31 Aralık 2012 Pazartesi

Hodejegerne (2011)


Yönetmen: Morten Tyldum
Oyuncular: Aksel Hennie, Nikolaj Coster-Waldau, Synnøve Macody Lund, Eivind Sander, Julie R. Ølgaard, Kyrre Haugen Sydness, Reidar Sørensen, Nils Jørgen Kaalstad
Senaryo: Lars Gudmestad, Ulf Ryberg, Jo Nesbø
Müzik: Trond Bjerknes, Jeppe Kaas

Roger Brown, büyük bir şirkette personel alımı pozisyonuna, şahane bir eve ve Diana adında sanat galerisi sahibi güzeller güzeli bir eşe sahiptir. Fakat olması gerekenden daha büyük bir lüks içinde yaşamaktadır. Bunu devam ettirebilmek için ikinci iş olarak sanat eseri hırsızlığı yapmaktadır. Eşinin galeri açılışında tanıştığı Clas Greve, bir elektronik şirketinde genel müdür olması yanında iz sürme ustası bir eski askerdir. Greve, Roger’ın şirketindeki bir iş için aradığı mükemmel aday olmanın yanı sıra çok değerli bir tablonun da sahibidir. Roger fırsatı hemen değerlendirmek ister ve en büyük vurgununu planlamaya başlar. Ancak Greve’in evinde karşılaştığı şey, Roger’ı dönülmesi çok güç bir yola sokacaktır.

Norveçli yazar Jo Nesbø’nun aynı adlı romanından uyarlanan Hodejegerne (Headhunters), suç gerilimi sevenleri başından sonuna dek alıp götüren çok sağlam bir yapım. 2004 yılında hayata veda eden Milenyum üçlemesinin yazarı Stieg Larsson’ın yeni varisi olarak kabul edilen Nesbø’nun romanı bazı değişikliklerle Lars Gudmestad ve Ulf Ryberg tarafından o kadar güzel senaryo haline getirilmiş, Morten Tyldum tarafından o kadar ustalıkla çekilmiş ki, romanı okumamış olan ama polisiye roman alışkanlığı bulunanlar için o tadı damaklarda hissettirebilecek akıcılığa ve sürükleyiciliğe sahip. Roman alışkanlığı bulunmayanlara, ama bugüne dek romanı filme alınmış pek çok yapımdan zevk almış olanlara da çok şeyler vaat ediyor. Nesbø’nun Stieg Larsson gibi güçlü bir referansla karşılanması yanında gelecekte bu polisiye tarzından fazla sapmayacağı varsayılmak suretiyle Cormac McCarthy, Elmore Leonard, Dennis Lehane ustalığına erişebileceğini söylemek yanlış olmaz.


Herşeye sahip Roger’ın birgün mutlaka kendini beğenmişliğinin, açgözlülüğünün, karısına ihanetinin bedelini ödemesi kaçınılmaz. Becerisi daim, şansı da yaver giderken dinsizin hakkından gelecek olan imansız Clas ile tanışmasıyla sert bir kayaya çarpan, onunla birlikte iş yapacakken öğrendiği gerçek yüzünden onunla karşı karşıya gelen Roger, adım adım pisliğe batıyor. Hatta bu pisliğe batma meselesini gerçek anlamda da yaşıyor. Yolun sonuna gelen her “kötü huyları olan iyi adam” gibi bir uyanışa gelmesi, fakat peşindeki tehlike yüzünden canının derdine düşerek hatalar yapması sonucu insanüstü kurtulma çabaları gösteriyor. Aslında kapitalist düzende yaşanan varoluş çabalarının bu defa sahaya inişi şeklinde de algılanabilecek bu mücadelede Roger’ın yaşadığı türlü fiziksel zorlukların iş hayatındaki karşılıkları bulunabilir. Bunun en önemli verisi Clas’ın Roger’ın peşine düşme gerekçesinde görülebilir. Filmin başlarda bize takım elbiselerle aksettirdiği “pozisyon kapma” ve “pozisyonu ve refahı koruma” meselesini suç örgülerini ince ince işleyerek “bul ve yok et” fiillerine dönüştürmesi tepeden inme olmuyor. Pozisyon ve refahın, insanın sahip olduğu candan ve sevdiğine duyduğu aşktan daha değerli olmadığı mesajı, bu güçlü polisiye örgüye başarıyla yediriliyor.

Roger ve Clas arasındaki av-avcı mücadelesi başladığı andan itibaren yer yer bana yakın döneme ait Llewelyn Moss - Anton Chigurh (No Country For Old Men), Kim Soo-hyeon - Keyong-cheol (I Saw The Devil) arasında yaşanan kedi-fare oyununu anımsattı. Zaten film yarattığı suç atmosferiyle Roger’ın çevresindeki herkesi güvenilmez konuma sokma becerisini iyi kullanarak onun yakalanma tehlikesine seyirciyi çok iyi ortak ediyor. Roger’ın soygunlarda kendisine teknik yardımda bulunan Ove’yi evinin garajında bulduğu sahneyle gelişen olaylar ve polislerin Roger’ı hastaneden alıp merkeze götürdükleri esnada yolda başına gelenler nefes kesici bir akıcılıkla işleniyor. Jo Nesbø zekası, bazı anlar dışında (hastaneden yürütülen cips paketi, kurşun değiştirme meselesi vb.) kendini temkinli bir şekilde finale taşıyıp oradan da hedefine ulaşıyor. Kitap ile film arasındaki bazı detay farklılıklarını öğrendiğimizde, senaristlerin kendilerini biraz geri çektikleri söylenebilir. Ama her şeye rağmen seyircilerin, oyuncuların, yönetmenlerin, yapımcıların iştahını kabartacak bir film olduğu muhakkak.


Bu sebepten filmin remake hakları Hollywood tarafından hemen satın alınmış. Tahminen 2013 civarında yeni bir The Girl With The Dragon Tattoo vakası daha yaşanacak. Beyaz perdeye her yönüyle çok iyi aktarılmış aslı dururken, bazı hazırcıların kırmızı halıda yürümelerini sağlayacak taklidi kendi alıcısını bulacaktır. Aksel Hennie’nin başarıyla canlandırdığı Roger’ın filmde boy meselesini kafasına bu kadar taktığı düşünülürse Hollywood versiyonunda başrolde yer alacak adaylar daha bir belirginleşiyor. Game Of Thrones ve birkaç Amerikan yapımı filmde rol alarak kabuğunu kıran Danimarkalı oyuncu Nikolaj Coster-Waldau ise İngilizce yapımlara iyice ısındığından belki yine Clas Greve rolünü üstlenir. Diana Brown için ise en uygun aday Heidi Klum olacaktır sanırım. Ama dileğim, 2011’in en sıkı filmlerinden birini yönetmiş Morten Tyldum’un roman/senaryonun da katkılarıyla Hollywood işi bir kariyer tuzağına düşmeyerek bu filmi yönetmemesi. Gerçi David Fincher bile orijinalinin gölgesinden hiç kurtulamayacak bir filmi yeniden çekmeye kalkıyorsa herkes bu projeye gönüllü olabilir. Ama ortada böylesine iyi yazılmış, yönetilmiş, oynanmış bir film varken kim gönüllü olursa olsun, o da aynı gölgeden kurtulamayacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder