28 Haziran 2017 Çarşamba

John Wick: Chapter 2 (2017)


Yönetmen: Chad Stahelski
Oyuncular: Keanu Reeves, Riccardo Scamarcio, Ian McShane, Ruby Rose, Common, Claudia Gerini, Lance Reddick,
Senaryo: Derek Kolstad
Müzik: Tyler Bates, Joel J. Richard

2014 tarihli ilk filmin büyük başarısının ardından ikincisi elzem hale gelen John Wick serisinin ikinci halkası John Wick: Chapter 2, yeni bir köpekle hayatına kaldığı yerden devam etmek isteyen kahramanımızın belayı bir mıknatıs gibi üzerine çekmesiyle vites büyültüyor. İlk filmde köpeğinin öldürülmesiyle emekli olduğu tetikçiliğe görkemli bir dönüş yapan John Wick, ortalığı kan ve baruta boğmuştu. Bunun için kendisi gibi yüzlerce tetikçiyi bünyesinde barındıran sisteme geri dönmüştü. Ama bu sisteme geri dönmenin de bir bedeli olarak, önde gelen İtalyan mafya ailelerinden birinin veliahtı olan Santino D'Antonio, elinde bu suikastçi klana ait bir mühürle John Wick'in kapısını çalıyor. Babasının, öldükten sonra en güçlü mafya oluşumu Camorra'nın başına kızkardeşi Gianna D'Antonio'yu seçmesini hazmedemeyen Santino, kendi kanından birini öldüremeyeceği için John Wick'ten kızkardeşini öldürmesini istiyor. Bu sayede Santino gibi tehlikeli bir adamın mafyanın başına geçip muazzam bir güce erişecek olmasını umursamayan, intikamını almış bir şekilde sakin hayatına geri dönmeyi uman John Wick, bu isteği geri çevirince Santino evini başına yıkıyor. Winston liderliğindeki organizasyon, mühürün de tartışılmazlığıyla John'dan Santino'nun isteğini yerine getirmesini istiyor. İntikam için geri döndüğü sistemden tekrar çıkabilmesi de buna bağlı olunca, imkansız gibi görünen bu suikast macerası başlıyor.

Yazan Derek Kolstad, yöneten Chad Stahelski ikilisi yine yerlerini almış vaziyette. İster istemez ilk filmle kıyaslamalar da olmakta. Genel görünüm olarak başarılı bir devam filmi denebilir. Kendi yarattıkları John Wick mitini en iyi kendileri sürükleyebilecekleri için, yine ellerini korkak alıştırmamışlar. Kolstad, senaryo için fazla kasmamış, işi ihanet - intikam ekseninde kurgulamış. Ama iyi tasarlanmış gizemli suikast organizasyonunun boyutlarını daha da genişletmiş. Profesyonel dublör kökenli Stahelski ise en iyi olduğu işe konsantre vaziyette bir dolu aksiyon sahnesiyle gövde gösterisine kaldığı yerden devam etmiş. Hikaye bir miktar sanat şehri Roma'ya taşınınca oradaki mekanlardan da faydalanılarak fark yaratılmak istenmiş. Müzeler, galeriler, görkemli partiler, hele de modern sanat müzesindeki ayna oyunları içeren bölüm fark yaratma amacını gerçekleştirmiş. Continental Oteli'nin esrarengiz dokusu, suikastçi sisteminin kendine ait raconları, ortak geçmişleri olan karakterlerin çeşitli vesilelerle tekrar karşılaşmaları, John Wick filmlerinin kendine has bir evren yaratmasında önemli faktörler. Bunları ilk filmden alıp geliştirmekteki olumlu hamleler, John Wick'in intikam veya emrivaki görev tabanlı maceraları ile kol kola ilerleyerek John ve içinde yer aldığı organizasyon arasına hassas ipler germeyi ihmal etmiyor.

Üstelik ikinci bölümde, Continental merkezli suikastçi sistemine alternatif olarak, Laurence Fishburne'un canlandırdığı Bowery King liderliğinde geniş bir istihbarat ağına sahip salaş görünümlü bir başka organizasyonun varlığına daha tanık oluyoruz ki, John Wick evreninin çeperlerinin ne kadar geniş olduğuna dair ufuk genişletilmek isteniyor. Matrix'ten sonra Reeves - Fishburne ikilisini yine istişare içinde görme nostaljisi de ayrıca hoş olmuş. Aslen John Wick'in olayı, mantık arama fonksiyonunun devre dışı bırakıldığı, estetiğe önem veren uzun aksiyon sekansları gibi görünüyor. Fakat nereye varacağı henüz belli olmayan bir hikaye akışı oluşturma çabası da bu yeni filmle birlikte dolaşıma giriyor. Finalden de anlayabileceğimiz üzere, duyurusu çoktan yapılan Chapter 3 için aksiyon dozunun artacağını anlamak hiç de zor değil. Bu tip serilerin bir önceki filmi aşma çabaları yersiz abartılara, saçma dönüşümlere sebebiyet verdiğinden, John Wick'in cazibesinin bozulma tehlikesi de mevcut. İyi kötü kendi efsanesini basit formlar üzerinden oluşturmuş John Wick gibi bir figürün, uzattıkça yavanlaşan, büyüttükçe anlamsızlaşan bir öğütmeye kurban gitmemesi lazım. Keanu Reeves'in risksiz ve tek yönlü betimlemesine rağmen çizgi romana, hatta diziye dönüştürülmek istenen potansiyeli yüksek, hayran kitlesi sağlam, malzemesi bol bir aksiyon salatası olarak John Wick, suyu çıkarılmadan paketlenip üçleme şeklinde bırakılması hayırlı olacak bir seri.

19 Haziran 2017 Pazartesi

Free Fire (2016)


Yönetmen: Ben Wheatley
Oyuncular: Cillian Murphy, Brie Larson, Sharlto Copley, Armie Hammer, Sam Riley, Michael Smiley, Jack Reynor, Babou Ceesay, Noah Taylor, Enzo Cilenti, Patrick Bergin
Senaryo: Ben Wheatley, Amy Jump
Müzik: Geoff Barrow, Ben Salisbury

Kill List (2011), Sightseers (2012), A Field In England (2013), High-Rise (2015) gibi farklı türlere ait filmler çekmeyi seven, deneyselliği, kara komediyi ve üretkenliği şiar edinmiş İngiliz yönetmen Ben Wheatley, Free Fire ile bu defa tek mekan aksiyon kara komedisi deneyerek takipçilerini şaşırtmıyor. 1978 yılında Boston'da geçen film, yasadışı silah anlaşması gerçekleştirmek üzere terk edilmiş büyükçe bir depoda buluşan iki çetenin gergin alışverişinin yoldan çıkması sonucu çatışmaya dönmesi üzerinden kendine bir yol çiziyor. İki tarafın daha ilk karşılaşmalarında birbirlerine negatif elektrik yüklemelerine rağmen, bir şekilde anlaşma yolunda gittiği sırada, her iki taraftan bir kişinin bir gece önce hiç iyi bitmeyen bir bar kavgasına karışmış olmalarını fark etmeleriyle fitili ateşlenen çatışma, beraberinde komik anları da beraberinde getiriyor. Üstelik çatışmaya dahil olan ve kimin ayarladığı belli olmayan iki keskin nişancıyla ortalık iyice alevleniyor. İki taraf için de karlı gibi görünen bir anlaşmanın, kıvılcımları iyi ayarlanmış küçük gerginlik ve atışmalarla bir anda hayatta kalma mücadelesine dönüşmesinden gayet eğlenceli bir film çıkaran Wheatley, yine fark arayışını konuşturarak olayı kendi kurgusallığı içinde gerçek zamanlı gibi işleyerek çılgın bir mühimmat partisine çeviriyor.

Çatışma başlar başlamaz, Ben Wheatley karakterleri birbirlerine çeşitli yerlerinden vurdurarak onların hareket kabiliyetlerini sınırlandırıyor. Böylece onları birer sürüngene çevirip hem depodan bir şekilde kaçmalarını önlemiş oluyor, hem de çevikliklerini ellerinden alarak hepsini eşit konuma getiriyor. Wheatley kendi hareket alanını bu şekilde daraltıp filmi bu dar alanda genişletmek isteyince, çete üyelerinin çatışma esnasında konum değiştirmelerinden, birbirlerine meydan okumalarından, atışmalarından ve tabi oralarını buralarını vurmalarından tuhaf bir mizah çıkarıyor. Tabii onun tarzını bilen seyirciler için bu pek tuhaf sayılmaz. Bir süre sonra bu dar alanın yarattığı tıkanıklığı açabilmek için oyuna soktuğu iki keskin nişancıyla hem aksiyonu çeşitlendiriyor, hem de sonlara doğru cevabını bulacak olan "bu keskin nişancıları kim tuttu" sorusu ile işe bir miktar sürpriz katmayı hesaplıyor. İşte Free Fire'ın girişi ve çığrından çıkışı ne kadar iyi planlanmışsa, hatta kan ve barut içinde, silah seslerinin komik meydan okumalara karıştığı çatışma sahneleri ne kadar salaş bir keyif barındırsa da, bir süre sonra tıkanıklık hissediliyor.

Bir gece önceki bar kavgası sebebiyle anlaşmanın kıyısından dönüp birbirine düşen iki çetenin, keskin nişancılar sayesinde her halükarda birbirine düşürüleceği fikri olsun, bu fitneyi kimin düşündüğü sürprizi olsun, her iki taraf için de deponun ofisindeki telefona ulaşıp yardım çağırma amacı olsun, filme ekstra bir enerji katmıyor. Karakterlerin birer birer mefta olacağını biliyor gibiyiz ancak bunun şekli şemali üzerine daha kalıcı ve cazip fikirler üretme konusunda fazla üstelememiş bir Ben Wheatley var sanki. Tabii demlenmesi için yıllara bırakılacak bir film olduğu da söylenebilir. Başta o komik Güney Afrika aksanıyla Sharlto Copley olmak üzere Cillian Murphy, Armie Hammer, Brie Larson, Sam Riley ve Wheatley'nin favori oyuncularından Michael Smiley'nin kimyaları da filme iyi uymuş denebilir. Yine Wheatley'nin kadrolu görüntü yönetmeni Laurie Rose'un varlığı, John Denver ve bir adet Creedence Clearwater Revival şarkısı (Run Through The Jungle) ile neşesini bulan filmin baş yapımcıları arasında Martin Scorsese'nin de olması filme nasıl bir artı katmış bilemiyoruz. Ama kendi artı ve eksileriyle eğlenceli bir 90 dakika söz konusu. En azından Ben Wheatley sevenler için.

14 Haziran 2017 Çarşamba

Brimstone (2016)


Yönetmen: Martin Koolhoven
Oyuncular: Dakota Fanning, Guy Pearce, Emilia Jones, Kit Harington, Carice van Houten, William Houston, Paul Anderson, Jack Hollington, Bill Tangradi, Ivy George
Senaryo: Martin Koolhoven
Müzik: Junkie XL

1800'lü yıllarda herkesin birbirini tanıdığı bir kasabada ebelik yapan dilsiz Liz, evlendiği ve bir kız çocuk sahibi olduğu eşi ve eşinin önceki evliliğinden olan oğluyla beraber sakin ve saygın bir yaşam sürmektedir. Ama bu yaşam, kasabaya gelen gizemli bir rahip tarafından değişmeye başlayacaktır. Birgün kasabanın hamile kadınlarından biri kilise çıkışı sancılanır. Bebek ölü doğunca, rahibin karalama çabaları da sonuç vermeye başlayınca Liz bir anda hedef haline gelir. Liz ve ailesini zor günler beklemektedir. Ülkesi Hollanda dışında fazla tanınmayan, en son çeşitli festivallerde gösterilmiş 2008 yapımı savaş dramı Oorlogswinter ile adını duyurmuş Martin Koolhoven'ın kendi hikayesinden uyarladığı Brimstone, Hollanda, Fransa, Almanya, İngiltere, Belçika, İsveç, ABD ortak yapımı bir film. Yani ortada Avrupa'dan Hollywood'a transfer olma durumu yok. Zaten Hollywood'da bu tip bir film çekmenin de pek imkanı yok. Çünkü Brimstone, din eleştirisini merkeze alan sert, gerilim ve trajedi dolu bir western.

Brimstone, sırasıyla İncil bölümleri olan "Revelation" (İfşa), "Exodus" (Çıkış), "Genesis" (Başlangıç) ve "Retribution" (Hesaplaşma) adlı dört bölümden oluşuyor. Ama hikayenin tersten aktığını Exodus'tan itibaren anlıyoruz ki, sıkça başvurulan bu tersine kurguyla gizem oluşturma stili film için olumlu bir sonuç vermiş denilebilir. İlk üç bölüm sondan başa giderken, final bölümü Retribution ilk bölümden sonrasından devam ediyor. Bu bulmaca gibi kurgulama kafaları karıştırmasın. Bu stilin en önemli özelliklerinden biri, bir bölümdeki olay ve ayrıntıların cevabının bir sonraki bölümde ama geriye giderek verilmesi. Böylece gecikmeye uğrayan finale kadar tansiyonun iyice yükseltilmesi. Koolhoven, hikayesini normal bir sırayla anlatsaydı, etkisinden ne kaybederdi veya ona ne katardı uzun uzun tartışılabilir. Ne var ki bu kurgu hadisesi, filmin sert içeriği yanında ikinci planda kalıyor. Sakin bir hayatın bir anda esrarengiz bir rahip tarafından bölünmesi, Liz'in geçmişine ait kabusların bu huzurlu hayatın üzerine bir karabasan gibi çökmesi, cesur sahneler, şok anlar, sürprizler ve zamanda geriye giderek o gizemli geçmişin izinin sürülmeye başlanması.

Koolhoven, filmi hıristiyanlık ve dolayısıyla genel bir din eleştirisi üzerine kurguladığı için, bunu desteklemek adına şiddetin türlü hallerini filmin bu dört bölümüne serpiştiriyor. Buna zemin olarak 1800'lü yılların altına hücum dönemindeki vahşi batıyı uygun görmesi de manidar. Altın sayesinde yavaş yavaş uygarlık temellerinin atılmaya başlanması, bunu işine geldiği ölçülerde avantaj veya dezavantaj olarak kullanmayı öğrenmeye başlayan din adamlarının küçük komünlerdeki etkinliklerini arttırmaları bu zemini sağlıyor. İncil'den işine gelenleri alan, gelmeyenleri kendileri yorumlayan bu rahiplerin zamanla dokunulmaz bir "tek adam" haline gelmeleri de zorlaşmıyor. Guy Pearce'ın canlandırdığı rahip ve Liz arasındaki amansız takibin nedenlerini adım adım öğrenirken bu dinsel öğretilerin ve o öğretilerin dışında kaldığını düşündüğümüz başkalarına ada göndermede bulunuyor Koolhoven. Yobazlığı, sapıklığı, ruhsuzluğu meşrulaştıran öğretileri direk kutsal kitaptan alıntılayan rahiplerin bıraktıkları silinmesi zor izler bunlar.


Rahibin kilisedeki ilk vaazında "size kuzu postunda yaklaşan sahte peygamberlerden sakının, içlerinde onlar, yırtıcı kurtlardır" sözü, filmin özetlemelerinden biri. "Şiddet kötülüğü temizler, kalbin derinliklerini arındırır" sözü de buna bağlı olarak rahibin saplantı haline getirdiği Liz'in izini sürerken yoluna çıkan engelleri aşma biçimine karşı kendine şiar edindiği acımasızlığı betimliyor. Martin Koolhoven bu dört bölümün her birinde rahip ve Liz kovalamacasına dahil olan herkesi bu şiddetten nasiplendiriyor. Hatta deyim yerindeyse tıpkı Liz'e göstermediği gibi seyirciye de rahat yüzü göstermiyor. Sinemada şiddet görmekten rahatsızlık duymayan ya da zevk alan bireysel tercihleri bir kenarda tutarsak, giderek artan dozunun iyi ayarlandığını söyleyebileceğimiz merak duygusunu da diri tutmak suretiyle kendine dört yol birden çizip, kronoloji ile oynayarak bunları kesiştirmeyi başarmış bir film. Vahşi Batı'nın vahşiliğini olabildiğince gerçek kılmaya çalışıp, hatta bir miktar abartıp bunu hıristiyan öğretilerine, buradan hareketle evrensel dini çelişkilere bağlamak suretiyle günümüze de uyan mesajlar veriyor.

Guy Pearce'ın adeta sırtına alıp götürdüğü, onun da şeytani kötülüklere sahip bir din adamını canlandırdığını düşünürsek, bize film boyunca sığınacak bir liman bile bırakmayan Brimstone, Liz'in temiz ve huzurlu bir yaşam arzusuyla seyirciyi buluşturmakta hiç zorlanmıyor. Zorlanıyorsa da bunun yegane sebebi, bir zamanların popüler çocuk oyuncusu Dakota Fanning'in çoğu zaman Liz'in ağırlığını taşımakta zorlanan oturmamış oyunculuğu olsa gerek. Liz'in Joanna olarak son derece sancılı olgunlaşma sürecini canlandıran Emilia Jones'un tekinsiz toyluğu çok daha çarpıcıydı denebilir. Carice van Houten, Carla Juri, Kit Harington gibi filmin kimi nedenli, kimi nedensiz şiddetinden nasibini alan yan karakterler, western ambiyansını eline yüzüne bulaştırmayan görüntü yönetmeni Rogier Stoffers (ki 97'de Hollanda'ya Oscar getiren Karakter filminin de görüntüleri kendisine aitti) ve tabii ne anlatmak istediği çok tartışılacak Martin Koolhoven'in, ne anlattığı kadar nasıl anlattığına da değer verilmesini isteyerek ele aldığı Brimstone, "cehennemi dayanılmaz kılan alevler değil, sevginin yokluğudur" sözünü kuzu postundaki bir zebaniye söyleterek yegane çıkış yolunu işaret etmeyi de ihmal etmiyor. Tabii yeryüzündeki cehennemi betimleyerek.

10 Haziran 2017 Cumartesi

Get Out (2017)


Yönetmen: Jordan Peele
Oyuncular: Daniel Kaluuya, Allison Williams, Catherine Keener, Bradley Whitford, Caleb Landry Jones, Marcus Henderson, Betty Gabriel, LilRel Howery, Lakeith Stanfield, Stephen Root
Senaryo: Jordan Peele
Müzik: Michael Abels

Televizyon kökenli Amerikalı komedyen Jordan Peele'in yazıp yönettiği ilk film olan Get Out, genç fotoğrafçı Chris'in, kız arkadaşı Rose'un davetlisi olarak hafta sonunu geçirmek üzere Armitage ailesinin malikanesine konuk olması ve yaşadığı tuhaf olayları işleyen bir psikolojik gerilim. Siyah Chris ve beyaz Rose'un ilişkisinin bir sonraki aşaması olan Rose'un beyaz ailesiyle tanışma süreci, daha en başından seyirciyi hassas ırksal dengeler üzerinden bir gerilim havasına sokmayı başarıyor. Sevgilisinin bu konudaki rahatlatıcı tavrına rağmen Chris'in rahatsızlığı seyirciye de yansımakta gecikmiyor. Chris'in güvenlikçi kankası Rod'un bu ziyaretten hoşnut olmaması, Rose'un yolda bir geyiğe çarparak ölümüne sebep olması, bu kaza nedeniyle olay yerine gelen beyaz polisin Chris'e karşı tutumu, Rose'un da bu polise karşı tutumu filmin varmak istediği noktaya giden yol üzerindeki birçok duraktan sadece birkaçı.

Varlıklı ebeveynler Dean ve Missy Armitage'ın Chris'i önyargılardan uzak bir samimiyetle karşılamaları, Dean'in evdeki iki siyah yardımcı yüzünden dışarıya verdiği "zengin beyaz, siyah hizmetkarlar" imajından bile rahatsız olacak şekilde kendini ırkçılık karşıtı konumlandırışı, normal olmayan davranışlar sergileyen evin emektar siyah çalışanları Walter ve Georgina'ya sahip çıkışları, ortada tuhaf şeylerin döndüğüne dair şüphe tohumları ekiyor. İşte Peele'in yakaladığı en sağlam noktalardan biri de bu "benim siyah arkadaşlarım da var" zihniyetinin bilerek veya bilmeyerek yol açtığı ötekileştirme ayrıntıları. Adım adım Chris'in etrafındaki bu garipliklerden bir gerilim halkası yaratan, giderek bunu genişleten, özellikle büyük malikane partisinde yaşananlarla Chris ile kurulan empati çıtasını yükselten Peele, Armitageların çözülme sürecine doğru yol alıyor. Chris'in fotoğrafları bulduğu bölümün basitliği haricinde bu süreci de halleden Peele, asıl meselesini kaşımaya başladığı av-avcı düzlemine giriş yapıyor.

Jordan Peele bu son bölümde klişelere bulaşmama iyi niyeti gösterse, bazı anlar başarılı olsa da, senaryosunun onu götürdüğü yere kadar direnip ister istemez bunlardan kaçamıyor. Örneğin cep telefonlarını elinden geldiğince çalışır halde tutmak istemesine rağmen, öldü sanılanın beklenmedik bir anda Chris'in üzerine atlaması basitliğine yenik düşmesi gibi gelgitler, bu son düzlüğü biraz aceleyle kotardığı düşüncesi oluşturuyor. Hipnoz olayını düşününce, onun yerine başka ne koyulabilirdi sorusuna cevap verilememesi işin bu yönüne fazla zarar vermiyor. Ama beyazların siyah ırkın fiziksel zindeliğine, spor ve müzikteki ustalıklarına imreniyor olmalarından hareketle, yanlış ellerde bu imrenişin sapkın bir sahiplenme güdüsüne yol açabileceğine ilişkin saptamasını filmleştirmek isteyen Peele, dönüp dolaşıp hem aceleye gelen, hem de benzer filmlerdeki tahmin edilirliklere prim veren final bölümünü daha akılda kalıcı hale getirebilirdi. Hatta genel olarak Chris rolünde rol ve mimik bilmez Daniel Kaluuya yerine daha ruhu olan bir oyuncu seçebilirdi. Yine de bir ilk filme göre Jordan Peele'in bir senarist/yönetmen olarak ümit verdiği söylenebilir.