsen, Magnus Millang, Lars Ranthe, Maria Bonnevie
Senaryo: Thomas Vinterberg, Tobias Lindholm

Martin (Mads Mikkelsen), artık hayattan zevk almadığını, yorulduğunu, yaşlandığını iyice hissetmeye başlamış bir lise öğretmenidir. Evde sık sık gece nöbetlerine giden hemşire eşi ve çocuklarıyla iletişimsizlik yaşarken, işinde de öğrencileri tarafından sıkıcı ve ilgisiz bulunmaktadır. Aynı okulda görev yaptığı öğretmen arkadaşları Nikolaj (Edebiyat), Tommy (Beden Eğitimi) ve Peter (Müzik) ile Nikolaj'ın doğum günü sebebiyle bir araya geldikleri bir akşam, hayatının dönüm noktalarından birinin başlangıcı olacaktır. Benzer sorunları yaşayan dört arkadaş, sohbet ilerledikçe Nikolaj'ın ortaya attığı bir teori üzerine konuşmaya başlarlar. İnsanların kanlarında 0.05% oranında alkolle doğduklarını iddia eden Norveçli psikiyatrist ve yazar Finn Skårderud'dan bahseden Nikolaj, belirli seviyede tüketilen alkolün zihni açtığını, sosyal ve profesyonel performansı olumlu yönde etkilediğini savunan Skårderud teorilerini kendi hayatlarına uygulamayı teklif eder. Böylece dört arkadaş kontrollü bir şekilde özellikle çalışma saatleri içinde alkol kullanarak bu hipotezin doğruluğunu test etmeye karar verir. Başlarda çok olumlu sonuçlar alsalar da, ilerleyen adımlarda onları türlü zorluklar beklemektedir.

Danimarkalı senarist, yönetmen, yapımcı Thomas Vinterberg'in senaryosunu bir başka önemli isim olan Tobias Lindholm ile birlikte yazdığı, kendisinin yönettiği Druk (Another Round), Avrupa Film Ödülleri bünyesinde Berlin Alexanderplatz, The Painted Bird, Undine, Boze Cialo ve Martin Eden gibi yapımların aday olduğu kategoriden En İyi Avrupa Filmi ödülü yanında, En İyi Avrupalı Yönetmen, Senarist, Erkek Oyuncu ödüllerini de kazanmış bir dram. Vinterberg - Lindholm ortaklığı da Submarino (2010), Jagten (2012) ve Kollektivet (2016) ile birlikte dördüncü filme ulaşıyor. Söz konusu Skårderud'un alkol teorisinin hayata geçirilmesini pek çok farklı kesime uygulayabilecek iken, Jagten gibi yine eğitim sistemi içinden bir karakter aracılığıyla meseleyi ele almak isteyen Vinterberg, bu sayede konusu gereği yaşanacak gerilimi ebeveynler, gençler ve sistemin gözaltında planlıyor. Yine Jagten gibi bu defa taciz iddiası türünde bir bıçak sırtı olmasa da, toplumsal aforozun nefesini ensesinde hisseden karakterlerle bu planlama etrafında konusunu şekillendiriyor. Başta Martin olmak üzere bu dört eğitimcinin iyi kurgulanış ve işleyişi sayesinde, onların kalkıştıkları bu tehlikeli ama iyi niyetli değişim süreci de kendi bıçak sırtı boyutlarını çiziyor.


Druk, alkol tüketimi ve bunun bireyler üzerindeki etkilerine dair çeşitli durum tespitleri içeren bir film. Didaktik olmakla kendini salıvermek arasında tutturduğu orta yol, alkolle çeşitli düzeylerde birliktelik yaşayan insanların zaten yaşayarak tecrübe ettiği detaylarla inşa edilmiş. Belirli miktarlarda alınan alkolün bilinçaltını serbest bıraktığı, cesaretlendirdiği, sosyalleşmeyi kuvvetlendirdiği, sanatsal yönden yaratıcılık kazandırdığı fakat bunun yanında dikkatsizleştirdiği, sözü edilen cesareti suça kanalize ettiği ya da sağlık sorunlarını tetiklediği çeşit çeşit örnekleri görüyor, duyuyor, yaşıyoruz. Bize aslında ne olduğumuza dair bastırılmış duygularımızı ve potansiyellerimizi hatırlattığı gibi, aslında ne olabileceğimize dair ürkütücü gerçekleri de gösterme gücüne sahip. Thomas Vinterberg, Martin merkezli hem duygusal, hem de mesleki bir tükenmişlik hali yaratarak, diğer üç arkadaşını da farklı suretler ama aynı bitkinlikle donatarak bir kader birliği oluşturuyor. İşleniş olarak Martin'in bir adım gerisinde kalsalar da, Nikolaj, Tommy ve Peter da bu deneyin olumlu/olumsuz sonuçlarından etkileniyorlar. Mesai saatleri içinde gizlice alkol alarak, kandaki alkol konsantrasyonu ve alkolle konsantre edilen kan yüzdesi manasına gelen BAC (Blood Alcohol Concentration) ölçümleri yapmak suretiyle vücutlarındaki alkol dengesini kontrol ederek işlerini yapmanın nasıl bir şey olduğuna bakmak istiyorlar. Bir araya gelip maddi sıkıntılarını çözmek için bir soygun planlayan arkadaş grubu örneği gibi, bir araya gelip eski duygularını, mesleki şevklerini kazanmak için bu teoriye tutunuyorlar adeta.

Hayatı sıkıcı bir rutine hapsolmuş, bu sıkıcılığı ve ilgisizliği ders işleyişine de yansıtıp öğrencilerini de sıkmış, "sıkıcı olmaya mı başlıyorum" diye eşine soracak kadar kendinden ve ailesinden kopmuş Martin için Nikolaj'ın önayak olduğu bu alkol deneyine razı olmak hiç zor değil. Üstelik sonuçlarına kendisi bile şaşırıyor. Dört arkadaş, çalışma saatleri içinde aldıkları bir miktar alkol sayesinde performanslarındaki artışı gördükçe bu deneye daha sıkı sarılmaya başlıyorlar. Tarih öğretmeni olan Martin, alkole düşkünlükleriyle bilinen Roosevelt ve Churchill ile, neredeyse hiç alkol kullanmayan Hitler üçlüsünü kullanarak kurduğu bir bilmece sayesinde sınıfta öğrencileriyle keyifli dakikalar geçiriyor. Hatta alkol kullandığını bildiği öğrencileriyle sınıf önünde eğlenceli bir sohbet ortamı yarattıktan sonra zekice derse yumuşak geçiş yapıyor. Evliliği ve çocuklarıyla ilişkisi güçleniyor. Diğerleri de alkolün verdiği özgüvenle işledikleri derslerde farklı olumlu verimler alıyorlar. Sınıf ve ders hakimiyeti için sürekli konuşmaları gereken öğretmenler alkolün retorik etkisinden, başka bir deyişle çeneye vuran etkisinden olumlu yönde faydalanıyorlar. Ne sarhoş, ne de ayık, çakırkeyif haldeyken performansının zirvesine çıktığı bilinen piyanist Klaus Heerfordt eseri dinledikleri bir sahne, onların çakırkeyif zaferlerine fon oluyor. Ne var ki alkolik olmadıklarını, isteseler içmeyebileceklerini kendilerine telkin etseler de, bir kez ağıza girdikten sonra bırakmanın zorluğunu sürekli yaşıyorlar.


Bu seviyeden sonra Skårderud'un "ignition" yani ateşleme, tutuşturma evresi var ki, Nikolaj yine arkadaşlarını o evreye, hatta ötesine geçmeleri için ikna edince alkol limiti üzerindeki hakimiyetlerini yitirmeye başlayan dört arkadaş için bu yeni alkol turları kabusa dönüşmeye, kazanılan roundlar kaybedilmeye, ilişkiler bozulmaya, evlilikler yıkılmaya, hayatlar tehlikeye girmeye başlıyor. Vinterberg bu noktada kamu spotuna kayar gibi görünse de, Martin'in dengede tuttuğu alkol oranıyla işlediği derslerin hoşluğundan ya da Peter'in okuldan, derslerden ve sınavlardan bunalmış bir öğrencisine bir miktar alkol almasını önermesinden (onun da olumlu sonuç almasından), dört dostun insanlara, mesleğe, hayata karşı değişmeye hazır hale gelmiş yenilenme duygusundan hareketle "eden bulur" tuzağına düşmediği söylenebilir. Alınan alkol miktarının her bünyede aynı etkiyi göstermediğini, herkesin kendi alkol limitini bilip ona göre hazırlıklı olmasını, bütün fiziksel ve duygusal gereksinimlerimizin alkol üzerine inşa edilmemesi gerektiğini, doğru kullanıldığında nasıl olumlu sonuçlar verebileceğini hatırlattığı gibi, "içki bütün kötülüklerin anasıdır" yobazlığından uzak duruyor. "Keşke"leri ve "acaba"larına rağmen Vinterberg yine dramatik kırılmaları, trajik durakları, neşe dolu çakırkeyiflikleriyle derli toplu bir yapım sunuyor. Jagten'de de birlikte çalıştığı Mads Mikkelsen'in üstün performansından yine istediğini alıyor. Neredeyse tüm Vinterberg filmlerinde rol almış Thomas Bo Larsen ve diğer oyuncular da yıllar geçtikçe kendini demleyecek, alkol üzerine yapılmış en iyi filmler listesinde kendi yerini bulacak bu dramı güçlendiriyorlar.

11 Aralık 2020 Cuma

Sound Of Metal (2019)

 
Yönetmen: Darius Marder
Oyuncular: Riz Ahmed, Olivia Cooke, Paul Raci, Mathieu Amalric, Lauren Ridloff
Senaryo: Darius Marder, Abraham Marder, Derek Cianfrance
Müzik: Nicolas Becker, Abraham Marder

Davulcu Ruben ve solist kız arkadaşı Lou, karavanları ile dolaşan ve gittikleri yerlerdeki kulüp ve barlarda Blackgammon adıyla konserler veren iki müzisyendir. Ruben’in hayatı bir gün aniden işitme kaybı yaşamasıyla altüst olur. Doktor, Ruben’e bu işitme kaybının hızla ilerlediğini ve kısa bir süre sonra sağır olacağını söyler. Bu sessizlik ile yüzleşmek zorunda kalan Ruben, hayatını nasıl şekillendireceği konusunda bazı kararlar almak zorunda kalır. Blue Valentine, The Place Beyond The Pines, The Light Between Oceans gibi dramları yönetmiş Derek Cianfrance'ın hikayesinden Darius Marder'ın senaryosunu yazıp yönettiği ilk film olarak Sound Of Metal, Cianfrance inceliğinden ve sadeliğinden yoğun etkiler taşıyan bir dram. Özellikle ileri geri kurgusu, kırılgan yapısı ve yürek burkan finaliyle 2010'lu yılların en iyi dramlarından biri kabul edilen Blue Valentine'ın ardından kendisi ile ilgili beklentileri yükseklere taşıyan Cianfrance, Sound Of Metal ile senaryo olarak katmanlaşmaya çok müsait bir hikaye kurgulamış. Darius Marder ise hikayenin hakkını teslim ederek türlü yönleriyle Ruben'in dramını hayata geçirmiş.

Ruben ve Lou'nun bir konserinden görüntülerle başlayan film, ikilinin punk / shoegaze tarzı müzikleriyle örtüşen bohem karavan yaşantılarından hoş anların resimlerini çekerek çok iyi anlaşan bir çift profilini cebimize koyuyor. Fazla oyalanmadan Ruben'in bir mağazada birdenbire önemli miktarda işitme kaybı yaşamasıyla asıl rotasına giriyor. Bu sahne, onun sessizlikle ilk tanışma anı olarak yersiz dram ve panikten uzak biçimde ürpertici bir sakinlikle betimleniyor. Başlangıçta bunu Lou'dan saklayan, hatta o halde konsere bile çıkan Ruben, konser sahnesinde bile bu rahatsızlığı yüzünden yönetmen tarafından sömürülmüyor. Zaten filmin bu gösterişten uzak dramatik anlayışı, finale kadar bir çok anda kendini gösteriyor. Bu tuzakların hiçbirine düşmeyen Marder, filmini seyirciye bu tavrıyla kabul ettiriyor. Ama kabul ettirmek istediği çok önemli bir şey daha var. O da Ruben'in bu durumu kabul etmemesi. Menajerinin girişimleriyle bu yeni durumuna uyum sağlamak için ormanlık bölgede bulunan, işitme kaybı yaşayan insanların ve öğrencilerin bulunduğu bir topluluğa gönderilen Ruben, Lou'nun hatırına orada kalmayı kabul ediyor.


Başlangıçta tekrar sevgilisine kavuşmak için bu ortama adapte olmaya çalışsa da, zamanla kendi gibi insanların arasında kendini var etme kapasitesini göstermeye başlıyor. Belki de biz öyle olduğunu sanıyoruz. Çünkü işitme duyusunu kaybetmiş bir müzisyen olarak, belki de inatçı bir kişilik olarak Ruben'in bu yeni normaline alışamadığı hep anlaşılıyor. Topluluğun başındaki Joe, bünyesindeki insanlara günlük görevler verirken Ruben'e ilk olarak sağır olmayı öğrenmesi görevini veriyor. Sağırlığın bir engel, düzeltilecek bir şey olmadığına inandığı gibi, evindeki tüm yetişkinlerin ve çocukların da buna inanmasını istiyor. Bunun anlaşılabilirliği ile Ruben'in sağırlığı kabullenemeyişi arasında o kadar narin bir çatışma inşa ediliyor ki, film bizi Ruben konusunda rüzgar nereye eserse oraya gitmemiz konusunda özgürleştiriyor. Onunla ilgili "keşke şunu yapsaydı, bunu yapmasaydı" diye düşünmeden kendimizi onun kararlarına bırakıyoruz. Joe'nun bir gün Ruben'e bir odada sadece oturmasını, oturmadığı zamanlarda ise bir kağıda aklına ne geliyorsa yazmasını, bütün gününü böyle geçirmesini söyledikten sonra Ruben'in o odada geçirdiği ilk gün verdiği tepki, bu kabullenmeyişin stabilliğini, bu kabullenemeyişin kestirilemezliği ile çok güzel harmanlıyor.

Sound Of Metal, rahatlıkla bir bağımlılık hikayesi olarak tasarlanabilirdi. Zaten öğrendiğimiz kadarıyla Ruben'in bir uyuşturucu geçmişi de var. Ama 4 yıldır temiz olduğu için film onu bu noktadan da sömürmeye çalışmıyor. Fakat işitme kaybından sonra ondaki bu bağımlılık potansiyelini şaşırtıcı biçimde bir kişilik özelliği ile örtüştürüyor. Elinden alınanlara tekrar sahip olma inatçılığı! Bu inatçılığın bir bağımlılık haline dönüşmesinde, ona bir engel olarak görülmemesi gereken sağırlığı öğrenmesini dayatacak, bununla yetinmeyip onu bir odaya koyup bütün gün oturmasını ve yazı yazmasını görev olarak sunacak bir sistem ile tanışması etkili oluyor. Zaten bir davulcu olarak sağır olması yetmiyormuş gibi, hiç de alışık olmadığı biçimde disipline edilmeye çalışılması, Ruben'in sıradanlığının arka planındaki özel kişiliğinin öne çıkmasını sağlıyor. Bir karakteri itinayla basmakalıp olmaktan çıkaran çok güçlü bir düzenek bu. Sound Of Metal bu açıdan da özel bir film. Evet, film bir bağımlılık hikayesi olarak tasarlanabilirdi. Ne var ki Ruben bu şekilde o özelliği yakalayamaz, defalarca örneğini gördüğümüz üzere basmakalıp olmaktan kurtulamazdı. Üstelik bu işitme kaybının güdülediği sessiz isyanın aslında çok ses çıkaran başka bir özelliği de kendini gösteremezdi.


Sound Of Metal'da çok güçlü bir ses işçiliği var. Ruben'in arkasına yerleşerek seyircinin gözü haline gelen kamera, bazı sahnelerde onun hangi sesleri nasıl duyduğunu veya ne ölçüde duyamadığını betimleyen ses tasarımıyla bir olup bu defa seyircinin kulağı olmaya başlıyor. Boğuk, bulanık, bazen dijitalleşen sesler, hatta sessizlik bile filmin gizli oyuncusu haline geliyor. Ruben'in evdeki ilk günlerinde geçen olağanüstü yemek sahnesi buna bir örnek. Herkesin birbiriyle işaret diliyle konuşup güldüğü kalabalık sofrada Ruben'in yaşadığı ötekilik duygusuna tercüman olan bu işçilik, önce Ruben'in işitememe seviyesinden, sonra da birden gürültü haline dönüşerek seyircinin işitme seviyesinden oluşan aradaki farkı ustaca yansıtıyor. Ruben'in, kabullenmek istemediği durumu ile ilgili aldığı kararların sonuçlarıyla, en önemlisi de kayıp zamanın kendisinden neleri götürdüğüyle yüzleşeceği son yarım saatteki huzur/hüzün hali Sound Of Metal'ı sanki aynı ruh halinde ve yoğunlukta başka bir filme dönüştürüyor. Her ne kadar kabullenmeme üzerine çok şey söylese de, artık kabullenilmesi gereken şeylerin açtığı yaraların iyileşmeyeceği gerçeği filme tam da olması gereken finali yaptırıyor. Bir ailesi, hatta Lou'dan başka kimsesi olmadığını düşünen Ruben'in aslında kaybettiği çok daha önemli bir şey olduğunu anlamaya başlamasının, bu sessizlik sayesinde artık kendini dinleyecek olmasının melankolik yükü bizlerin de omuzlarına biniyor.

Filmde Ruben'in hayatının aşkı Lou (ki onun elit babası Richard'ı canlandıran Fransız sinemasının güçlü isimlerinden Mathieu Amalric'in ağzından duyduğumuz üzere asıl adı Louise), görünen ve görünmeyen anlarıyla iyi bir hikayeye sahip sağlam bir yan karakter. Başlarda ve sözünü ettiğimiz son yarım saatte Ruben'in seçimlerini ve dönüşümünü gözümüzde en saf haliyle şekillendirecek olan bir karakter. Onu filmin girişindeki sahnede son derece karizmatik bir punk şarkıcısı, son yarım saat içinde bir yerde ise babasının piyanoyla çaldığı şansona ses veren farklı bir genç kadın olarak görmek, Lou'nun filmdeki karakter gelişiminin de özeti aynı zamanda. Amerikan bağımsızlarının önemli kadın oyuncularından Olivia Cooke'un filmde göründüğü her an hissedilen güçlü performansı bu anlamda çok yerinde bir destekleyici konumda. Ruben rolünde izlediğimiz Pakistan asıllı İngiliz oyuncu Riz Ahmed ise belki de kariyerinin en önemli işlerinden birini çıkarıyor. Riz Ahmed, gücünü abartısızlığından, sessizliği iyi etüd etmiş olmasından alan bu performansa, bu rol için aldığı Amerikan işaret dili ve davul eğitimlerini de eklemiş. Riz MC mahlasıyla iki adet solo hip-hop/rap albümü, yine aynı türde iki kişlik Swet Shop Boys isimli grubuyla da bir albümü bulunan Ahmed, aktörlüğünün üzerine sürekli yenilikler koyarak ilerleyen bir oyuncu. 2006 tarihli Loot belgeselinden sonra ilk kurmaca uzun metrajıyla çok iyi bir giriş yapan Darius Marder ise, çok kötü bir yıl olan 2020'ye ait iyi şeylerden birine imzasını atıyor.

3 Aralık 2020 Perşembe

Last Chance Harvey (2008)


Yönetmen: Joel Hopkins
Oyuncular: Dustin Hoffman, Emma Thompson, Kathy Baker, Liane Balaban, James Brolin, Eileen Atkins
Senaryo: Joel Hopkins
Müzik: Dickon Hinchliffe

New York'lu Harvey Shine, bir jingle yazarı olarak çıkmaza girmiş işini kaybetme noktasındadır. Patronundan son bir şans koparmıştır. Önce haftasonunda Londra'ya kızının düğününe gidecek ve pazartesi günü önemli bir toplantı için geri dönecektir. Kızının kilisede yürümek için üvey babasını seçtiğini öğrendiğinde yıkılmış bir halde, düğün yemeğine kalmadan havaalanına geri döner. Fakat uçağı da kaçırmıştır, böylelikle işini devam ettirme şansını da. Bunca sıkıntı arasında havaalanında bir kadeh içki içerken, onun hayatını derinden etkileyecek bir sürprizle karşılaşacaktır. Bu sürpriz 40'lı yaşlarında, duygusal ve bir onun kadar bir ilişkiye ihtiyacı olan bir kadındır.

Joel Hopkins adındaki İngiliz yönetmenin ikinci senaryo ve yönetmenlik çalışması olan Last Chance Harvey, rol kuşanmaktaki ustalıklarıyla bilinen Dustin Hoffman ve Emma Thompson’ın varlıklarıyla kamufle olmuş ve bu sayede pek çok aksayan yönünü bu isimlerin gölgesine saklamış bir film. Artık bir yaştan sonra kendilerini zıpkın yemiş orkinosa çeviremeyecek aşk duygusundan hayli uzak kalmış iki insanın giriş, gelişme, sorun, sonuç çizgisinden sapmamaya çalışan kontrollü romantizmi, türün sıkmadan izlenen örnekleri arasına girebilir. Lakin en obur romantik komedi müdavimleri bile mutlaka bir şeylerin eksikliğini hissedecektir. 2006 tarihli Stranger Than Fiction’da hiç aynı karede yer almadıkları ve karşılıklı oynamadıkları halde bile bana göre etkili bir kimya yaratmış Hoffman-Thompson ikilisi, bu film için hem sorun, hem de değil. Varlıkları böyle bir yapım için çok fazla. Fakat sanılmasın ki, burada sinema tarihine kazınacak performanslar izliyoruz. Sadece güven telkin ediyorlar. Sevimliler, sempatikler, filmdeki karakterleri gereği naifler. Geri kalanına Joel Hopkins farkında olmadan fazla izin vermiyor ne yazık ki.


Caz piyanisti olmak isterken reklam cıngılları yazan bir müzisyen olan Harvey ile, havaalanında yer hizmetlerinde çalışan orta yaşını geride bırakmış bekar Kate arasında yaşananlar ne ölçüde inandırıcı geliyorsa bunun sorumlusu tabiî ki bu iki oyuncu. Gece vakti koca Londra’da Harvey’nin indiği taksiye öteki kapıdan Kate’in binmesi gibi “kader” kokulu romantizm ile seyirciyi şaşırtmaya yönelik bir hamlenin ardından, havaalanı kafeteryasındaki gayet kötü tanışma / kaynaşma sahnesiyle aslında ayakları yere basan bir romantizm planladığını anladığımız Hopkins, filmi uzunca bir süre bu iki otomatik pilotla götürüyor. Ne var ki her ikisi için de özel hayatları hakkında uydurduğu birtakım ayrıntıları ya filmle hiç alakası yok, ya da alakası olduğu halde keşke daha alakalı işlenseydi dedirtiyor. Kate’in annesinin (hele de onun gizemli Polonyalı komşusunun) bu filmde ne işi var? Düğününe davet edildiği kızını zamanında terk etmiş olan Harvey neden kızıyla doğru dürüst bir hesaplaşma yaşamıyor? Zaten hem oyuncu olarak, hem de film için tasarlanmış bir karakter olarak öyle ruhsuz bir kız böylesi bir terk edilmeyi hiç takmamıştır. İşte bu durum, filmin dram açısından hayli kan kaybetmesine yol açıyor.

Böylesi olumsuz şartlar dışında yalnızlıklarına bir şekilde inandığımız Harvey ve Kate’in sempatikliğine sığınıyoruz. Orada da uydurma bir “sözünde duramama” vakası ile “sorun” kısmı apar topar halledildikten sonra geriye mutlu son kalıyor. Onu yazmak için de senaryo doktoru olmak gerekmiyor. Last Chance Harvey, türün pek çok klişesini kanatları altına almasına rağmen bir türlü doygunluk hissi yaratmayan, tek albenisi Hoffman-Thompson ikilisi olan, onların da şöyle geçerken uğradıkları bir filmmiş izlenimi yaratan oyunlarıyla sıkıcılaşan basit bir film olarak kalıyor bana göre.