Yönetmen: Yoon-Chul Jeong
Oyuncular: Jeong-min Hwang, Gianna Jun, Ji-hee Jin, Woo-seon Seon, Young-hwa Seo
Senaryo: Yoon-Chul Jeong, Jin-ho Yun
Çevresine yardım etmeyi yaşam biçimi haline getirmiş orta yaşlı tuhaf bir adam, şehrin sokaklarında yaşlıların çantalarını taşıyıp onları karşıdan karşıya geçirmekte, çocuklara yardım etmekte, olmayacak yerlere çöp dökenlere kızmakta, yankesicileri kovalamakta, yaralıların, zor durumda kalmışların imdadına yetişmektedir. Kendisinin Superman olduğunu iddia eden bu adam kısa zamanda halkın olduğu kadar medyanın da dikkatini çeker. Onunla ilgili bir program hazırlaması istenen güzel yapımcı Soo-jung, deli saçması olarak gördüğü bu haber işini bir an önce bitirmek için harekete geçer. Ama çantasını kaptırdığı bir yankesiciyi yakalayan, üstelik kendisini bir kamyonun altında ezilmekten kurtaran Superman’ın hikayesine ilgi duymaya başlayınca, kamerasını alıp bu ilginç adamı çözmeye çalışır. Onun hikayesinde umduğundan çok daha fazlasının olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlayacaktır.
Yönetmen Yoon-Chul Jeong, 2005 yılında senaryosunu yazıp yönettiği Marathon ile, zihinsel özürlü bir genç olan Cho-won’un masalsı olduğu kadar gerçekçi başarı öyküsünden çok güçlü bir dram elde etmişti. Bu kez yine zihinsel problemi olduğunu düşündüren, kendisini Superman olarak tanıtıp insanlara yardım etmeyi ütopik bir misyon haline getirmiş ilginç bir adamın masalsı sevimliliği ile dramatik hüznü arasında Marathon’dakine benzer bir denge tutturduğu yeni öyküsünü anlatıyor. Marathon’da Cho-won’un çocukluk ile gençlik arasında gidip gelen kendine özgü hayal dünyası, A Man Who Was Superman’de yetişkinliğe kadar uzanan ileri bir boyuta kapılarını açıyor.
Her iki filmin de en mühim ortak noktalarından biri, tüm o sevimli, eğlenceli, fantastik masalsı ifade biçimlerinin tamamen hayatın katı gerçeklerine hizmet eder nitelikte olması, tadında bırakılması, bu sayede göze batmaması. Oluşturdukları çekirdek öyküye sadık kalarak, ama bunun yanında onu katmanlaştırmak için hem anlatım, hem de tür açısından yeniliklere açık olarak bir denge sağlamak kolay bir ifade şekli sayılmaz. Yani komedi unsurlarından bolca faydalandıktan sonra tek bir kırılma noktasıyla tamamen ters bir yola sapmak, fakat bunu neredeyse hiç yadırgatmayarak yoluna devam etmek, üstelik finalde bu zıtlıkların üzerine daha fazla gidip onları kaynaştırarak yere sapasağlam basan bir sona ulaşmak senaryo kadar, özel bir yönetim ve kurgu hakimiyeti gerektirir.
Ancak bu beceriler sıklıkla görmezden gelinir, komedi ve fantastik anlatımlarından ötürü hafife alınır, alay edilir. Güney Kore sinemasında fazlaca rastlanan bu eğilimin ortaya çıkardığı kimi örnekler, sırf iddia ettiği gerçekliğe yeterince samimi yaklaşamadığı, komedi kredisini hoyratça harcadığı, drama yönü eğreti kaldığı için bu aşağılamayı da hak eder bana göre. Neticede böyle bir karışımı benimsemiş türlerde yer alan komedi unsurlarının, dram örgüsüne hizmet etmesi beklenir. Yüzde şu kadarı komedi, yüzde şu kadarı dram diye bir ölçekten söz edilemeyeceği için, iş tamamen senarist ve yönetmenin ellerindedir. Hele de Yoon-Chul Jeong gibi kendi yazdığını yönetme şansı bulmuş birinin yapacağı balans ayarı, yapılan tercihleri daha özgür kılacaktır. İşte bana göre bu özgürlükten ikinci defa (yönetmenin Marathon’dan sonra çektiği ikinci filmi Shim's Family’yi görmedim) yararlanmasını bilmiş olan Yoon-Chul Jeong’un Süperman yorumu da tüm bu komedi, dram, fantezi, gerçeklik, denge, tercih, özgürlük diziminden nasibini almış bir Süperman…
Süper kahraman dediğimiz karakter kimdir? Onun doğuştan veya sonradan kazandığı süper güçleri kendisini hangi anlamda “süper” yapar? Bu tip soruların cevapları ortadadır ve biz bu cevapları verirken sadece ölümlülük ve normallik sınırları içinde kalamayıp, mutlaka fantastik motivasyonlarına da değinmek durumunda kalırız. Mantık sınırı diye bir durumdan söz edilemez. Ancak süper güçlerini kullanma durumunda kalmadıkları, “insan” oldukları anlardaki çıplaklıklarını irdelerken “insan”lıklarına yaklaşırız. O bölgeye girdiğimizde ise sadece sabit bir kötüyle olan husumetine, trajik geçmişinin tetiklediği intikam ateşine, hiçbir yere varmayan romantik ilişkisine, kendisini yaratan yazarın hayalgücüne endeksli başka evrenlerde olup bitenlere veya sahip olduğu süper güç ile insan zayıflığı arasında sıkışan kişiliğinin açmazlarına saplanırız.
Çevresine yardım etmeyi yaşam biçimi haline getirmiş orta yaşlı tuhaf bir adam, şehrin sokaklarında yaşlıların çantalarını taşıyıp onları karşıdan karşıya geçirmekte, çocuklara yardım etmekte, olmayacak yerlere çöp dökenlere kızmakta, yankesicileri kovalamakta, yaralıların, zor durumda kalmışların imdadına yetişmektedir. Kendisinin Superman olduğunu iddia eden bu adam kısa zamanda halkın olduğu kadar medyanın da dikkatini çeker. Onunla ilgili bir program hazırlaması istenen güzel yapımcı Soo-jung, deli saçması olarak gördüğü bu haber işini bir an önce bitirmek için harekete geçer. Ama çantasını kaptırdığı bir yankesiciyi yakalayan, üstelik kendisini bir kamyonun altında ezilmekten kurtaran Superman’ın hikayesine ilgi duymaya başlayınca, kamerasını alıp bu ilginç adamı çözmeye çalışır. Onun hikayesinde umduğundan çok daha fazlasının olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlayacaktır.
Yönetmen Yoon-Chul Jeong, 2005 yılında senaryosunu yazıp yönettiği Marathon ile, zihinsel özürlü bir genç olan Cho-won’un masalsı olduğu kadar gerçekçi başarı öyküsünden çok güçlü bir dram elde etmişti. Bu kez yine zihinsel problemi olduğunu düşündüren, kendisini Superman olarak tanıtıp insanlara yardım etmeyi ütopik bir misyon haline getirmiş ilginç bir adamın masalsı sevimliliği ile dramatik hüznü arasında Marathon’dakine benzer bir denge tutturduğu yeni öyküsünü anlatıyor. Marathon’da Cho-won’un çocukluk ile gençlik arasında gidip gelen kendine özgü hayal dünyası, A Man Who Was Superman’de yetişkinliğe kadar uzanan ileri bir boyuta kapılarını açıyor.
Her iki filmin de en mühim ortak noktalarından biri, tüm o sevimli, eğlenceli, fantastik masalsı ifade biçimlerinin tamamen hayatın katı gerçeklerine hizmet eder nitelikte olması, tadında bırakılması, bu sayede göze batmaması. Oluşturdukları çekirdek öyküye sadık kalarak, ama bunun yanında onu katmanlaştırmak için hem anlatım, hem de tür açısından yeniliklere açık olarak bir denge sağlamak kolay bir ifade şekli sayılmaz. Yani komedi unsurlarından bolca faydalandıktan sonra tek bir kırılma noktasıyla tamamen ters bir yola sapmak, fakat bunu neredeyse hiç yadırgatmayarak yoluna devam etmek, üstelik finalde bu zıtlıkların üzerine daha fazla gidip onları kaynaştırarak yere sapasağlam basan bir sona ulaşmak senaryo kadar, özel bir yönetim ve kurgu hakimiyeti gerektirir.
Ancak bu beceriler sıklıkla görmezden gelinir, komedi ve fantastik anlatımlarından ötürü hafife alınır, alay edilir. Güney Kore sinemasında fazlaca rastlanan bu eğilimin ortaya çıkardığı kimi örnekler, sırf iddia ettiği gerçekliğe yeterince samimi yaklaşamadığı, komedi kredisini hoyratça harcadığı, drama yönü eğreti kaldığı için bu aşağılamayı da hak eder bana göre. Neticede böyle bir karışımı benimsemiş türlerde yer alan komedi unsurlarının, dram örgüsüne hizmet etmesi beklenir. Yüzde şu kadarı komedi, yüzde şu kadarı dram diye bir ölçekten söz edilemeyeceği için, iş tamamen senarist ve yönetmenin ellerindedir. Hele de Yoon-Chul Jeong gibi kendi yazdığını yönetme şansı bulmuş birinin yapacağı balans ayarı, yapılan tercihleri daha özgür kılacaktır. İşte bana göre bu özgürlükten ikinci defa (yönetmenin Marathon’dan sonra çektiği ikinci filmi Shim's Family’yi görmedim) yararlanmasını bilmiş olan Yoon-Chul Jeong’un Süperman yorumu da tüm bu komedi, dram, fantezi, gerçeklik, denge, tercih, özgürlük diziminden nasibini almış bir Süperman…
Süper kahraman dediğimiz karakter kimdir? Onun doğuştan veya sonradan kazandığı süper güçleri kendisini hangi anlamda “süper” yapar? Bu tip soruların cevapları ortadadır ve biz bu cevapları verirken sadece ölümlülük ve normallik sınırları içinde kalamayıp, mutlaka fantastik motivasyonlarına da değinmek durumunda kalırız. Mantık sınırı diye bir durumdan söz edilemez. Ancak süper güçlerini kullanma durumunda kalmadıkları, “insan” oldukları anlardaki çıplaklıklarını irdelerken “insan”lıklarına yaklaşırız. O bölgeye girdiğimizde ise sadece sabit bir kötüyle olan husumetine, trajik geçmişinin tetiklediği intikam ateşine, hiçbir yere varmayan romantik ilişkisine, kendisini yaratan yazarın hayalgücüne endeksli başka evrenlerde olup bitenlere veya sahip olduğu süper güç ile insan zayıflığı arasında sıkışan kişiliğinin açmazlarına saplanırız.
Süper kahramanın en önemli varlık sebeplerinden biri insanlara yardım etmektir. Bunu topyekün dünyayı kötülerden kurtararak yapmak kolaycılığı onu süper yapmak için yeter de artar. Zaten süper kahraman dediğimiz kişi tonlarca ağırlığı tek başına kaldıran, eciş bücüş düşmanlarını yerle bir eden, gözlerinden alevler çıkartan biri değil midir? Kişisel çıkarları uğruna insanlara ve çevreye zarar vermeyi şiar edinmiş kötü adamın kıçını tekmelemek her şeyi halleder. Peki bir süper kahramanın insanlara iyilik yapması için mutlaka bir kötü adam faktörü mü olması gerekir? Kötü adamın gazabından kurtarmaya çalıştığınız insanoğlunun birbirine ve çevresine yaptığı kötülükleri hangi sınıfa sokacağız? İşte A Man Who Was Superman’in yaklaşmak istediği noktalardan birinin de bu olması, onu özel bir film yapıyor. İyilik yapmanın, sadece dünyayı kötülerin elinden kurtarmaktan ibaret olmadığını, süper kahramanlar yüzünden küçük iyiliklerin geçerliliğini yitirdiğini veya bu iyiliklerin süper kahramanın süperliğine hafif gelen aktiviteler olduğunu dolaylı da olsa eleştiriyor. Ne de olsa bir süper kahramanın yaşlı bir kadını karşıdan karşıya geçirmekten daha mühim işleri vardır.
Karşılaştırmayı teke indirip, doğrudan filmin muhatabı olan kostümlü Superman’i ele alalım. Güney Koreli Süperman’ımızla karıştırmamak için de kendisine “Clark Kent” diye hitap edelim. Clark Kent’in süperliğine ait bildiğimiz ne varsa bizim gariban Süperman’de de aynısı var. Uçması, baktığı şeyin içini görebildiği ve lazer deliciliği sağladığı ışın saçan bakışları, objeleri dondurduğu nefesi, “kel adam” ile olan husumeti, alnına düşen perçemi, göğsündeki “S” harfi, kırmızı pelerini… Filmde hepsinin son derece anlamlı, kasıtlı, mantıklı, zeki ve biraz da alaycı kullanımlarını görüyoruz. Bu özellikler Güney Kore Süperman’inde o kadar insani ve dünyevi ki, Clark Kent’teki bu özelliklerin özümsenişi ve sıradan bir adama uyarlanışı, çok yaratıcı anti-süper bir samimiyetten besleniyor. Mesela sigara içen birinin ciğerlerini görebilmeniz için Süperman’ın röntgen bakışlarına ihtiyacınız olmuyor veya bir hayat kurtarmak için bazı durumlarda süper güçten önce cesarete ihtiyaç duyuluyor.
Uçmak! Bir süper kahramanın en çok ihtiyaç duyduğu yetenek. Bu filmde uçmak üzerine o kadar güzel, anlamlı, coşkulu ve trajik yorumlar mevcut ki, hep ütopik bir romantizm beslediğimiz bu fiile yapılan göndermeleri Süper Adam olmanın “süperliği” ve “iyiliği” ile bağdaştırmak, uçmak kadar yerçekiminin varlığını da hesaba katmanın önemiyle yan yana çok şey ifade ediyor. Poz vermeye yönelik veya fantastik amaçları olmayan bir uçmaktan söz ediyoruz.
Tabii film bu gerçekliğin fantastik halini de sunuyor. Hatta hem fantastiğini, hem de gerçeğini kurgulayış biçimiyle “böyle de olabilirdi, ama ne yazık ki hayat acı gerçeklerle doludur” iletisini yan yana veriyor. Ayrıca Clark Kent’in süper güçlerini kullanmasını engelleyen kriptonit zaafının bir benzerine de sahip olan Süperman’ın filme saklamak istediğim, kriptonit ile mükemmel özdeşleşen bu zaafını Güney Kore tarihinde kara bir leke olarak duran 18 Mart olayları ile ilişkilendirme zekası, filmin onlarca artısına bir diğerini daha ekliyor. Konuştukça tadı kaçacak bu harika ilişkilendirmeler hakkında filmden alıntıladığım bir cümle, özellikle film izlendikten sonra çok daha düşündürücü olacaktır: “Gerçekte kim olduğumu unutmam için kafama kriptonit koydular!”…
Yoon-Chul Jeong’un bu güzel senaryosuna hayat veren Süperman rolündeki Jeong-min Hwang'ın A Man Who Was Superman’in ilk yarısındaki sempatik ve canlı performansını ikinci yarıda, hele de o enfes finalde kapıp götüren bir drama dönüştürme becerisi takdir edilmeyecek gibi değil. İki farklı yeteneğini dengelemesini çok iyi bildiği söylenebilir. Filmin bir başka denge unsuru da, Daisy, My Sassy Girl, Il Mare gibi kaliteli yapımlardan tanıdığımız güzel ve yetenekli oyuncu Ji-hyun Jun. Filmde Süperman’in hikayesinin peşine düşüp, kendi dönüşümünü geçiren TV yapımcısı rolüyle filmin duygularını dizginlemiş mantıksal kanadını başarıyla temsil ediyor.
Bir arketip olan Süperman’in nihai amacı hakkında pek bilgim yok. Keza, onun gibilerin insanlara yardım etmeyi nasıl algıladıkları hakkındaki fikirlerim belli bir şablonun dışına çıkamıyor. Ama ilettiği dünya barışı, çevre duyarlılığı, insan sevgisi, dürüstlük, cesaret mesajları yanında, şu küçücük Güney Kore filmi “eğer insanlara yardım etmezsem, nasıl yardım edeceğimi unuturum” diye bir cümle kuruyorsa, sesine kulak verilmeyi hak ediyordur. Bu yılın en iyi süper kahraman filmi hiç kuşkusuz The Dark Knight… Ama sevimliliği, cesareti ve Hawaii gömleğiyle bu Güney Koreli süper kahramanın sesine de kulak vermek hiçbir şey kaybettirmeyeceği gibi, çok şey de kazandıracaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder