30 Kasım 2008 Pazar

[Rec] (2007)


Yönetmen: Jaume Balagueró, Paco Plaza
Oyuncular: Manuela Velasco, Ferran Terraza, David Vert, Jorge Serrano, Pablo Rosso
Senaryo: Jaume Balagueró, Paco Plaza, Luis Berdejo

Yerel bir TV kanalı için “Siz Uyurken” adlı bir gece programı çeken muhabir Ángela ve kameraman Pablo, itfaiyecileri ziyaret ederler. Çekimler sürerken bir ihbar gelir. Bir apartmandaki daireden tuhaf çığlıklar yükselmiş, rahatsız olan komşular ise durumu polise ve itfaiyeye bildirmişlerdir. Bunu programları için bir fırsat bilen Ángela ve Pablo izin alarak bu ufak operasyonu görüntülemek üzere ekibe katılırlar. Olay yerine geldiklerinde giriş katında birkaç polis ve apartman sakinlerini görürler. Binadaki yaşlı bir kadın cinnet geçirmiştir. Yangın söndürmek dışında daha basit operasyonlara da katılan görevlilerin işi kolay gibi görünse de durum aslında hiç de sanıldığı kadar basit değildir. Çünkü apartmanda tuhaf şeyler döndüğünü anlamaları fazla uzun sürmez. Bir süre sonra da bina şüpheli biçimde karantinaya alınır. İçeride mahsur kalan bir grup insan için korku dolu saatler başlar.
  
Tamamını filmdeki kameraman Pablo'nun çekimlerinden izlediğimiz [Rec], Jaume Balagueró ve Paco Plaza isimli iki İspanyol’un yazıp yönettiği, birçok organizasyonda ödüller almış çok ilginç bir korku/gerilim örneği. Cloverfield, The Blair Witch Project, The Last Horror Movie gibi çok başarılı örneklerine rastladığımız bu teknik, bütün gücünü bu hareketli kameranın sağladığı gerçeklikten alıyor. Ortada bir senaryo olmadığı hissi veren, doğaçlamaya müsait ve en önemlisi kendisi de bir kurgu olduğu halde, kurgu yapımların sağladığı yapmacık tavırlardan farklı olarak ürkütücü bir atmosfer yaratması yönünden [Rec], bu türün (şayet dijital teknik açısından buna bir tür demek doğruysa) en iyi örneklerinden birisi olmuş denebilir. Bir ev, bir oda, bir kasaba gerilimini oluşturan basmakalıp düzeninden hareketle bu kez bir apartman gerilimi yaratılmaya çalışılması da ilginç bir yaklaşım. [Rec], zaman zaman kurmacalığını hissettirse de, 70 küsür dakikalık süresinin büyük bir bölümünü diken üstünde geçirtme becerisine sahip. Kameranın sağladığı amatör bakış ve belgesel doğallık, kurmacanın getirdiği saldırılar, yaralanmalar, çığlıklar ile bir araya geldiğinde ürpertici bir kimya ortaya çıkıyor. Bu teknik aynı zamanda deneysel çekim ve kurgu oyunlarına da elverişli olduğu için, yaratıcılığı öne çıkaran, destekleyen bir özgürlük de sağlıyor.

Filmin başrolü varsayabileceğimiz kameranın gücü çok büyük. Olayları adeta seyircinin korkan, panikleyen, oradan oraya kaçışan gözü ile gördüğünden, binaya tıkılıp kalma hissini de damarlara zerk ediyor. Kameranın, onun sallantılı kadrajlarının, bilinçli oyunlarının kattığı gerçeklik, izleyenin bakış açısına göre kişileşiyor. Yani kamera, ekran karşısındaki bizlerin bir çift gözü olmaya soyununca bakış da değişiyor, kişiselleşiyor. İnsanın içindeki röntgenci, korkak, cesur, meraklı özelliklerini tetikliyor. Hem asi, hem de itaatkar davranıyor: Mesela girmemesini istediğimiz yerlere girebiliyor, bakmaması gereken yerlere bakabiliyor. Haliyle bize gösterdikleri de sıradan bir TV kamerasının göremeyeceği bir şiddeti belgeliyor. Bunun yanında izlerken tam olarak idrak edemediğimiz kritik bir sahneyi geri sarıp tekrar gösterebiliyor. Elbette onu kullananın bir insan olması, bu özellikleri bir kameradan çok o insana yüklüyor gibi görünüyor. Fakat geri alma, aniden kayda girme, ışığıyla karanlığa el feneri olma, hele hele de gece görüşü özelliğiyle klostrofobi yaratma özelliklerini gördüğümüzde bunu yapanın bir yönetmen veya kameraman olduğu gerçeğinden önce, bu imkanı sağlayanın bir kamera olduğu gerçeği daha öne çıkabiliyor.


Özellikle filmin girişinde itfaiye binasında yapılan çekimler, bunun kurmaca bir film olduğunu bilmeden izlense sahiden bir reality şov olduğunu düşündürecek kadar doğal. Keza apartman sakinlerinin bazı bölümlerde oyunculuk yönünde yarattığı hava da öyle. Ancak panik ve terör baş gösterdikten sonra bu doğallığa hiç de sırıtmayan oyunculuk numaraları da serpiştiriliyor. Kaldı ki bunların arasında samimi bulunmayan numaralar olsa bile, bu durumu filmin dijital doğasıyla örtüşen amatör canlandırmalar olarak algılamak da mümkün. Bu küçük detay bile [Rec]’in orijinalliklerinden biri sayılabilir. Elbette kapalı mekan gerilimi, bulaşıcı hastalık gerilimi, hatta zombi gerilimi formüllerine başvuran yapısıyla ve daha önce örnekleri sunulmuş tekniği sayesinde tümüyle yenilikçi bir film sayılmaz. Fakat tüm bu saydıklarımız, korku janrı dahilinde yeniliklere açık denemeler ve [Rec] de deneyen, araştıran, arı gibi çalışan bir film. Yarattığı apartman atmosferi bir korku filmi için neredeyse nimet. Kameranın yarattığı tedirgin hareketlilik, dışarıdan spotlarla aydınlatılmış karanlık apartmanın pencerelerinden sızan ışığı sunuş biçimi ile birleştiğinde tam bir dehşet ortamı yaratılmış. Sadece bu atmosfere sırtını dayamayan film, hep zinde tuttuğu, finale doğru iyice yükselttiği tansiyonu finalde artık zirveye çıkarıyor. Tavan arasındaki kilitli dairede geçen final sekansı, apartman gerilimini zifiri karanlık tek bir daireye indirerek deyim yerindeyse rahat yüzü göstermiyor. Gece görüşü ile yapılan çekimlerin sağladığı tüyler ürperten gerilim, türün meraklılarının ayaklarını yerden kesecek kadar sağlam.

Buna benzer çoğu gerilimin içine düştüğü, bana göre oldukça gereksiz “yaşanan kaosu herhangi bir gerekçeye dayandırma” zorlaması burada da görülüyor. Tabi ki bu durum göreceli bir ihtiyaç. Bazı izleyenler izledikleri gizemli olayların daha makul, daha bilimsel bir sonuca ulaştırılmasını, ölen insanların yaşadıkları tuhaflıkların ölmelerine değecek bir neticeye bağlanmasını arzu ederler. Gizemli olayların veya yaşanan şiddetin altında yatanları aydınlatmak adına bilimsel bazı gerekçeler bulmaya (bazen de uydurmaya) çalışmak böyle filmlerin özellikle son bölümlerinin iki ayağını bir pabuca sokabiliyor. Buna benzer gerekçelerle filmi şişirmektense finali muğlak kılmak çok daha anlamlı olabiliyor. Muğlak bir final demek, karamsar bir final demekle çoğu zaman aynı anlamı taşıyor. Böyle bir final ise tamamen kişisel bir tercihten ibaret. Her zevke hitap etmiyor.

Bu manada 2005 Neil Marshall filmi The Descent ile [Rec] arasında ortak noktalar gördüm. Aslında The Descent, bilimsel açıklamalara uygun bir zemini olmasına rağmen, hiç buna kafa yormaya çalışıp ağırlaşmadan kendi tarzını ve gerilim takvimini şekillendirmeye uğraşmış pesimist bir filmdi. Bunda da bana göre son derece başarılı oldu. [Rec] ise insanların çıldırma sebeplerini kendince haklı bir zemine oturtmak adına “gerekçe bulma” yolunu seçmekte. Fakat bunu yaparken sözünü ettiğim ağırlaşma yerine şaşırtıcı biçimde bu gerekçeyi kendi gerilim özünde sindirmeyi, biraz daha geri plana atmayı başarıyor. Yani milyon kere işlenen “kontrolden çıkan bilimsel bir deney”in küflenmişliği bile, filmin özgün gerilim anlayışının önüne geçmeyi başaramıyor.


Blair Witch Project ve Cloverfield da bu tekniğin güzide örnekleri. Birisi hayalet, diğeri canavar filmleri geleneğine dayanmış olmasına rağmen onları farklı kılan yegane özellik bu hareketli kamera kullanımı. Normal şartlarda sabit kamera + özel ses/görüntü efektleriyle çekilseler bu kadar ilgi çekerler miydi tartışılır. Mesela Cloverfield’ın Godzilla’dan ne farkı kalırdı? Fakat Blair Witch’den finaldeki kulübe sahnesi dışında hiç ürkmediğimi, hatta efsane cadı üzerine yeterince gizem ağı örülemediğini düşünüyorum. İşin en önemli kısmı da burasıydı bana göre. Keza Cloverfield nereden geldiği belli olmayan, ama nihayetinde ne olduğu belli olan bir yaratığın yarattığı terör üzerine aslında “büyük” bir filmdi. Büyüklüğünden kastım, pahalı özel efektlerin gazladığı masraflı bir yapımdan ziyade, gizemli küçük ayrıntıları tercih etmemesi, bireysel korkuları deşme yerine daha çok kaostan beslenen kitlesel korku üzerine yoğunlaşmasıydı. Zaten metro sahnesi bence de koskoca filmin korku namına en etkili olduğu bölümdü. Ne zaman açık alanlardan, caddelerden, sokaklardan kurtulup dar, kapalı, karanlık ve havasız mekanlara geçiyorsunuz, işte o zaman bu kamera gücünün iki katı etki gösteriyor. Yine de Cloverfield, Godzilla formülünü ve bütçesini bağımsız bir cesaretle bu tekniğe adamasıyla ve bu canavarın nereden, nasıl, niçin geldiği üzerine fazla kafa yormayıp içeriğini şişirmek yerine doğrudan panik atmosferine kilitlenmiş olmasıyla takdiri hak ediyor.

Bir de bu tür filmleri izlerken yer yer aklımıza takılan, biraz yüzeysel gelebilecek de olsa bir ayrıntıyı dile getirmek isterim. Adı geçen her üç filmde yaşanan o kadar panik, kaos, korku, gerilim ambiyansına rağmen devamlılığın bozulmayışı, ya da daha anlaşılır şekilde kamerayı kullanan kişinin panikleyip canını kurtarmak için kamerayı bir kenara bırakma düşüncesinde olmayışı da düşündürücü. Buradaki motivasyon da çok önemli aslında. Çünkü bu teknikle samimiyete oynayan filmler, herşeye kulp takan bir kısım seyirciyi az da olsa oyalayabilmeliler. Blair Witch’de belgesel çekme amaçlı üniversite öğrencilerinin, [Rec]’de TV programı çeken bir kameramanın motivasyonlarının anlaşılabilirliği daha kolay sanki. Ama Cloverfield’da ise sadece yaşanan sıra dışı bir olayı kameraya çekmek isteyen sıradan bir gencin motivasyonunu sırf merak duygusuna bağlamamız gerekiyor.


Üstelik diğer iki filmden biraz farklı olarak “kamerayı fırlatıp canının derdine düşme” hissiyatının en fazla duyulabileceği tam bir savaş ortamında bu merakı anlamlandırmamız gerekiyor. Tabii ki öyle bir merak olmaz diye bir şey yok. Yine de bu üçlü arasında kamerayı taşıyanın motivasyonu söz konusu olduğunda en ikna edici olanı [Rec] sanırım. Çünkü her ne olursa olsun, bir TV kameramanının mesleki kaygıları veya onu kameraman yapan kişisel merak özelliklerinin toplamında yaptığı çekimler, kamerayı bırakıp canını kurtarma fikrini sürekli erteliyor. Bu da [Rec]’in var olan inandırıcılığına katkı sağlıyor. Blair Witch filminde öğrencilerin motivasyonları da buna benzer bir merak duygusu ile hareket etmekte. Fakat özellikle kendi aralarındaki hararetli tartışmaları bile filme almalarını anlamlandırmak biraz daha zor. Her ne kadar orada hayalet düşüncesinin sinirleri yıpratmış olduğu vurgusu iyi yansıtılmış olsa da, kahramanımız el kamerası orada haksız biçimde bireysel ve yüzeysel tartışmaların sıradan bir izleyeni konumuna indirgenmiş. Yani sırf kaybolma duygusunu vermek adına her sözün kaydedildiği çekimlerle dramatize olmaya çalışıldığı açık edilmiş, samimiyet biraz zedelenmiş bana göre.

Genel olarak önceki kalıplar ile kendi yenilikçi tavırlarını harmanlayıp bir “melez” peydahlamış The Descent ile [Rec] arasındaki pesimist kardeşlik, kendileri adına küçük, gerilim sineması adına büyük adımların sesini duyuruyor. Ripley’ler, Rambo’lar veya karton kahramanlar yaratmadan da pür korku ambiyansı meydana getirilebileceğinin vurucu örnekleri adeta. Hatta [Rec], The Descent’den bu yana izlediğim en iyi korku/gerilim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder