3 Aralık 2021 Cuma

Spencer (2021)

 
Yönetmen: Pablo Larraín
Oyuncular: Kristen Stewart, Timothy Spall, Sally Hawkins, Sean Harris, Jack Farthing, Jack Nielen, Freddie Spry
Senaryo: Steven Knight
Müzik: Jonny Greenwood

1991 Aralık ayında Noel Arefesi, Noel Günü ve Hediyeleşme Günü olmak üzere 3 günü  anlatan Spencer, İngiliz Kraliyet ailesinin gergin döneminde Prenses Diana'nın çalkantılı ruh halini mercek altına alan bir Pablo Larraín filmi. Larraín'in bir başka kısa dönemini anlattığı Jacqueline Kennedy'yi konu alan Jackie ile benzerlikler taşıyan Spencer, Diana'nın içinde bulunduğu boğucu atmosferi iyi tasvir eden ama tıpkı Jackie gibi eksiklikler hissettiren bir film. Bir kere en baştan bu iki filmin ruhunu anlamak için bu iki kadınla özdeşleşme kurmak gerekiyor. İki "lady" ile ne kadar kurulabilirse artık. Jackie'nin suikast sonucu eşini kaybetmesi sonrası ile, evliliğinin bitme noktasına gelmiş olan Diana'nın Noel zamanı arasındaki duygu durumunun farklılığı bir yana, konum olarak bu iki kadının halk gözündeki magazinsel duruşlarının ardındaki sıkışmış iç dünyalarına bakmayı seçen Larraín, kendine belli bir şablon kuruyor. Bütün bir hayatı özetlemektense kısa ve kritik bir dönemde bu iç bakışa odaklanmak bazı teşhisler için doğru bir seçim olsa da, bir çok şeyi aceleye getirmekten kaynaklı, mesaj kaygılı bir deneyime de dönüşebiliyor. Spencer, Lady Diana'nın o dönemde yaşadığı zorlukları iyi etüt etmiş bir film. Ama asıl meselelerden biri de, acaba gerçekten bu ihtişamlı hayatlarda yaşanan zorlukların ilgimizi çekip çekmediği.

Diana, Galler Prensi Charles ile evlendiği andan itibaren tüm dünyanın tanıdığı, sevdiği, magazin basınının büyük ilgi gösterdiği bir figür haline gelmişti. Özellikle İngiliz Kraliyet ailesinin etkinlikleri, ilişkileri, skandalları halk tarafından bir film veya dizi gibi takip edilirdi. Hala da öyle. Diana da güzelliği, asaleti, iyi kalpliliği, yardım severliğiyle halkın gönlüne taht kurmuştu. Spencer'ın geçtiği 3 günün de bulunduğu sıkıntılı dönem ise o filmi veya diziyi izleyen halk için çok daha ilgi çekiciydi. Her an çok önemli bir kırılma yaşanabilir, Diana ve Charles her an boşanabilirdi. Diana'nın önceki hayatına duyduğu özlemin depreştiği, kalabalıkta çok daha fazla yalnız hissetmeye başladığı, Charles'ın Camilla Parker Bowles ile olan ilişkisini bildiği, kendine zarar verecek boyutlara varan bir depresyona girdiği bu sürece yakından bakan Larraín, saray gelenek ve kurallarının bunaltan etkisini de kullanarak sürekli daralan bir ambiyans kuruyor. Sıklıkla Diana'yı karşısına alıp fotoğraf çeker gibi kameraya baktıran Larraín, o esnada Diana kimle konuşuyorsa kendimizi o kişi olarak konumlandırmamızı ya da seyirci olarak Diana'nın o anki hislerini ve melankolik duruşunu karşılıklı olarak paylaşmamızı istiyor. Böylece Diana'nın koskoca sarayda bir şeyler paylaşabildiği ne kadar az insan olduğuna dair ince bir empati oluşturuyor.


Oğulları William ve Harry dışında kraliçenin baş kahyası Alistar Gregory, sarayın mutfak şefi Darren ve en önemli dert ortağı olan terzisi Maggie ile konuşmaları, sarayın askeri disiplini ve soğuk rutini arasından sızan insani dokunuşlar olarak çok önemli eklemeler. Zira sürekli bunalımlı, tekinsiz, isyankar Diana ile filmin sarkacağını bilen Larraín, bu karakterler sayesinde sağladığı müdahalelerle filmi daha makul ve derdini ifade edebilen bir forma sokabiliyor. Fakat yine de "bakın bir öğün yemekte giymesi için bir düzine elbise ayağına kadar gelen, girdiği ortamdaki kişilerin bile hazırola geçtiği koskoca prenses bile bu ortamda nasıl da baskı altında ve yapayalnız, ne kadar üzücü" samimiyetsizliğini anlamamız bekleniyor. Belki evliliği öncesinde de hizmetçisi, aşçısı, kahyası olan soylu bir aileye mensup Diana bunların hiçbirini istemedi ama Kraliyet ailesi iticiliğinde bu rızasızlıktan mağduriyet devşirmenin tek taraflı bir bakış yaratması mümkün değil. Diana'nın özünde iyi bir insan olmasının da pek bir önemi kalmıyor. Bir kesmin hiç ilgilenmediği, hatta nefret ettiği monarşinin herhangi bir unsuru için acıma duygusu geliştirmek de o kesim için imkansız hale geliyor. Mesela Sefiller okumak, hamburger yemek gibi özlemlerin suniliği ve sanki bunların yapılması kendisine tümden yasaklanmış algısı seyirciyi avlayabiliyor.

Diana'nın saraydaki duruşuna bir gözdağı mahiyetinde okuması için odasına bırakılan The Life and Death Of Anne Boleyn kitabıyla kurulan Diana - Anne Boleyn özdeşleşmesi de filmin bir başka yan unsuru. Kral VIII. Henry'nin ikinci eşi olan, I. Elizabeth'in annesi Boleyn, Henry ile üç yıl evli kalmıştı. Kral Henry, Anne Boleyn'le evliliği sırasında Jane Seymour'a aşık oldu ve Boleyn'i altı kişiyle zina yapmakla suçlayıp kafasını kestirerek idam ettirmişti. Larraín'in, Anne Boleyn'in bu trajedisini bir hayalet sıradanlığında estetize edip Diana'nın gölgesine saklaması, referans olarak güçlü ama anlatım olarak düz kalıyor. Bunun yanında Diana'nın Charles ile yüzleştiği, kilise çıkışı Camilla ile göz göze geldiği, kendisi için hazırlanan abiyesi ile bir türlü odasından çıkıp yemeğe inemediği sahneler de estetik ve dramatik manada iyi çekilmiş sahneler. Kristen Stewart'ın abartılı, hatta bazen komik gelen Diana performansı taklitten öteye pek geçemese de, oyuncunun geçmişine nazaran biraz daha olgunlaştığını gösterir nitelikte. Timothy Spall, Sally Hawkins ve Sean Harris gibi İngiliz sinemasının çok güçlü isimleri, performans bir kenara sadece varlıklarıyla bile üstlendikleri rollere yetiyorlar. Teknik ve sinematografik anlamda Spencer iyi bir film. Ancak kariyerinde kendi yazıp yönettiği Tony Manero ve El Club, sadece yönettiği No ve Neruda gibi iyi filmler bulunan Larraín'in artık kolay bir şablona dönüşmeye başlayan "bir ünlünün kritik birkaç günü" temalı kısa biyografileri kendisini dünyaya yakınlaştırırken, auteur kimliğinden uzaklaştırıyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder