27 Ekim 2009 Salı

Watchmen (2009)


Yönetmen: Zack Snyder
Oyuncular: Patrick Wilson, Malin Akerman, Billy Crudup, Jackie Earle Haley, Jeffrey Dean Morgan, Matthew Goode, Carla Gugino, Stephen McHattie
Senaryo: David Hayter, Alex Tse
Müzik: Tyler Bates

Beyaz perdeye uyarlanan çizgi roman uyarlamalarında ilk tartışılan konu, filmin orijinal çizgi romana ne kadar sadık kaldığı oluyor. Gerçi Superman, Spiderman, X-Men veya Fantastic Four’da böyle hararetli tartışmalar oldu mu pek hatırlamıyorum. Sinema filmi yapılmış çizgi roman sadakatini yerine göre anlamakla birlikte, genelde çok sıkıcı ve yersiz buluyorum. Orası farklı bir alan ve görselliğin çizgi roman sayfalarından daha boyutlu hale gelmesi kadar, gerektiğinde senaryo yönünden de birtakım değişikliklere gidilmesi (bazı hayati değişimler dışında) gayet normal. Mesela Watchmen filmini izledikten sonra çizgi roman finalini öğrendiğimde ağzım açık kaldı. Bu kadar uyduruk bir finali Snyder’ın doğrudan filme uyarladığını düşündüm de, görsel açıdan ne kadar ihtişamlı da olsa muhtemelen o finale dek çok beğendiğim filmin 2,5 saatini resmen kayıp sayardım.

Bu tip müdahaleler orijinale ihanetten çok, sigorta şalteri işlevi görüyor bence. Çünkü çizgi roman mantığında tıkır tıkır işleyen kimi kurgu oyunları ve sürprizler, uzun metrajda her zaman aynı etkiyi uyandırmıyor. Elbette bazı kronolojik tutarsızlıklar (ki onların özrü de “alternatif” bir zaman / mekân tasarımı olsa gerek), 6 kahramanı bugüne kadar hiç Watchmen okumamış izleyicilere tanıtmak için gösterilen kimi hızlandırılmış çabalar ve yine bu altıya bölünmenin getirdiği bazı özdeşleşme sıkıntılarına rağmen Watchmen, bana göre şimdiye dek yapılmış en olgun, fantastik yapısı ile ironik biçimde ayakları en fazla yere basan süper kahraman yapımlarından biri.

Hayatımda gördüğüm en iyi jeneriklerden biriyle açılan Watchmen, bu girişle Nixon, Vietnam, Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş paranoyası gibi Amerikan tarihinin o dönemine ait temel gerçeklerinden beslenen politik tavrını, geçmişten filmin şimdiki zamanına uzanan süreç içinde yaşanan tarihi kırılma noktalarını, aynı zamanda kahramanlar grubunun yükselişini, grup içi eleman değişimlerini ve kırılma noktalarını mükemmel bir özet şeklinde derleyip sunarak zamandan hatırı sayılır bir tasarruf yapıyor aslında. Peki 2,5 saati aşan süresi boyunca ne anlatıyor o zaman? Tabiî dünyayı kurtarmaları gerekeceğinden full aksiyon bir kaos ortamı ummak, her X-Men severin hakkıdır.

X-Men’in de kendine has motivasyonları var. Fakat burada hikâyenin daha farklı, daha gerçekçi (bu sayede biraz daha mesaj kaygılı), bunun yanında daha kişisel amaçları olduğunu anlıyoruz. Zaten bu saydıklarım hemen her süper kahraman hikâyesinde olması arzu edilen şeyler. Yine de işin içinde ticari kaygılar girince verilen tavizlerden sonra geriye sadece popcorn seyircinin motivasyonlarını memnun etme endişesi kalıyor. İşte Watchmen’in farklı, gerçekçi ve kişisel özellikleri diğer kahramanlara nazaran daha kolay su yüzüne çıkabiliyor. Çünkü Watchmen, emekli olup artık kendi yollarına gitmiş, gözden düşmüş gözcülerin oyuna tekrar dönüp dünyayı kurtarmaları üzerine klişe bir omurga üzerine otursa da, bunu anlatmak için seçtiği hem hikâye, hem dönem, hem de sinema filmi yöntemleri açısından çağdaşlarından büyük ölçüde ayrı durmakta.


Süper kahramanın aslında bir anti-kahraman olduğuna dair kandırmacaları Superman, Spiderman, Hulk vs. uyarlamalarında hep yaşadık. Başlarına ne felaket gelirse gelsin doğruluktan şaşmayan, kötülerin karşısında zaman zaman şansı yaver gitmez gibi görünse de oyundan hiçbir zaman kopmayan, böylelikle hayranlarının yüreğini sürekli ferah tutan, kısaca anti olamayacak kadar doğrucu ve sıkıcı profillere sıkı bir ayar çekmek, herhalde sinemacı olarak ilk Christopher Nolan’ın aklına geldi. The Dark Knight ile önceki 100 tane Batman filmini radikal bir suç ve adalet anatomisi ile temize çekmesi, hatta sırf çekmeye cüret etmesi bile süper kahramanlar üzerindeki görünmez dokunulmazlığın istenirse kaldırılabileceğini gösterdi. Halbuki bu gerçekliği hepsinden evvel yıllar önce Watchmen çizgi romanı göstermişti. Nixon’un komutasında Vietnam’da savaşan, ülkesindeki savaş karşıtlarını döven, hamile sevgilisini gözünü kırpmadan öldüren, arkadaşına tecavüze yeltenen, yasaları değil kendi bireysel adaletini önde tutan, ama bunun yanında sevişen, ağlayan, tuzağa düşen maskeli kahramanları perdede görmek her zaman rastlanan şeyler değil.

Watchmen’in “anti” duruşunda dünyayı kurtarmanın bile akıllara zarar sonuçları var. Laboratuar kazası, sorunlu çocukluk, bir refleks olarak iyilik yapmak gibi basmakalıp formüllerin Watchmen’de de karşılığı bulunmakta. Ama düz bir formülle, emekliye ayrılmış veya farklı alanlarda boy göstermeyi seçmiş gözcülerin Kaybedenler Kulübü çatısı altında tekrar bir araya gelerek ortalığı kasıp kavurmaları işlenmiyor bu defa. Öncelikle kendi aralarında ve kendi içleriyle halletmeleri gereken hesapları var. Birbirlerinden kopmuş bu ekibi tekrar bir araya getiren ve güdüleyenin gizemli bir cinayet olması, filmi göründüğünün aksine daha mütevazi bir zemine oturtuyor aslında. Üstelik zaman zaman dağılıp unuttursa da “katil kim” sorusunu filmin geneline tekno-noir atmosferle bir polisiye öykü olarak eklemesi, cevabı filmin sonuna dek taşıyabilmesi, cevabın altında yatanlarla o mütevaziliği devasa bir amaçla takas etme ustalığı da Watchmen’i farklı kılan unsurlardan biri. O unsurlardan o kadar çok var ki!

Dr. Manhattan’ın bir ex-insan olarak hayatın anlamını arayışındaki umursamaz naifliği, Ozymandias’ın Bruce Wayne-Tony Stark uzantısı gizemli hırsı, Silk Spectre’nin geçmişine ait sırlar ile geleceğinin belirsizliği arasındaki sıkışmışlığı, Comedian’ın hiç de komik olmayan arızalı duruşu, Dan Dreiberg / Nite Owl ikilemesinin Clark Kent / Superman örneği karşısındaki hüzünlü sahiciliği ve en derinlerine inilenlerden biri olarak Rorschach’in dostluğa ve kolektif huzura önem veren fakat tehlikeli boyutlara varabilen bireysel ahlâki hırçınlığı, bu filmden evvel Watchmen mefhumuna yabancı olanlara bile kimlik haritası çıkarabilecek ölçüde ele alınmakta.


Bu analizlerin ne kadarının yerini bulduğu belli sınırlar dahilinde tartışılabilir. Fakat bana göre tartışılmayacak olan, pek çok eleştiride yer aldığı üzere Watchmen’in çağdaşlarına göre daha “insanî” altyapılara sahip olması. Bu da o çağdaşların bir çoğunun hâlâ çizgi roman sayfalarından çıkamadığını kanıtlar nitelikte. Üstelik bu insanî ağırlığı tek bir kahramanı işleyen filmlerde elde etmek daha kolayken Watchmen zoru başarıyor bir yerde. Çeşitli amaçlar dahilinde oluşturulmuş süper kahraman gruplarından, amacının sadece eğlendirmek olduğunu düşündüğüm Fantastic Four veya çabalar görünse de insanî olamayacak kadar “mutant” X-Men (ve muhtemelen 2010’da gösterime girecek The Avengers) oluşumlarına nazaran, en başta tavır olarak tüm bütçesine rağmen “bağımsız” ya da “alternatif” kalabilmiş bir kahraman grubunun filmi Watchmen

Watchmen'i filme alma dokunulmazlığını kaldırmaya cüret eden de Zack Snyder oldu. Tabiî bu cüretin bedelleri oluyor her zaman. Kabak nedense hep Snyder’ın başına patlıyor. 300’den sonra Watchmen ile de övgü kadar sövgü toplamasını bildi. Onun için Superman, Hulk, X-Men çekmek çok daha kolay olsa gerek. Oysa o, yeni The Dark Knight filmini yönetmeye talip olacak kadar sınırları zorlama peşinde bir yönetmen. Yenilikçi görsel ustalıkları yanında, birçoğu kurmaca Amerika tarihi fikri altında hırpalanarak günümüz semalarına sadece mesaj olarak düşmesine rağmen, o çok sözünü ettiğimiz çağdaşlarında olmayan veya eğreti duran siyasi argümanlara sahip bir film çekmiş. Böyle bir projede aksiyondan kısıp, bu argümanları yer yer film noir polisiye üsluplarıyla insanî temellerde dile getirmeye çalışan bir yapım olmayı tercih etmesi yeterince riskliydi. İşte kimileri buna risk der, kimileri de “visionary” veya “yenilikçi”…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder