Yönetmen: Jodie Foster
Oyuncular: Mel Gibson, Jodie Foster, Anton Yelchin, Jennifer Lawrence, Cherry Jones, Riley Thomas Stewart
Senaryo: Kyle Killen
Müzik: Marcelo Zarvos
İki Oscar ödüllü usta oyuncu Jodie Foster’ın yönettiği üçüncü filmi The Beaver, bir zamanlar başarılı bir oyuncak üreticisi ve iyi bir aile babası olan, şimdilerdeyse depresyonla boğuşan bir adam olan, her yolu denese de eski haline dönemeyen Walter Black’in ilginç öyküsünü anlatan bir aile dramı. Filmin başlarında konuşan anlatıcının da tanımladığı üzere Walter sanki ölmüş gibi ama vücudunu geride bırakmış bir adam. Onun depresyonu dokunduğu her şeye bulaşan bir mürekkep, yaklaşan herkesi içine çeken bir kara delik gibi. Tecrübesiz senarist Kyle Killen’ın üst üste bindirdiği bu teşbihler, her ne kadar Walter’ın içinde bulunduğu durumu iyi ifade etse de, fazlası göze batmıyor da değil. Evden ayrılmak zorunda kaldığı bir gece otele giderken çöp konteynerinde bulduğu kukla sayesinde bambaşka bir Walter’a dönüşümünün yarattığı önce pozitif, sonra negatif etkileri dramatize eden film, sorun yaratmayı bilen, ama çözümlerinde kararsız bir tutum sergileyen yapıda.
Özellikle Beaver’dan önceki Walter ile Beaver’dan sonraki Walter arasındaki kimlik uçurumunu iyi betimleyen senaryo, Walter’ın sahip olduğu oyuncak firmasının başarı stratejisi ve yine Walter’ın ilgisiz kalmış aile fertleri gibi üzerine katlar çıkılabilecek başarılı zeminler hazırlıyor. Buna para karşılığı okulunda başkaları için ödevler ve sunumlar hazırlayan büyük oğul Porter’ın okulun güzel kızı Norah ile ilişkisi gibi bir yan öykü eklenince filmin sorumlulukları artıyor. Ancak Kyle Killen senaryosu hedeflerini belirlemede iyi bir giriş yapmasına, gelişme bölümünü de kısmen iyi tasarlayıp final beklentilerini yükseltmesine rağmen, belki de koruması gereken sevimli ve naif dramatik bileşenlerini yavaş yavaş çözüme giden yola sokmakta sıkıntılar yaşıyor bana göre.
Kendi adıma Walter’ın sol eline geçirdiği İngiliz aksanlı, girişken, esprili ve zeki (bu haliyle sevimli) kunduz kuklasının Walter’ın bilinçaltının bir yansıması olduğunu düşünürken, aslında içine oportünist bir şirket CEO’su kaçmış Chucky çakması (bu haliyle sevimsiz) bir kunduz kuklası olduğunu görmek hayalkırıklığı yarattı. Haliyle bağımsız karakterde çevre düzenini iyi kurgulamış bir filmin, o kritik kırılma noktasıyla birlikte ağır bir drama dönüşmesi tatsız kaçtı. Oysa Walter ve kuklası fikrinin, bunalımdaki Walter karakterini bu derece pasifleştirmesi, ruhsuzlaştırması yerine, insanın hayatta hiç beklenmedik unsurlar sayesinde kendi içine dönüş mücadelesiyle kazandıklarının çok ilginç bir numunesi olması daha uygun düşerdi. Beaver ve Walter ayrı birer kişilik olarak kalmamalı, zaten hazır bekleyen bağlarla bir şekilde birbirlerine bağlanmalıydı. Çünkü Alaaddin’in Sihirli Lâmbası’nı izlemiyoruz ya da film bizi tamamen o moda sokmadı. Onun bile lâmba cinini kendi kişiliğine adapte edebilen bir yanı vardı üstelik.
Filmin yan öyküsü olan Porter ve Norah arasındaki mezuniyet konuşması hazırlama çıkışlı ilişkisi ise, belli bir iç dinamiğine sahip olsa da, dönüp dolaşıp “hayatta her şey her zaman yolunda gitmeyebilir, sevdiklerimiz hâlâ yanımızdayken kıymetlerini bilelim” kolaycılığına sığınarak ana eksene yamanıyor. Zaten böyle ucu açık ve yuvarlatılmış bir kıssadan hisseyi herhangi bir hikâyeye bile yamayabilirsiniz. Eline kuklayı taktıktan sonra işinde, evinde ve yatak odasında ideal erkeğe dönüşen Walter’ın böyle bir aracı olmadan da depresyonuna karşı durması gerekliliğinin, başkalarının sorumluluklarını para karşılığı üstlenen, biraz da o kukla gibi bir aracı haline gelen Porter’ın hikâyesi ile olan paralelliği tam kavranamamış sanki. Ama işte senaryonun bu tutumu, o kavranmamışlığın üzerini iyi örtüyor. Üzerinde çalışılması gerektiğini belli eden bir senaryoyu bu haliyle dolaşıma sokmak da bir tercihtir. Ancak filmin başlarda bir izleyen olarak bana vaat ettiklerini yerine getirmediğin düşünmek üzüntü vericiydi.
Herşeye rağmen Walter Black rolü çeşitli yönlerden zor ve aynı zamanda oyuncuları iştahlandıran türden. Bu tip roller, komedi ve drama olan hâkimiyetlerini ispatlamış Jim Carrey ve Steve Carrell’in kalemine daha uygun görünebilir. Ama Mel Gibson’ın aynı bedende iki farklı kişiliği taşımanın zorluğunu tecrübesi ile çok rahat aştığı söylenebilir. 1994’teki Maverick’te de birlikte oynamış Mel Gibson ve Jodie Foster’ın sıkı dost oldukları biliniyor. İkilinin kimyalarının uyumu da büyük ölçüde buradan geliyor. Foster’ın yönetmenliğinde de genel anlamda sorun yok. Ama zaten yönetmen olarak yeterince ağırlığı varken, senaryonun Meredith Black’i (güçlü işkadını ve anne imajına rağmen) geride bırakmasını fazla takmamış olsa gerek. Bence bu film başka bir yönetmenle ve Mel Gibson olmadan çekilseydi Foster bu filmde oynar mıydı şüpheliyim. The Beaver’ın en kötü yanının senaryosu olduğu fikrimin altını yeterince çizdim belki ama bir film için bu hayati bir öneme sahiptir. Bu yüzden The Beaver, en başta oyuncu kadrosu ve onların sağladığı dram enerjisine rağmen elindeki malzemenin hakkını tam olarak verememiş bir filmdir benim için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder