30 Ekim 2009 Cuma

Gomorra (2008)

 
Yönetmen: Matteo Garrone
Oyuncular: Toni Servillo, Gianfelice Imparato, Maria Nazionale, Salvatore Cantalupo, Gigio Morra, Salvatore Abruzzese, Marco Macor, Ciro Petrone, Carmine Paternoster
Senaryo: Maurizio Braucci, Ugo Chiti, Gianni Di Gregorio, Matteo Garrone, Massimo Gaudioso, Roberto Saviano

Bazı Afrika kabileleri dışında galiba mafya filmi çekmeyen millet kalmadı. Ama mafyanın harman olduğu yer olan İtalya’nın çekeceği bir mafya filmi hiçbirine benzemez, benzememeli diye düşünüldü. Futbolun beşiği de İngiltere. En iyi futbolun orada oynandığı söylenir. İyi de, Latin Amerika’yı nereye koyacağız? Bence Gomorra en başta bunu göstermiş bir film. Yani en iyi mafya filminin İtalya’dan çıkmayabileceğini! Şimdi buradan Gomorra’nın kötü bir film olduğu mu çıkıyor? Gomorra’ya kötü diyenleri sanırım bi temiz döverler. Zaten ben de kötü demiyorum. Haddim değil. Ama bana göre Gomorra ne yılın en iyi filmlerinden biri, ne de konu özetinde geçen ifadelerdeki gibi “vahşi ve epik” bir film. Gerçeklere dayalı bir yapım olarak pek çok gerçekçi mafya kriteri ve onları perdeye aktarmış gerçekçi sahnesi mevcut. Camorra örgütü hesabına çalışan çeşitli karakterlerin kesitler halindeki öykülerinden yola çıkarak örgütün işleyişini ve kirli çamaşırlarını ortaya döküşü, aslında birbirinden hayli kopuk biçimde kurgulanmış.

Tabi onları yan yana getirme veya hikayelerini bir şekilde kesiştirme gibi bir zorunluluktan söz etmiyorum. Filmin o çok övülen belgesel tarzına da lafım yok. Çoğunlukla etkileyici bir belgesel dili sağlandığı aşikar. Yalnız Gomorra bir yandan şık bir belgesel havası yakalarken, diğer yandan kanımca filme aşırı derecede zarar veren iki özenti mafya zibidisine ayırdığı yoğun mesai ve anlaşılmaz iş / ihanet / intikam bağlantılarının yavanlığı ile neyin savaşını veriyor? Elbette bunun cevapları çeşitli eleştiri kaynaklarında mevcut. Fakat çoğu zorlama ve hiç de tatmin edici değil bana göre. En alttan en üste, en savaşçıdan en diplomatiğe kadar Camorra'nın ve tabii rakiplerinin birbirleriyle girmiş oldukları mücadelede bence en ufak bir heyecan, sürükleyicilik ya da suç anatomisi çabası yok. Buna da “filmde her şey gerçek hayattaki gibi, kafana sıkıyorlar, ölüyorsun” şeklinde yorum buyurmuşlar. Böyle bir film ya bana bilmediğim bir şey sunacak, ya bildiğim ezberi bozacak, ya da ezberimin üzerine yeni ezberler ekleyerek zihnimde iyice kök salacak.


Gomorra, yaratmış olduğu “kapıdan burnunu bile uzatırsan kurşunu yiyebilirsin” kabilinden tüy dikici atmosferi yer yer aktarabilmiş bir film. Tabi Scorsese anlayışından çok daha farklı dokümanter tadıyla dikkat çekiyor. Her mafya filminin Godfather, Goodfellas, Scarface olması gerekmiyor. Sinema sanatı sokaktaki vatandaşa mafyayı nasıl anlatıyorsa öyle özümsemek durumunda kalıyoruz çoğunlukla. Gomorra’nın yarattığı tekin olmayan, içine kapalı, dışına (bence!) tamamen yabancı bir filmi, yer yarılsa bile klasikleşmiş Amerikan ya da İtalyan asıllı Amerikan mafya yapımlarının yarattığı tekin olmayan, içine kapalı, dışıyla (yine bence!) tamamen barışık filmlere tercih etmem. Don Vito Corleone, Michael Corleone, Tony Montana, Al Capone, Tommy DeVito, Noodles gibi mafya efsanelerinin yaratacağı kurmaca sinema filmlerinin konforu ve onlardan üretilen kafa karıştırıcı kahramanlık ironileri değil bahsettiğim. Belgesel modunda da olsa, beş karakter üzerinden ilerleyen toplumsal kanser analizi de yapsa, herhangi bir mafya filmi kendini bu kadar zora koşmamalı diye düşünüyorum. Bunu söyleyerek çarpılma riskini de göze alıyorum ama Gomorra benim için genel olarak “sıkıcı” bir filmdi. Bu konuda hissettiğim tek gerçek duygu hayalkırıklığı. Bunun sebepleri de malum: Bol ödüllü, övgülü, epik, vahşi bir filmi daha görmeden başyapıt statüsüne koyarak izlemek bunlardan en belirgini. O elektrik beni de çarpsın diye çok uğraştım. Filmin dayatmalarına kayıtsız şartsız boyun eğmiş bir izleyen olarak tek gördüğüm, beni sürekli dışlayan karmaşık ilişkiler zincirinin nereden nüksedeceği belli olmayan infazlarını sorgulamadan kabul etme zorunluluğuydu.


Filmi yeterince dikkatli izlediğimi sanıyorum. “Ne öldürene sevindim, ne ölene üzüldüm” mantığının aldatıcılığına inanırım. Bir film, siz farkında bile olmadan sizi sarabilir. Oysa Gomorra’da terzi Pasquale’ın giriş-gelişme-sonuç düzlemiyle ele alınan dramatik hikâyesi dışında (ki diğer hikâyelerin de kendine göre böyle bir düzlemi var) tat aldığım hiçbir bölüm yok. Onun hikâyesi de ikide bir diğer hikâyelerin sıkıcı reklâm kuşakları gibi araya girmeleriyle tansiyonunu kaybetme tehlikesi yaşıyor. Fakat bu tehlikeye rağmen üzerimde etkili bir iz bırakmış ki, hikâyenin kendisi ve onun puzzle içinde kurgulanış şekli, bir emekçi ve onun emeğinin kendisinden çıktıktan sonra aldığı yolda mafyanın oynadığı rolü ciddi ciddi düşündüren bir yapıda. Bu karmaşık kurguda o bölümler seçilip uç uca eklense harika bir kısa film çıkacak belki de. Bu haliyle benim için filmi ayakta tutan yegâne unsur, Pasquale’ın bu yoz sistem içinde aldığı konumu tehlikeye atacak sıçrayışının kontrolsüzlüğü sonrası, düşüşün nasıl gerçekleşeceğine olan merakımdı. Ve o düşüş, hiç umulmadık biçimde bir emek hayalkırıklığının yaralarını taşıyordu. O hikâyenin finali, filmin belgesel karakteri içinde, abartılı yönde dramatize olmadan, mütevazi biçimde o hayalkırıklığını ve kederi başarıyla yansıtabiliyordu.

Yönetmen Matteo Garrone’nin filmin yolculuğu boyunca çektiği eziyetleri okuduk ve azmine hayran kaldık. Belli yönlerden derinlere inebildiği ve bazı çıkar çevrelerini rahatsız etmeyi başarabildiği doğrudur. Fakat bir bütün olarak düşündüğümde (uyarlandığı kitaba ne derece bağlı veya değil bilmeden) Gomorra’nın bu tehdit ve yıldırmalardan etkilenip biraz törpülendiğini de düşünmedim değil. Aksi halde dakikalar boyu neden eften püften sahneler üst üste binmiş olsun ve sanki zamanı uzatmaya (137 dakika süresi ile “epik” olmaya daha da yaklaşacağından) oynandığı hissi yaratsın ki! Bana göre Gomorra tipik üç ihtimalli bir maç: Seven de olur, nefret eden de, arada kalan da!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder