3 Mart 2011 Perşembe

Unstoppable (2010)


Yönetmen: Tony Scott
Oyuncular: Denzel Washington, Chris Pine, Rosario Dawson, Kevin Dunn, Ethan Suplee, Lew Temple, Kevin Corrigan, Jessy Schram
Senaryo: Mark Bomback
Müzik: Harry Gregson-Williams

Tony Scott - Denzel Washington işbirliği tam gaz sürüyor. İkilinin birlikte çalıştığı beşinci film olma özelliğini taşıyan Unstoppable, gerçek olaylara dayanan, ama dayandıklarını Hollywood standartlarına çekebilmek için hem dramatik, hem de aksiyon yönünü iyice cilâlamış bir film. Bu filmden bir yıl öncesinde çektiği remake The Taking Of Pelham 1 2 3 dışında başta Man On Fire olmak üzere diğer üç filmiyle aram oldukça iyidir. Unstoppable’ı ise nereye koyacağımı bilemedim açıkçası. “Real American Hero” temasına fazlaca abanmış olmasından dolayı soğukluk, yarattığı kötü adamsız heyecanı filmin sonuna kadar sürdürebilmesinden dolayı da biraz yakınlık duydum diyebilirim. Kimyasal madde taşıyan kontrolden çıkmış insansız tren fikri zaten yeterince heyecan vericiyken bir de bu trenin karşısına çocuklarla dolu bir başka trenin çıkarılması, kritik bir virajın tam dibinde başka patlayıcı gümleyici konuşlanmalar icat edilmesi fazlaca zorlama durmakta.

Öte yandan, trenin son noktada içine dalmak üzere olduğu yerleşim birimine ulaşmadan durdurma kahramanlığına soyunan Frank ile Will’in kariyer ve ailevi pozisyonlarının tipik sorunlu tasarımını da gözlerimiz birkaç yerden ısırıyor. Kahraman yaratma misyonu üstlenen senaristler, hayatlarında her şeyin yolunda gittiği tiplerden ilgi çekecek kahramanlar üretemeyeceklerini bildiklerinden, yarattıkları veya seçtikleri kişilerin aile ve kariyer durumlarını olabildiğince dibe batırmaya meyillidirler. Burada da tek başına iki kız yetiştirmek zorunda kalan, zorunlu erken emeklilik nedeniyle gözden çıkarılan Frank ile, karısına şiddet uygulama suçlamasıyla karşı karşıya kalan torpilli çaylak Will’in kahraman profiline uygunluğundan ekmek yeme beklentisi var.


Yaşanmış bir olayın ne kadarına sadık olduğu bilinmeyen senaryonun sahibi ise, yine türlü klişelerden devşirme filmler yazmış Mark Bomback. Bu tip adamları sinemadan uzak tutmak mümkün olsaydı keşke. Live Free or Die Hard’daki gibi bir savaş uçağıyla bir tırı kapıştırmak veya rehin alınan yakınını kurtarmak için bir ordu kötü adamı delik deşik etmek gibi fikirler gişe gediklileri için her zaman cazip olduğundan, bunların işsiz kalma gibi bir problemleri kalmıyor. Unstoppable, aksiyon denince akla gelen birkaç usta isimden biri olan Tony Scott’ın eline bu senaryoyla düşünce o da artık şablonlaştırdığı kriterlerinin üzerine bu senaryoyu koyarak filmler çekiyor. Alıcısı bol olan bu çeşit senaryolar, yine alıcısı bol olan Scott ile birleşince ortaya tamamen vakit geçirmek için izlenmek üzere plânlanmış filmler çıkarıyor. Ama bu filmlerin B sınıfına konmayarak doğrudan DVD’ye düşmeyip, sinemalarda iyi hasılat getirmesinin en belirgin nedeni de hep marka isimler oluyor. Buradaki en büyük marka Danzel Washington gibi gözükebilir. Oscarlı ve her zaman başrol için düşünülen kaliteli bir aktördür. Ne var ki, Nicolas Cage, Cuba Gooding Jr. gibi Oscar kazanmışların, bunun yanında bir zamanların en popüler aktörlerinden Val Kilmer’ın video piyasasına düşmüş durumları düşünüldüğünde markanın da erişemediği bir kalite çıtası beliriyor. İşte o noktada Tony Scott’ın kendisine aksiyon ustası sıfatı kazandıran teknik becerileri devreye giriyor.

Tony Scott da bir marka ama kendini DVD sofrasına düşmesi zor Denzel Washington markası ile sağlama aldığı kadar, bu teknik ustalığıyla da filmlerini izletmeyi biliyor. Unstoppable’ın klişelerini ve mantık hatalarını bir kenara koyarak, sonuna kadar izleyebildiğimiz ve belli bir seviyede sürükleyiciliğine kapıldığımız bir filmin en önemli artılarının yönetmen kaynaklı olduğu çoğu zaman göze çarpar. İşte Scott’ın bu ustalığı (ya da kimilerine göre kandırmacaları), çektiği filmlerin B sınıfına düşmemelerini sağlayan etkenlerden biri. İnsan hatasıyla insansız olarak tehlike saçan bir trene bu sayede bir “kötü adam” veya “yaramaz çocuk” karakteri yükleyebiliyor çoğu zaman. Mâlum virajın alındığı sahne gibi zaman zaman bilim kurgu sınırına bile dayansa, sanki mümkünmüş gibi (yoksa mümkün mü!) kendini izletiyor. Araya dramatik gerekçeler de serpiştirerek filmi tamamen ruhsuzlaştırmama kaygısı taşıyor. Fakat bu dramatik kaygılarını koyultmayı (Man On Fire) ya da ciddileştirmeyi (Spy Game, Crimson Tide) becerdiği ölçülerde aksiyon yetilerini sağlam zeminlere oturtabiliyor. Unstoppable gibi filmlerle değil. (Bu arada filme neden Unstoppable ismini lâyık görmüşler ki? Tren "unstoppable" değilmiş neticede. “777” çok daha sıkı bir isim olurmuş.) Tabiî şirketlerin küçülme politikalarından zarar gören işçi sınıfının veya esasen sıradan insanların arasından çıktığı savunulan gerçek kahramanların yarattığı dramatik hakikiliğin peşini de bırakmayarak ayaklarını yerden kesmemeye uğraşıyor.


Tony Scott’ın pek dikkate alınmayan başka bir becerisi de, bu tip gerilimli filmlerinde bazı kilit karakterlerini filmin büyük bir bölümü boyunca veya hiç yan yana getirmeden birbirleriyle ilişkilendirebilmesi. Sınırlı zamana oynayan cep ve sabit telefon trafiğiyle, bürokratik çekişmelerle, yetkisel üstünlük kurma çabalarıyla arka plânda ayrı bir aksiyon dinamizmi de yakalayabiliyor. Bu özelliği, Michael Frost Beckner’ın zeki senaryosunun da katkısıyla Spy Game’de tavan yapmıştı neredeyse. Aynı tavrı başka filmlerde de uygulamayı terk etmemesi Scott’ın bazı aksiyon hezeyanlarını biraz olsun dengeliyor. Mesela Galvin ile Connie arasındaki yetki dalaşının Frank ve Will’e yansıdığı anlar, filmin sadece aksiyona bel bağlamamış gerginliğini de yansıtmasını biliyor. Hatta bu filmde iki baş karakterin şu zorlama aile yapılarının kattığı drama kırıntılarından daha fazla iş görüyor bile denebilir. İpini koparmış trenin hoyratça şehre dalmak üzere ilerlemesi de ancak bu tip yan operasyonlarla daha somut biryerlere ilerleme çabasına giriyor. Bana göre ilerliyor da. Üstelik The Taking Of Pelham 1 2 3’de birkaç silahlı ve tehlikeli adamın raylar üzerinde yapamadığını, bu kez o rayların gerçek sahibi tren yapıyor.

Peki bunu yaparak nereye varıyor? Varmak istediği yer olan gişeye varıyor, fazlasında gözü olmayan filmler bunlar. Öbür türlü daha önce herkesin aklına geldiği halde finale kadar neden denenmediği sorgulanacak kurtarma operasyonlarını masanın dışına koyabilirlerdi. Gerçi başlarda koymuş gibilerdi fakat durdurulamaz olanı durdurabilme gücünü elinden geldiğince kahramanlaştırmak amacı bunların ciddiyetle tartışılmasını gerektirmiyor. Yine de teknik ve dramatik anlamdaki meziyetleriyle Tony Scott’tan Hunger, True Romance, Spy Game, Crimson Tide, Man On Fire ligine daha fazla yatırım yapmasını bekliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder