Yönetmen: Ji-woon Kim
Oyuncular: Woo-sung Jung, Kang-ho Song, Byung-hun Lee, Dal-su Oh, Cheong-a Lee, Ji-won Uhm
Senaryo: Ji-woon Kim, Min-suk Kim
Müzik: Dalparan, Yeong-gyu Jang
1930'ların kaos içindeki dünyasında Kuzeydoğu Asya'da, Kore Yarımadası Japon Emperyalistlerinin eline düşmüştü pek çok Koreli Çinle ülkelerini ayıran Mançurya'ya, atlarla dolu uçsuz bucaksız otlaklara ve vahşi topraklara kaçmıştı, ve bu acımasız yerde hayatta kalabilmek için bazıları kaçınılmaz olarak atlı haydutlara dönüşmüştü.
Bir hırsız olan Tae-goo (Tuhaf) bir Japon subay trenini soymaya kalkışır, ancak işler karışır ve Japonlarla silahlı çatışmaya girer. Kurşun yağmurunun ortasında Qing Hanedanının Mançurya'da bir yere gömdüğü hazinenin yerini gösteren esrarengiz bir haritayı ele geçirir. Ancak soğukkanlı bir tetikçi olan Chang-yi de (Kötü) haritayı aramaktadır. Tae-goo sadece Japonlarla değil, aynı anda trene saldırmış olan Chang-yi ve adamlarıyla da savaşmak zorunda kalır. Mücadelenin sonunda gizemli bir adam aniden ortaya çıkar ve becerisiyle Tae-goo'yu kurtarır. Bu adam aslında Tae-goo'nun peşine düşmüş ödül avcısı Do-won (İyi)'dur. Bu üç adam çok geçmeden uğruna savaştıkları bu haritanın Koreli direnişçileri, Çinli, Koreli dağ haydutlarını ve Japon ordusunu da kendine çektiğini keşfedeceklerdir.
Çıkış noktasını ve birtakım sahnelerini Sergio Leone’nin eşsiz western klasiği Il Buono, il brutto, il cattivo’ya dayandıran The Good, The Bad and The Weird, 1930’lar Kuzeydoğu Asya’sında Japon işgali altındaki Kore’nin Çin sınırındaki kaynayan kazan Mançurya bölgesinin dekorunda geçen heyecan dolu bir macera filmi. Tek başına bir treni soymaya kalkıp, o trende Japon subayların önem verdiği bir haritayı ele geçiren Yoon Tae-goo / The Weird (Kang-ho Song), çetesiyle beraber aynı haritanın peşinde olan Park Chang-yi / The Bad (Byung-hun Lee) ve Tae-goo’nun peşindeki ödül avcısı Park Do-won / The Good (Woo-sung Jung) arasında geçen macera, bir western filminden ne umuluyorsa karşılıyor. Güney Kore sinemasının üstün yapımlarından A Bittersweet Life filminin yönetmeni Ji-woon Kim’in üç yıl aradan sonra çektiği merakla beklenen film, Leone başyapıtının üçgen şablonundan beslense de, nefis bir “vahşi doğu” coğrafyası yaratmış olmasının ve üç köşetaşı karakterinin, köşeleri gerektiği gibi dolduran üç aktörüyle hayalkırıklığı yaratmıyor.
The Good, The Bad and The Weird, dışa verdiği beklenenin aksine “epik” sıfatı kullanılması uygun olmayan bir film. Kaldı ki Il Buono, il brutto, il cattivo da 60’lı yılların sonunda bu sıfatla anılmıyor olsa gerek. Çünkü şimdi onu epik ve başyapıt yapan unsur demlenmişliği. Günümüz teknolojisinin ve aksiyon mantalitesinin aldığı yol doğrultusunda Ji-woon Kim’in filmi, son derece iyi bir işçiliğe sahip modern bir western görünümünde. Hatta kendi adıma 2000’lerde izlediğim çok az sayıda western yapımı arasında rahatlıkla 3:10 To Yuma ve The Proposition gibileri ile yan yana anabileceğim türden bir coşku verdi diyebilirim. Aslında bunun bir “eastern” olduğunu düşünürsek her iki kanattan da fevkalade açılımlar elde ettiğini, bir western’e asla yabancılık çekmediği gibi, politik tabanı, hikaye kurulumu ve otantik dokusu ile de kes / kopyala / uyarla bir zorlamalık içermediğini söylemek gerek. Zira belki işin kolayına kaçıp, “Uzakdoğulular vahşi batıda yaşamış olsalar nasıl olurdu” varsayımından hareket edip bambaşka bir temaya oynuyor da olabilirdi. Demek istediğim, Hollywood’a veya Avrupa sinemasına dair pek çok oturmuş kalıba nazaran, uyanışından ötürü daha genç bir sinema sayılabilecek Güney Kore sinemasının basit bir özentisi olarak algılanabileceği fikrinin gardını western bağlamında çok yerinde almış bir film The Good, The Bad and The Weird.
Rüştünü ispat etmiş Güney Kore sineması, çoğu vasat ürünüyle hala rüştünde sayıyor gözükse de, suç, gerilim, aksiyon türlerine getirdiği birtakım yeniliklerle pekala bir western de kotarabileceğini ispatlamış oluyor bu vesileyle. Bunu derinlemesine bir iç bakışla söylemiyorum. Çünkü bu filmi temel alarak western türüne yabancılık çekmemesi, onu bir film olarak epik, başyapıt veya geleceğe dair bir öngörü ile kült yapmıyor. Ama Leone’nin kendinden daha eski westernlere yaptığı türden göndermelerin benzeri sayılabilecek bazı modern parodileştirmeleri de bünyesinde taşıyor. Bazı algı biçimlerince bu tavır bile bir filmi, hatta bir remake yapımı kült kılabilir. Pulp Fiction ile hasır altı edilmiş arşivlerden özgün bir başyapıt çıkarılmış olması buna bir örnek. Yine de The Good, The Bad and The Weird tüm bu sinema tarihinde var olma çabalarından uzak bir yerde durmayı tercih edercesine, sadece etkilendiği, hayranı olduğu bir klasiğin izinden kendi sınırlarını keşfe çıkmış izlenimi bırakan bir mütevazilikte seyrediyor.
Fakat Ji-woon Kim bunu yaparken ezik görünmüyor, tam tersine birçok aksiyon sahnesi arasında özellikle filmin ortalarındaki Hayalet Pazarı’nda geçen uzun çatışma bölümünde John Woo’nun farkındalığa erdirdiği Hong Kong aksiyonlarının ruhunu yakalayıp, bu kez onu kendi tevazusunda öğütüyor. Ağır çekim dayatmayıp, gerekli gereksiz “işte ben bu sahneyi böyle çektim” şeklinde pozisyon tekrarı yapmıyor. Bir filme nasıl bakmak isterseniz öyle görürsünüz. Benim bu filmi görmek istediğim yeri seçerken aldığım referanslar Güney Kore sinemasıyla alakalı gözükebilir. Fakat filmin esin kaynağına duyduğu derin saygı yanında, kendini bu hareket noktasından sıyırmak istediği anları da dikkate aldığımızda, bakarken “görme” farkı inceden kendini ele veriyor. Filmin kendini esinlenme yönünden değil de, salt biçimsel anlamda revize ediş biçimi bile övgüyü hak ediyor. Düşülecek en bariz yanlış, filmi Il Buono, il brutto, il cattivo ile birebir karşılaştırmak olacaktır. Finaldeki düello üçgeninin tasarlanış biçimi belki de sırf bu yüzden “saygısızlık” olarak yanlış anlaşılabilir ya da acemice “orada şöyleydi, burada niye böyle” kıyası yapılır. Bu kıyaslar, filmin varlık sebebinden çok farklı bir yerde duruyorlar.
Karakterlerin temsil etmiş oldukları sıfatlar, onları canlandıran üç güçlü aktörün birbirlerini geri planda bırakmayacak ölçüde rol paylaşımı sonucu yerlerini bulmuş da olsalar, destansı bir western beklentileri kadar oyunculuk anlamında da büyük umutlar beslenmemesi gereken bir film aynı zamanda. “İyi” tarafın Woo-sung Jung ile bulduğu “iyi” olma durumu, karizmatik ve gözüpek bir kahraman duruşundan fazlasını içermiyor. A Moment To Remember, Daisy, The Restless gibi kaliteli yapımların romantik prensi olarak karşımıza çıkan aktörün bu filmlerde vermiş olduğu performans, o romantik kişileştirmeyi hem görüntü hem de oyunculuk açısından pekiştirir nitelikte idi. Bir “duruş” pozisyonu olarak “kötü” kanatta yer alan ve A Bittersweet Life’ın dönüşüm geçiren mafya tetikçisi rolüne hayat katan Byung-hun Lee’nin konumu da Woo-sung Jung’dan farklı sayılmaz. Gizemli bir emo-noir poz ile neredeyse kusursuz bir “kötü” görünümüne sahip aktörün, izleyiciyi yeterince tetikleyemeyecek türden törpülenmiş veya yeterince değerlendirilememiş kötülüğü de onu sadece güçlü bir sıfat olarak bırakıyor. Fakat bu bile her iki aktörün sahip oldukları sıfatları dolduruş biçiminde sorun yaratmıyor. “İyi” ve “kötü” genleri, aktörlerin oyunculuk becerilerini başka yapımlarda ispat etmiş olmalarının yüklediği verilerle izleyeni filmle hazırlamakta sıkıntı çekmiyor. Kısacası bu iki yetenekli oyuncu, kendilerine biçilmiş “iyi” ve “kötü”nün hakkını sırf duruş olarak vermekte bile başarılılar ve fazlası için hem filmin gerekleri, hem de senaryo yönlendirmeleri onları zorlamıyor.
Ama son köşede yer alan “tuhaf” için sadece bir duruştan fazlası söylenebilir. Diğer iki aktöre göre daha tecrübeli olan Kang-ho Song, bugüne dek büründüğü pek çok farklı karakterdeki rolün hakkını vermiş olmanın güveni ile hem duruş olarak “tuhaf” sıfatının, hem de film içinde ona yüklenen ateşleyici görevin gereklerini bir oyuncu olarak uygulamaya geçirmenin altını daha kalın çiziyor. Filmi katı ve ruhsuz bir western olmaktan alıkoyan bu üçüncü köşe, dozunda bir mizahı da yanında taşıyor ve genel havayı tuhaflaştırarak yumuşatıyor. Tasarım olarak nefes kesici “iyi ve “kötü” dahil olmak üzere, Japon ordusunu, Çinli haydutları peşine takabilecek derecede hınzır bir küçük hırsız tiplemesi, bu filmin en keskin yanı ki, Kang-ho Song da bu keskinliği bilemiş, ona hayat vermiş ve eğlenceli kılmayı becermiş.
Her ne kadar Güney Kore sinemasının yeteneklerinin kafalardaki sınırlarını genişletme katkısı olsa da, gönül isterdi ki, Ji-woon Kim bu üç harika oyuncusuyla A Bittersweet Life gibi sıfırdan bir hikayeye, Sergio Leone’nin gölgesinde şekillenen eleştirilere mahal vermeyecek şekilde adını yazdırsaydı. İşin gerçeği, A Bittersweet Life’ın konu olarak orijinal bir yanı yok sayılır. Fakat onu kendine özgü yapan şey, Ji-woon Kim’in kara ve hüzünlü anlatımını iyi bir suç sürükleyiciliği ile kaynaştıran üslubuydu. Bu pencereden bakarsak, The Good, The Bad and The Weird için benzer bir üslubun farklı bir tarzda yansıması diyebiliriz. İki film arasındaki derinlik farkı belirgin. Fakat bu durum, yeni filmini sığ hale düşürmediği gibi, Ji-woon Kim’in edinmiş olduğu prestiji sarsmıyor, tam tersi bana göre A Bittersweet Life mirasına farklı bir tür ve bakış açısıyla sahip çıkıyor. Etkisi günümüz savaşlarının sebeplerine kadar uzanan görsel final mesajıyla da, hem gerçek hayatta uğruna daha çok kanın döküleceği bir mücadelenin, hem de bu filmin kendi macerasının daha yeni başlıyor olduğuna dair açık kapı bırakmayı da ihmal etmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder