21 Ağustos 2013 Çarşamba

The Station Agent (2003)


Yönetmen: Thomas McCarthy
Oyuncular: Peter Dinklage, Patricia Clarkson, Bobby Cannavale, Michelle Williams, Paul Benjamin, John Slattery
Senaryo: Thomas McCarthy
Müzik: Stephen Trask

Yaşlı dostu Henry ile birlikte maket tren dükkanında çalışan Fin, 134 santim boyunda naif ve hüzünlü bir adamdır. Boyu yüzünden çevresinden aldığı farklı tepkilere alışmış olan Fin, işine hevesle bağlıdır. Ama birgün Henry ölünce ve ona New Jersey, Newfoundland'daki yarım dönümlük arazisini bırakınca gidecek başka yeri olmayan Fin’in hayatı farklı bir yöne döner. Trenlere tutkuyla bağlı olan Fin, kendisine miras kalan bu arazi üzerindeki kullanılmayan köhne bir tren istasyonunda kalmaya başlar. Tam istediği gibi sessiz sakin bir hayat yaşayacağını düşünürken, kahve dükkanı olarak kullandığı minibüsüyle Fin’in arazisi üzerinde mesken tutan arkadaş canlısı Joe ile karşılaşır. Fin’in iki defa aynı sakarlığına maruz kaldığı ikinci karşılaşacağı kasabalı ise, aslında ressam olan varlıklı sayılabilecek Olivia’dır. Fin pek istemese de bu birbirinden farklı iki insanla birlikte adım adım sağlam bir dostluk kurulmaya başlayacaktır.

90’ların başından bu yana aktörlük yapan Thomas McCarthy, The Station Agent ile birlikte senarist / yönetmenliğe soyunmuş bir adam. İlk filmi The Station Agent ile aralarında BAFTA ve Sundance olmak üzere çeşitli festivallerden genelde senaryo ağırlıklı 25 kadar ödül kazanan McCarthy, ara ara yine kendi yazıp yönettiği filmler çekmeyi sürdürüyor. Sıcak, sevimli, hüzünlü, umutlu gibi sıfatlarla tanımlanabilecek film, merkezindeki kahramanı Finbar McBride’ın etrafına farklı sınıf ve kişiliklere sahip Joe ve Olivia’yı koyarak ilerliyor. McCarthy önce Fin’in Newfoundland'e gelmeden önceki sıkıcı ama onu kendi halinde mutlu kılan yaşamına baktıktan sonra, bu iki insanla tanışacağı eski tren istasyonundaki yeni hayatına bakmaya başlıyor. Bu bakışı o kadar sade ve doğal yapıyor ki, filmin kırılgan havasına kendini kaptıran seyirciyi de bu yeni başlangıca ortak etmeyi başarıyor. Sonrası da zaten çorap söküğü gibi gelmeye başlıyor.


Fiziksel yapısı ve doğası gereği insanlarla ilişkilerine mesafe koymuş Fin’i yaşadığı küçük ortamda bir nebze sosyal olmaya zorlayacak Joe gibi girişken, Olivia gibi çekici iki insanın varlığı, McCarthy’nin senaryo yönünden kendisine meydan okuması gibi algılanabilir. Fin’in bu iki insanla kaynaşma sürecini kendince olabildiğince zorlaştırmaya çalıştıran yönetmen, kendi senaryosunu adım adım o kadar iyi işliyor ki, filmin Türkçeleştirilmiş adı olan “Hayatın İçinden” klişesi, basit formüllerin bazen en iyi formüller olduğunu düşündürüyor çoğu zaman. Üçlü arasında ilişkiler ilerledikçe farklı karakterlerin yaşadığı ufak gelgitlerin diğerlerine yansımaları da aynı gösterişsiz ama etkili formülde kendini ifade ediyor. Tüm bunlar olurken, baş karakter Fin’in kendi içinde yaşadığı kişilik olarak normal ama fiziken farklı çatışması da sık sık hatırlatıldığı gibi, Joe ve Olivia’nın onun bu durumunu hiçbir zaman garipsemeyişleri de filmin çok zeki bir dram dengesinde durmasını sağlıyor.

Thomas McCarthy’nin seyirciyi hikayesine ve onun baş karakteri Fin’in insani duruşuna ortak etmesindeki en önemli bir diğer etken de Fin rolündeki aktör Peter Dinklage’in naif ama karakter oyuncusu payesine layık performansı. Film içinde çevresinden gördüğü bazı tepkileri gerçek hayatta da (özellikle ünlü olmadan önce) yaşadığını tahmin etmek zor değil. Bu yüzden görünümü sebebiyle ötekileştirilme eğilimindeki bir karakteri canlandırırken oyuna 1-0 önde başladığı da bir gerçek. Ama Dinklage, hem anlamlı yüz ifadesi, hem de işini bilen oyunculuk yeteneğiyle bu avantajın üzerine yeni artılar eklemeyi başarıyor. Game Of Thrones’un Tyrion Lannister’ı olmadan önce de iyi bir oyuncu olduğunu bilen bilir. Patricia Clarkson ve Bobby Cannavale’nin tamamlayıcı oyunculukları sadece tamamlayıcı olmaktan yer yer sıyrılsa da, bu kendi küçük, duygusal hacmi büyük Finbar McBride’ın hikayesi. Ve sanki yolumuz New Jersey, Newfoundland'deki o eski tren istasyonuna düşse orada Fin ile, karşısında da minibüsü içinde sevimli geveze Joe ile karşılaşacakmışız hissi verecek kadar da doğal.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder